Dünya ibretle izledi.
Mübarek Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanı değil de, Osmanlı İmparatorluğunun Şeyhülislamı idi sanki.
Kendi ifadelerine göre,
‘Osmanlı'da kılıçla mindere çıkılır, vaaz verilirmiş.
Kılıç vaaz verenin sağ elindeyse, ülkede savaş ve fetih hali varmış.
Kılıç sol elindeyse barış hali varmış.’
Dikkat ettim ‘sol elini’ gayriihtiyari yer yer uzatsa da, kılıç genellikle sağ elinde kaldı.
İyi şimdilik ülke savaş belasından kurtuldu (mu?) dersiniz demeye kalmadan, bir fotoğraftan hatırladık; ‘IŞİD lideri de elinde kılıçla hutbe okuyordu.’
Bir de ‘kılıç hakkı’ diye ‘uyduruk’ bir hak ortaya atıyorlar.
İslam’da kılıç hakkı var mı?
Kimileri belirli ölçüler koyuyor ve genellikle bu aşırıcılığı ‘Müslüman ülke savaş halindeyse var’ düşüncesiyle açıklıyor.
O halde bari birileri de ‘Müslüman Türkiye, hangi Müslüman olmayan, kafir ülkeyle savaş halinde’ bunu açıklasa da öğrensek.
Ayrıca Türkiye laik bir ülke değil miydi?
Muhammed’i İslam böyle bir şey değil, olmamalı da.
Bu Emevici/iktidarcı İslam’ın fetihçi karakterine tekabül ediyor.
Osmanlı fetihçiliğinin İslam’ı siyaseten araçsallaştırmasına da tekabül ediyor bu.
Maalesef totoloji; Dünya homojen değildir
Doğa ve yaradılış homojen değildir.
Çeşitliliktir.
Toplum ve toplumsal yaşam çeşitliliktir.
Çeşitliliğin doğa ve insan dünyasında istisnasız ‘dönüştürdüğü’ ya da bir başka biçimde ayıkladığı karşılığı vardır.
Çeşitlilik canlılar dünyasının yaşamsal denge kuralıdır.
Türlü canlıların ve insanın yaşam özgürlüğünün dokunulmaz ve devredilmez bir hak olarak içsel kabulü fonksiyonel farklılıkların bükülmezliği yasasının gereğidir.
Mücadele sürecek, yasa hükmünü yürütecek, yaşadığımız topraklardan, konuştuğumuz kürsülere, ibadet alanlarına kadar bütün yaşam alanlarımız bir şekilde kamusallaşacak, ortaklaşacak, güvenceye kavuşacaktır.
Orta zamanlardan kalma siyaset yönlendirmeleriyle insanları ve inançlarını yönlendirmenin sınırları vardır.
İslamiyet ve mabet
Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah mutlak güç sahibidir.
(Hac süresi)
Nitekim başlangıcından itibaren İslamiyet’te, kiliseleri camiye dönüştürmek veya yok etmek gibi bir dini davranış biçimi kabul edilmezdi.
Allah’ın çokça zikredildiği çeşitli mabetlerin korunmasını sağlayan bu dengeyi muhafaza etmek gerekirdi.
Bunun herhangi bir şekilde gerçekleşmesi durumunda adalet, bu dengenin yeniden kurulması yönünde tecelli edecektir.
Hz. Muhammed'in sünnetlerinden biridir çünkü bu!
Kur'an’ı Kerim’de bu durumu bütünüyle açığa kavuşturan bir diğer ayet ise şöyledir:
Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olan kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan menetmez. Şüphesiz Allah, âdil davrananları sever.
(Müntehine süresi)
Bundan dolayıdır ki düşmanlar arasında merhamet ve sevginin ikame olması için ‘mabetleri yıkmak ve sürmek’ gibi iki eylemden sakınılması gerekiyor.
Ola ki Allah sizinle, içlerinden düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi (ve yakınlık) koyar. Allah, hakkıyla gücü yetendir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
(Müntehine süresi)
Kur'an-ı Kerim’in bu yasağını ihlal etme haline karşı özellikle halifelerin tutumu ne olmuştur?
Halife Ömer, Kudüs'te bir kiliseyi ziyareti sırasında namaz vaktinin girmesiyle birlikte kendisine namaz kılması için yer gösterilince şöyle cevap verir:
Benden sonra bir emirin ya da cahil birinin bunu kendisi için delil olarak göstermesini istemem.
Halife Ömer teslim alınan bir Süryani Kilisesine uğruyor ve Süryani rahiplerine şunları söylüyor;
Ben tedbir almadan dönersem Müslümanlar burayı tahrip edebilir. İaşesi size ait olmak üzere burada bir grup savaşçıyı kiliseyi korumak için bırakayım. Müslümanlar bu duruma alışana kadar kalsınlar.
Cemaatin canına nimet, sevinerek kabul ediyorlar. Savaşçılar, rahipler ‘Kendimizi güvende görüyoruz, gidebilirsiniz’ deyince gidiyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk ve Ayasofya
Fatih Sultan Mehmet’in 1453 tarihinde Konstantinopolis'in fethi ile camiye dönüştürülen Ayasofya Kilisesi, 1934 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından müze olarak hizmete açılacaktı.
Fatih’in tavrı Osmanlı İmparatorluğu'nun fetihçi karakterinin gereğiydi.
Mustafa Kemal Atatürk laikti.
Türk modernleşmesini de, imparatorluğun Türk bakiyesi ile sınırlayacaktı.
Hititlere kadar uzanan kök arayışı üzerinden yeni Türk ulusunu inşa etme gibi bir toplum mühendisliği projesini önüne koyacak, Osmanlı’ya bir tür ‘redd-i miras’ tutumuyla yaklaşacaktı.
DAHA FAZLA OKU
-
Tarihten Cumhuriyet Türkiye’sine Ayasofya serüveni (1)Node ID: 216296
Ama yine de 1923 ile 1934 yılları arasında 11 yıl, Fatih’in Ayasofya’ya biçtiği statüye dokunmayacaktı.
Ancak 1934 yılında ülkenin varlık koşullarıyla doğrudan ilgili yeni durumların getirdiği siyasal nedenlerle Ayasofya’nın müze olarak hizmete açılmasını sağlayacaktı.
Dikkat edelim…
Ayasofya’yı kilise yapmayacak, insanlığın tarihsel miras değerleri kapsamında müze yapacak, müze mülkiyetini ve işleyişini ilgili başka bir devletle de paylaşmayacak, müze üzerinden dışarıya “dünyada barış” mesajı verecekti.
Kuldan yurttaşa, padişah mülkiyetinden millet mülkiyetine geçen bir Cumhuriyet Türkiye’sine karşın,
Fatih’in Ayasofya’ya biçtiği mülkiyet statüsüne dokunma düşüncesi de yoktu.
Nitekim...
Ayasofya 1934 yılında müze olarak hizmete açılacaktı ama 19 Kasım 1936’da düzenlenen tapu kaydında şöyle yer alacaktı:
Vasfı: Türbe, Akaret, Muvakkitname ve Medrese Müştemil
Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi
Sahibi: Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı
Mustafa Kemal Atatürk, siyaset stratejisi bakımından da akıllıca bir şey yapmıştı.
Ayasofya’yı her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği bir müze olarak hizmete açarak, Batı'da geleceğini “Afrika’da ve Asya’da” arayan faşist bir İtalya üzerinden “dünyada barış” mesajı verirken, dini ve milliyetçi duyguları araçsallaştıran kesimlere ve ülkelere de sınır çekmiş oluyordu.
Sonuçlara bakalım:
Atatürk bunu yaptı diye ülkenin saygınlığı mı azaldı?
Her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği bir müze gerçekliği neyin ifadesi?
Öyleyse neden?
“Tarihe ihanet” cümlesinin bir açıklaması olmalıdır!..
Ayasofya sorunu çözüldü mü?
Ayasofya dünyada başka örneği olmayan bir mekandır.
Kelimenin geniş anlamıyla onu insanlığın ortak değeri olduran özelliklere sahiptir.
Hiçbir dine ait olmayan bütün dinlere ve insanlığa ait bir müze olarak kalması en uygunu olacaktı.
Şimdi sorun çözüldü mü?
Aksine belirsizleşti.
Görünen Türkiye’nin dünyaya daha bir fanatizmin egemen olduğu, ortak değerler diye bir kaygısının olmadığı bir fotoğraf verdiğidir.
Türkiye’nin daha bir yalnızlaşacağı ve giderek daha çok uluslararası ilişkilerden dışlanacağı, özellikle ekonomik anlamda ciddi sıkıntılar yaşayacağıdır.
Öyle ki Batı dünyasından gelen yaygın tepkileri geçelim…
Ortadoğu'da dahi alimlerin büyük çoğunluğu bunun İslam’ın ve Müslümanların çıkarlarına olmadığını söylüyor:
‘Dünya üzerinde İslam dinine iyi gözle bakılmadığını,
İslam adına atılan bu tür adımların,
yapılan şiddet ve işlenen suçların hepsinin bunu beslediğini,
Suriye ve Irak’ta kiliselerin yıkılması, insan haysiyetine ve onuruna dokunulması daha sonra gelen nesillerce de unutulmayacak kötü izlenimler bıraktığını hatırlatıyor.’
‘İslam’ın gereği’ yanılsaması üzerinden tarih yazıldı farzedelim
Ve yine soralım, sorun çözüldü mü?
Mabetleri dönüştürmek veya yok etmek Kuran-ı Kerim’de belirtildiği üzere dini davranış olmadığı, ‘bunun herhangi bir şekilde gerçekleşmesi durumunda adaletin, bu dengenin yeniden kurulması yönünde tecelli edeceği’ bilinmez mi?
Sıfır sorundan, Kürtlerle barış sürecinden içeride ve dışarıda sonu gelmez ölümlere… Suriye’den Libya’ya ardı arkası gelmez savaşlı, çatışmalı sorunlara…
Trump ile ve Putin arasında sıkışmışlığa…
Kendisi zaten ağır bir sorun yaratan Ayasofya’nın ve ardı gelmesi muhtemel ki atılacak yeni adımların, açılan bütün bu derin yaralara merhem olacağı mı sanılır…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish