Keçecizade Fuat Paşa, Tanzimat döneminin en önemli şahsiyetlerinden biriydi ve iki kez Başbakanlık (Sadrazam), beş kez de Dışişleri Bakanlığı makamında bulunmuştu.
Avrupalı muhataplarına karşı Osmanlı Devleti’nin o dönemde dünyanın en güçlü devleti olduğunu iddia eden Paşa’nın bu iddiasına delil olarak “Asırlardır siz dışardan, biz içerden bir türlü yıkamıyoruz!” dediği nakledilir.
Fuat Paşa’nın bu sözünü Afrika’nın kalkınma serüvenine uyarlayacak olursak, en az bir asırdır kıtanın kalkınması için hem Afrika dışından hem içinden gayret gösterilmesine rağmen arzulanan kalkınma düzeyine bir türlü ulaşılamadı.
Bu gayretlerin samimiyeti tartışılabilir. Ancak, Afrika ülkelerinin veya dünyanın başka coğrafyalarındaki diğer az gelişmiş ülkelerin kalkınabilmesi için mali kaynaklar, yani kalkınmanın finanse edilmesini sağlayacak varlık ve fonlar kilit önemi haiz.
Nitekim Birleşmiş Milletler (BM) Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinde kayıtlı yoksulluğun azaltılması, toplumdaki tüm bireylerin su, gıda, eğitim, sağlık, enerji ve istihdama erişiminin sağlanması ve iklim değişikliğiyle mücadele gibi 17 ana hedeften her birisinde mesafe alınabilmesi, bu alanlarda yatırım yapılmasına imkan tanıyacak finansman kaynaklarına bağlı.
Dahası, “Hedefler için Ortaklıklar” başlıklı 17. hedef neredeyse tamamen finansman araçlarına hasredilmiş.
Bu minvalde Afrika ülkelerinin büyük çoğunluğunda mevcut kalkınma açığını izah edebilmek için mevcut kaynakların etkin kullanımı ve resmi kalkınma yardımları gibi finansman araçlarında yaşanan sorunlara daha yakından bakmak gerekiyor.
Fakat kalkınma olgusunda genel çerçeveyi çizmesi dolayısıyla öncelikle uluslararası toplumun kalkınma ve kalkınmanın finansmanı gündemine değinmek icap ediyor.
Arka plan
Afrika’da sömürge yönetimlerinin kurulmasından Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar devam eden 30-40 yıllık süre zarfında kıtaya yapılan altyapı yatırımlarının tamamının yerel kaynaklarla karşılanması hedeflenmişti.
Londra ve Paris’ten yatırımlar için aktarılan fonlar sömürge yönetimi hesabına borç olarak kaydediliyor ve vadesinde ödenmesi bekleniyordu.
Afrikalıların söz sahibi olmadığı ve ekonomik büyümeyle eş anlamlı olarak görülen bu kalkınma anlayışı 1930’lu yıllara gelindiğinde değişti.
Sömürgeci güçler kontrol ettikleri bölgelerin kalkınması için “karşılıksız” mali yardım sağlamayı kabul ettiler ve kalkınma, söylem düzeyinde de olsa, halkların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve refahının artırılması şeklinde anlaşılmaya başlandı.
Küresel düzeyde ise 1960’lı yıllar, BM tarafından gelişmiş ile az gelişmiş ülkeler arasındaki farkın kapatılabilmesini teminen “Kalkınma Onyılı” olarak kabul edildi.
Bahsekonu plan ile, bağımsızlığına yeni kavuşan Afrika ülkeleri dahil azgelişmiş ülkelerin kalkınması ve “kendinden motorlu bir büyümeye” (self-sustaining growth) sahip olabilmesi hedeflendi.
Bu minvalde azgelişmiş ülkelerin kendi özkaynaklarının seferber edilmesi, doğrudan yabancı yatırımların ve kalkınma yardımlarının teşvik edilmesi, döviz geliri elde edilmesi amacıyla hammadde ihracatının artırılması, sanayileşme ve ekonominin çeşitlendirilmesi gibi araçların kullanılması kararlaştırıldı.
