Ağustos'un ilk pazar günüydü ve kavurucu bir sıcak vardı. Paris'teydim, Grand Palais'deki Pompeii sergisini geziyordum. Milattan önce 79'da Vezüv'de yaşanan yıkıcı patlamadan sonra küller altında kalarak korunan kasaba, bugün de arkeologları eğitmeye ve dünyanın ilgisini çekmeye devam ediyor. Sergiyi benzerlerinden ayıran, sürükleyiciliği ve özellikle de volkanik patlamayı yeniden yaratan merkezindeki üç boyutlu videoydu. Görüntüler o kadar canlı ve ses efektleri o kadar gerçekçiydi ki hepimizin soluğu kesildi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
İki gün sonra, önceden Fransızların kontrolündeki Lübnan devletinde, Lübnanlı yetkililerin Beyrut'ta güvenli olmayan bir şekilde depoladığı ölümcül amonyum nitrat kargosunun alev alması sonucu başka bir patlama meydana geldi.
Ben uluslararası uyuşmazlıkların çözümü üzerine çalışan bir avukatım. 12 yıllık kariyerim boyunca, dünyanın en zorlu bölgelerinden bazılarında bireyleri, şirketleri ve devletleri temsil ettim. Adalete inandığım için hukuk okudum.
Peki hâlâ inanıyor muyum? Beyrut'un ardından adalete inancım kaldı mı?
Birkaç görevden sonra anladım ki adalet, daha çok finansal ya da siyasi güce sahip olanların sahip olabileceği bir lüks. Afganistan Merkezi'nin tahkim kurallarının taslağını hazırlamaktan tutun da milyarlar değerindeki yatırımcı-devlet uyuşmazlığında Yunanistan'a karşı Kıbrıslı tahvil sahiplerini temsil etmeye kadar, tümünün ortak bir konusu var. O da şu ki, hakikat şekillendirilebilen ve pahalı bir meta. Aslına bakarsınız, gerçeğin ne olduğunun ya da bir kişinin yüce bir amaç uğruna savaşıp savaşmadığının hiçbir önemi yok.
Asıl önemlisi, kimin çıkarlarının söz konusu olduğu ve bu kişilerin çıkarlarını koruyacak güce sahip olup olmadığı. Sadece bir avukat olarak değil aynı zamanda bir gazeteci olarak da, Lübnan'da 1970'lerden bu yana sansasyonel siyasi suikastlardan birinin bile çözülmemiş olmasını endişe verici buluyorum. Katıldığım birçok hukuk konferansında gündeme gelen, insan haklarımızı güvence altına alması beklenen uluslararası yasaların çoğu, dişleri olmayan bekçi köpeklerine benziyor.
Çoğu Arap gibi Lübnan'da yaşananlar beni de mahvetti. Lübnan'ın tarihi, işgale uğrayan ve 30 yıl boyunca acımasız bir diktatörün yönetimine maruz kalan anayurdum Irak'la karşılaştırılamayacak olsa da, Levanten komşularımın hissettiği keder buna rahatsız edici derecede yakın. 1916'daki gizli Sykes-Picot Antlaşması'yla zamanında pay olarak Fransa'ya verilen bu ülke, yozlaşmış rejimle bağlantılı birçok felaketi yaşadı.
Bugün yıkılmış olan Sursock Sarayı'ndaki bir konferans için Beyrut'a son defa gittiğim 2016'da bile, başkentte kendi işine bakmanın ne kadar zor olduğunu anımsıyorum. Ne zaman bir otelde ya da kamu binasında dursak arabalarımızın bagajı şüpheci silahlı korumalar tarafından aranıyordu. Bazen bir saat içinde birkaç kez yaşanan elektrik kesintilerine alışmıştık. Aylarca toplanmayan çöpler, sokakta çürümeye terk edilmişti. Diğer temel hizmetler de yetersizdi. Rahatsız hissettik ki, biz sadece iş için geçici olarak oradaydık.
Şayet sonuçlar aynıysa, savaşla kaza arasında fark var mı? Lübnan'daki patlama, ulus devletin başarısızlığının simgesiydi. Bu olay, halkı acı çekerken şimdi vergiden muaf bölgelere kaçması muhtemel hesap sorulamayan bir siyasi sınıfın kötü yönetiminin doruk noktasını temsil ediyor.
Lübnan hükümetinin 10 Ağustos Pazartesi günü dağılmasından dolayı moralimin yükselmesi gerekirdi ama Irak'tan sonra kendimi yorgun hissediyorum. Jeopolitik açıdan stratejik ama darmadağınık ve parçalara ayrılmış haldeki bölgemin kargaşası yüzünden durum beni hâlâ tedirgin ediyor. Ayrıca Irak'tan öğrendiğimiz üzere, bir hükümet görevden alındıktan sonra (ya da buradaki gibi istifa ettiğinde) onun yerine geçecek daha etkili başka bir hükümet halihazırda yoksa, sonuç kaos oluyor. Lübnan'ın durumunda hükümetin istifası sembolik olmaktan öteye geçmiyor, çünkü bölgedeki bazı yorumcuların da belirttiği gibi aynı kişilerin çoğu muhtemelen bir sonraki geçiş hükümetinde de rol alacak.
Bir avukat olarak benim görevim, siyasi stratejiyi formüle etmek değil çözümlerin uygulanmasını sağlamak. Bu sorunun kısa vadeli bir çözümü yok. İçimden bir ses, çözümü "efendi-bağımlı ülke" yönetim yapısını aşılayarak bu gidişatta parmağı olan Fransa'yı kurtarıcı olarak görmekte aramanın çok basit ve safça olduğunu söylüyor.
Bunun yerine uzun vadeli bir eylem planını savunmayı tercih ederim. Bu, bizim demokrasi olarak bildiğimiz şeyin sadece prototipi olmayıp aynı zamanda son derece laik olan bölgenin kültürü ve tarihi konusunda da bilinçli bir demokratik sistemi hayata geçirmeyi de içeriyor. Küresel düzeyde, uluslararası kurumlarımızın (örneğin insan hakları sözleşmelerindeki uygulama mekanizmalarının ve ceza mahkemelerimizdeki yargılama yetkisinin) güçlendirilmesi gerekiyor ki, böylece liderlere ve hükümetlere, kendi yurttaşlarına yaptıkları yanlışların hesabı sorulabilsin.
Herhangi bir ulustan, dini ya da siyasi kesimden gerçekten bağımsız olabilmesi için, bu kurumların devlet tarafından değil özel kurumlar tarafından finanse edilmesi gerekiyor. Ama eminim ki bunu öneren ilk kişi ben değilim ve söylemek yapmaktan daha kolay.
Pompeii sergisi, bana Romalı atalarımızdan ders alabileceğimizi hatırlattı. Pompeii, onu tam da olduğu gibi ortaya çıkarmamızı bekleyerek zamanda donmuş halde kaldı. İmparatorluğun tüm zenginliği ve varlığı hiçbir şey ifade etmiyor. Dakikalar içinde küle dönüşebiliyor. Romalıların bir sözü var: "Credo che nui arimo piu bon taglieri." Bir arkadaşlığın sona ermesine işaret ederek "Artık aynı masayı paylaşmayacağız" anlamına geliyor.
Şimdi sahte dostluk bağlarını tekrar gözden geçirme zamanı ve bu sadece Lübnan için değil Arap dünyasının büyük kısmı için geçerli.
Noor Kadhim bir hukuk firmasının ortağı ve "The Artvocate" blogunun (TheArtvocate.blogspot.co.uk) yazarıdır.
Noor Kadhim’in tasarımdan kaynaklanan nedenlerle kısalttığımız başlığının tamamı şöyledir: Uluslararası uyuşmazlık üzerine çalışan bir avukat olarak Beyrut'tan sonra hâlâ adalete inanıp inanmadığımı sorguluyorum
https://www.independent.co.uk/voices
Independent Türkçe için çeviren: Ata Türkoğlu
© The Independent