1970-1980 arası dönemi kapsayan “İkinci Kalkınma Onyılı”na ilişkin BM kararında ise, azgelişmiş ülkelerin kalkınmasında asıl sorumluluğun kendilerine ait olduğu vurgulandı.
Ancak bu konuda uluslararası işbirliği ve mali yardımlar artırılmadığı sürece planlanan hedeflere ulaşılamayacağına dikkat çekildi.
24 Ekim 1970 tarihli bahsekonu kararda ayrıca, kalkınmış ülkelerin gayri safi yurtiçi hasılalarının (GSYIH) yüzde 0,7’si kadar bir kaynağı azgelişmiş ülkelere resmi kalkınma yardımı olarak aktarması kararlaştırıldı.
Bu kararların hayata geçirilmesinde ciddi aksaklıklar olmasına rağmen 1980 ve 1990lar da sırasıyla üçüncü ve dördüncü BM Kalkınma Onyılı ilan edildi.
Akabinde hepimizin malumu olduğu üzere 2000 yılında 15 yıl süreyle uygulanan Binyıl Kalkınma Hedefleri ortaya konuldu. 2015 yılında ise Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri kabul edildi.
Bu arada 1981 yılından başlamak üzere her on yılda bir En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansları düzenlenmeye başladı.
Üçüncüsü 2011 yılında İstanbul’da düzenlenen bu zirvelerle azgelişmiş ülkelerin kalkınma gayretlerinin uluslararası toplum tarafından desteklenmesi hedeflendi.
Fakat BM kalkınma onyılı girişimlerinde olduğu gibi bu konferansların da az gelişmiş Afrika ülkelerinin kalkınmasına kaydadeğer katkı sağladığını iddia etmek zor.
Addis Ababa Eylem Gündemi
Diğer taraftan, Binyıl Kalkınma Hedeflerinin kabul edilmesinin ardından bu hedeflere ulaşılmasında finansmanın belirleyici olduğu gerçeğinden hareketle uluslararası toplum tarafından 2002, 2008 ve 2015 yıllarında olmak üzere üç kez kalkınmanın finansmanı konferansları düzenlendi.
Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da düzenlenen son konferansta alınan ve “Addis Ababa Eylem Gündemi” (Addis Ababa Action Agenda-AAAA) olarak bilinen kararları Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinden ayrı düşünmemek gerekiyor.
Çünkü sözkonusu kararlar daha sonra BM Genel Kurulu tarafından Sürdürülebilir Kalkınma hedeflerinin mütemmim cüzü olarak kabul edildi.
İlk iki konferansın sonuç belgelerine benzer şekilde AAAA, öncelikle azgelişmiş ülkelerin özkaynaklarının kalkınma istikametinde kullanılmasını öngörüyor.
Bu çerçevede etkin bir vergi politikası oluşturulması, hammaddeye dayalı ihracatın yarı mamul ve mamul mal ihracatına dönüştürülmesi, ekonominin tek bir sektöre bağımlılığının ortadan kaldırılması öneriliyor.
Ayrıca yolsuzluğun ve ülke dışına yasadışı sermaye çıkışının engellenmesi salık veriliyor. Kağıt üstünde şık durmasına rağmen bu hedeflerin gerçekleştirilebilmesinin amiyane tabirle fermana mahsus olduğunu kabul etmek gerekiyor.
IMF verilerine göre GSYİH’lerinin yüzde 50 ila yüzde 65’i kayıtdışı olduğu tahmin edilen Benin, Tanzanya ve Nijerya gibi örnekler gözönünde bulundurulduğunda benzer durumdaki birçok Sahra-altı Afrika ülkesinde vergi tabanının genişletilmesi zor görünüyor.
Hammadde ihracatına dayalı ekonomik yapının dönüştürülmesi önerisi ise esasen kendi içerisinde tezat teşkil ediyor.
Zira kalkınmanın finansmanı için bu dönüşümün gerekliliği aşikar olmakla birlikte, en başta böylesi bir politikanın hayata geçirilmesi muazzam ölçekte kaynak gerekiyor.
Yolsuzluk ve ülke dışına yasadışı sermaye çıkarılmasının engellenmesi de öyle kolaylıkla üstesinden gelinebilecek sorunlar değil.
Çünkü dünyanın diğer coğrafyalarına benzer şekilde Afrika ülkelerinde de yolsuzlar ve hırsızlar ile onlardan hesap sorması gerekenler aynı kişiler; yani iç içe geçmiş siyasi ve ekonomik elit.
Bununla bağlantılı olarak AAAA’da Afrika ülkelerinin altyapı sorununun çözümüne katkıda bulunacağı ve kalkınma için finansman sağlayacağı belirtilen doğrudan yabancı yatırımların önünde iki temel engel bulunuyor.
Birincisi, kıta ülkelerinin büyük çoğunluğunda yatırım ortamının elverişli olmaması. Ki bu çoğu zaman siyasi elitin işine geliyor ve bu alanda kaydadeğer bir iyileştirme yapılmasından sarfı nazar ediliyor.
Zira bu sayede siyasiler ve şebekeleri, yabancı yatırımcının iş kurmasına “yardımcı olmak” suretiyle şahsi çıkar elde ediyor.
İkinci engel ise ülkede altyapının yeterince gelişmemiş olması. Örneğin sorunsuz işleyen bir elektrik şebekesi ve ulaşım ağı olmaması, tarım alanında iş kurmak isteyen bir yatırımcının kararını olumsuz etkileyebiliyor.
Anılan belgede zikredilen diğer bir kalkınma finansmanı aracı da borçlanma konusu.
Kısa ve uzun vadeli kalkınma planları ve bütçe dengesi için dış kaynak bulunması ve bu borçların geri ödenmesi, Afrika ülkelerinde sürekli sorun olageldi.
1973 petrol krizinden sonra sürekli artan borçlar karşısında Afrika ülkeleri, 2000’li yıllarda kaydedilen yüksek ekonomik büyüme oranları ve borçlarının hafifletilmesi/silinmesi girişimleri sayesinde nispeten rahatlamıştı.
Ancak IMF’ye göre Sahra-altı Afrika ülkeleri son yıllarda, 1990’lara benzer şekilde kontrolsüz bir borçlanma sarmalına girmiş bulunuyor.
Öte yandan, borçlanma hususunda kıta ülkelerinin asıl sorununun borçların vade ve faizleri olduğunu belirtmek gerekiyor.
Kredi derecelendirme kuruluşlarınca Afrika ülkelerine verilen notlarının düşük oluşu borçların maliyetini, yani faiz oranını artırıyor.
Örneğin, Afrika’nın en hızlı büyüyen ülkesi Etiyopya ile en istikrarlı ülkelerinden Senegal’in kredi notları, son 10 yıldır “çöp seviye”de (junk status) tutuluyor.
Dolayısıyla Afrika’nın borç sorununda sorumluluğun önemli bir kısmının kıta dışı aktörlerde olduğunu söyleyebiliriz.
Yine AAAA dahil kalkınmanın finansmanına ilişkin son dönemde kabul edilen tüm uluslararası belgelerde diaspora dövizlerine özel önem atfedildiği görülüyor.
Ülkemizde yaygın şekilde “işçi dövizleri” olarak adlandırılan bu kaynak, son yıllarda Afrika bağlamında önemli bir artış gösterdi.
Örneğin 2016 yılında Liberya’nın GSYIH’sinin yüzde 26’sının diaspora dövizlerinden kaynaklandığı biliniyor.
Bahsekonu rakamlar kaydadeğer olarak algılanıyor. Ancak makroekonomik politikalarla desteklenmediği sürece diaspora dövizleri hanehalkı düzeyinde yoksulluğun etkilerinin azaltılmasından öteye geçebilen bir etki meydana getiremiyor.
Son olarak resmi kalkınma yardımlarının kalkınmanın finansmanına olan etkisine bakmak icap ediyor.
Bu yardımlar Sahra-altı Afrika ülkeleri için kritik bir finansmanı kaynağı.
Nitekim Dünya Bankasına göre 2018 yılında “donor darling” olarak nitelendirilen Etiyopya ve Ruanda’nın aldığı resmi kalkınma yardımları, bu ülkelerin merkezi yönetim harcamalarının yüzde 50’sinden fazlasına tekabül ediyor.
Fakat bu durum, Afrika ülkelerinin büyük çoğunluğu için geçerli değil.
Dahası gelişmiş ülkelerin, milli gelirlerinin yüzde 0,7’sini kalkınma yardımı olarak vereceklerine dair yarım asır önce verdikleri söze, aradan geçen süre zarfında çok da sadık kalmadıkları anlaşılıyor.
Bu minvalde 1970 yılından bu yana OECD Kalkınma Yardımları Komitesi (Development Assistance Committee-DAC) üyesi ülkelerce sunulan yardımların ortalaması, toplam GSYIH’lerinin yüzde 0,4’üne tekabül ediyor.
Bu oran 2018 yılı itibariyle yüzde 0,3’e kadar düşmüş durumda. 2019 yılında sadece beş ülke yüzde 0,7’lik taahhüdünü yerine getirdi.
Sonuç
Netice itibarıyla, Afrika’nın yaklaşık bir asırlık kalkınma serüveninde şüphesiz belli bir mesafe katedildi.
Ancak, gelişmiş ülkelerle arasındaki sosyo-ekonomik kalkınma farkının hem nitelik hem nicelik olarak kapandığını iddia etmek güç.
Finansman sorunun önemli rol oynadığı bu durumun ortaya çıkmasında Afrika ülkeleri siyasi elitlerinin, kalkınmanın önünde engel teşkil eden yapısal ekonomik problemlere çözüm bulamamalarından kaynaklanıyor.
Üstelik bahsekonu yönetici elitin önemli bir kısmı, dış dünyayla ilişkilerinde halklarının yararını gözetmeyebiliyor.
Kıta dışında ise en az 70 yıldır kalkınma gündemiyle meşgul olan uluslararası toplum, azgelişmiş ülkelere kaydadeğer miktarda kalkınma yardımı sağlamış değil.
Buna ek olarak nitelikli destek sayılabilecek insan kaynaklarının gelişimi ve teknoloji transferi gibi kritik alanlarda sınıfta kalıyor.
Öte yandan, içerisinden geçmekte olduğumuz pandemi gibi küresel ekonomiyi doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen krizlerin de kalkınmanın finansmanı araçlarını olumsuz etkilediği görülüyor.
Bu bağlamda Afrika ülkelerinin, sürdürülebilir kalkınma hedeflerinde mesafe katetmek bir yana, mevcudu korumakta güçlük çekecekleri tahmine müsait.
Önümüzdeki üç-beş yıl boyunca pandemi kaynaklı ekonomik sıkıntıların telafisine odaklanacakları anlaşılıyor.
Diğer taraftan bu durum uluslararası topluma, uygulanma dönemi 2030 yılında tamamlanacak olan Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin nihai raporunda, muhtemel başarısızlığı açıklamak için “nitelikli bir mazeret” sunacak gibi.
Sonuçta kalkınma konusu, azgelişmiş ülkeleri yatıştırmaya yarayan ve idare-i maslahattan fazlasını vadetmeyen zirveler, konferanslar ve küresel hedefler aracılığıyla gelecek onyıllarda da uluslararası toplumun gündeminde kalmaya aday görünüyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish