“Yeni ırkçılığın ‘kirli’ ötekileri; Kürtler, Aleviler, Ermeniler”: Politik ve toplumsal sistem ırkçı-ayrımcı ise medya da bu sistemin parçasıdır

Doç. Dr. Hatice Çoban Keneş, Türkiye’de gelişen “yeni ırkçılığı” Independent Türkçe’ye anlattı. Keneş, "Irkçılık yasak ama 'yeni ırkçılık' serbestçe dolaşımda" dedi

Munzur Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hatice Çoban Keneş, yaklaşık 5 yıllık bir çalışmanın ardından Prof. Dr. Ülkü Doğanay’ın danışmanlığında kaleme aldığı “Yeni Irkçılığın ‘Kirli’ Ötekileri Kürtler, Aleviler, Ermeniler” kitabında, Türkiye’de gelişen “yeni ırkçılığa” dair araştırmalarını yayımladı.

Doç. Dr. Hatice Çoban Keneş ile Kürtler başta olmak üzere Aleviler, Ermeniler, kadınlar, farklı cinsel yönelimler ya da “ötekileştirdiğimiz” tüm kesimlere yönelik dilsel ve söylemsel araçlarla yoğunlukla medyada üretilen ve dolaşıma sokularak yaygınlaştırıldığını söyledi.

Keneş, “muğlak-belirsiz" görünümler arkasına yerleşen ayrımcı-ötekileştirici dil ve söylemin “sıradan insanların” gündelik konuşmalarında ve davranışlarında yer etme biçimlerini hakkında araştırmalarının detaylarını paylaştı.

“Yeni ırkçılığın” biyolojik temellere dayanarak üretilen ve "eski" diye raflara kaldırılan ırkçılıktan farkını olduğunu vurgulayan Keneş, ırkçılık algısındaki dönüşümü Independent Türkçe’ye anlattı.
 

Doç. Dr. Hatice Çoban Keneş (3).jpg
Doç. Dr. Hatice Çoban Keneş / Fotoğraf: Independent Türkçe


"Irkçılık yasak ama 'yeni ırkçılık' serbestçe dolaşımda"

- Öncelikle neden böyle bir kitap yazma gereği duydunuz? Tam olarak amacınız neydi? 

Bu bir doktora teziydi aslında ve daha sonra da kitap olarak düzenlendi. Irkçılığın biçim değiştirerek, dolaylı ve üstü örtük olarak dil ve söylem yoluyla üretilmesi, özellikle de medya aracılığıyla dolaşıma sokulması, yaygınlaştırılması gibi nedenler bu konuya eğilmeme neden oldu. 

Öte yandan 1950’lerden itibaren ırkçılık, ulusal ve uluslararası yasaların konusu haline geldi ve resmi düzlenme sınıf, ırk, etnik köken, cinsiyete dair ayrımcı politikalar hakikaten yasaklandı.

Şu anda bildiğim kadarıyla hiçbir ulus devletin anayasasında şu etnik kimlik, dini kimlik vb. aşağıdadır, ikincildir bazı haklardan yararlanamaz diye bir madde yok, herkes kendi ulus devletinde aynı vatandaşlık haklarına sahiptir ve anayasal teminat altındadır. Bunun altını çizelim.

Fakat bu ayrımcı pratikleri, sınırlamaya denetlemeye rağmen, ırkçılık gündelik yaşamın her alanında varlığını sürdürmeye devam etti. Sadece şekil ve biçim değiştirdi. Önceden klasik dediğimiz ırkçılık, ten rengi, göz rengine, soya çekim gibi nedenlerle kendini meşrulaştırırdı.

Biz ırkçılık dediğimizde aklımıza ilk gelen de siyahilere geçmişte yasal olarak da uygulanan muameleler gelir. Örneğin, siyahlar beyazlardan ten rengi nedeniyle aşağıdadır ve ikincildir. Aynı taşıta binemezsiniz, aynı yerde oturamazsınız ve siyahlar yasal olarak da beyazlara tabidir vs.

Ancak ayrımcı pratikleri sınırlamaya, denetlemeye, hatta gerektiği yerde yasaklamaya yönelen bütün önlemlere rağmen ayrımcılık, biçim değiştirdi ve gündelik yaşamın içine sızmış ama görünürlüğü azalmış olarak önemli bir sorun olmayı sürdürüyor.

Ayrımcılığın dolaylı biçimleri, özellikle medyanın yaydığı gündelik yaşamın hemen her alanına dair mesajlarda kendini gizleyen, sıradan, ilgisiz bir haberin ya da metnin satır aralarında kaybolan ama yakından bakıldığında pekâlâ ırkçı olarak nitelenebilecek yargılarla üretiliyor.

Yani dil ve söylemle son sürat devam ediyor “ötekileştirici” yargılar. Bu önemli bir sorun, bir arada yaşamayı zorlaştıran, can yakıcı, cana mâl olan bir sorun. 


"Hemen herkes belli bir konjonktürde, birden kendini ırkçı söylemler içinde bulabilir"

- Irkçılık nedir ve nasıl ortaya çıkıyor?

Irkçılık, ideolojik anlam yükleme süreci. Kime? Hâkim değerlerin dışında kalan herkese ideolojik anlam yüklüyoruz. Yani gerçekliği yok ama sosyal imgeler oluşturuyoruz. Öteki olarak işaretlediğimiz kesimlere yönelik imgesel anlam yüklüyoruz olumsuz olarak. Bu anlamda ırkçılık biçim değiştirdi, şekil değiştirdi.

Meselenin yasalarda çözülmüş olması gündelik hayatta olmadığını da gösterir mi? Hayır. Çocukların istismar edilmesi, onlara tecavüz edilmesi yasal mı? Hayır! Yok mu oldu? Hayır! Hatta yakın zamanda Şırnak’ta, Batman’da yaşananlarla yeniden sarsıldık. Kadına şiddet yasal mı? Hayır! Ancak var. Her gün birkaç kadın öldürülüyor.
 

Pınar Gültekin İHA.jpg
Muğla'nın Ula İlçesi'nde 5 gündür kayıp olan 27 yaşındaki üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’i cansız bedeni ormanlık alanda bulundu / Fotoğraf: İHA


Bakın yine Muğla’da vahşice öldürülen Pınar Gültekin cinayeti var ve erkek fail, reddediliyor ve “kıskançlık yüzünden öldürdüm” diyor. O kadar normal sıradan bir şeymiş gibi izliyoruz ki artık. Medya olarak 'kıskançlık yüzünden' diye başlık atamazsın; atarsan meşrulaştırmış olursun. Gerekli önlemler alınmadığı sürece her kadın potansiyel kurban ve her erkek de potansiyel birer katil.

Irkçılık da yasal değil; ama var ve hem de daha gizli,daha dolaylı daha sinsi bir şekilde var artık. Bu anlamda ortadan kaldırmak daha da zor. O nedenle “yeni ırkçılık” diyoruz; hem tanımlamak ve ortaya çıkarmak hem de onunla mücadele için yeni yöntemler geliştirebilmek için. 

Irkçılık kelimesini dile getirdiğimizde “Yok ya Türkiye’de ırkçılık yok. Dünyada ırkçılık yok” diye bir itiraz yükselir. Doğru, bildiğimiz klasik anlamda ırkçılık yok; ama daha çok gündelik dilde, söylemde dolaşıma giren üstü örtük olarak aşağılanmaya, bütün farkları tıpkı biyolojik bir ten rengi farkı gibiymiş gibi temel alan ayrımcılık biçimleri var.

Yani her türlü farkı dışlanmaya dönüştüren, ırk gibi muamele yapan bir ayrımcılık var. Daha da önemlisi cinsiyet temelli, dini, etnik temelli işleyen farklı ayrımcılıkları da bir arada, birbirine iliştirerek üretilen bir ırkçılık var günümüzde. Dolayısıyla çok eklemli, gevşek, sınırları belirsiz, muğlak ve tam olarak üretenler şu kesimdir diyeceğimiz bir ırkçılık da yok. Hemen herkes belli bir konjonktürde, birden kendini ırkçı söylemler içinde bulabilir. 


"Yeni ırkçılık bir arada olmanın ‘uyuşmazlığı’ üzerinden kendini meşrulaştırmaya çalışıyor"

- Bu kavram nasıl açığa çıktı?   

Esasen 1970’lerde ırkçılık çok tartışılıyor yeniden, çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra harabeye dönen Avrupa’yı inşa etmek için üçüncü dünya ülkelerinden Avrupa’ya ucuz iş gücü olarak gidenlerin yerleşmesi, kuşaklar oluşturması 1970’ler itibarıyla sorun olarak görülmeye başlıyor ve yabancıların dışlanması, istenmemesi üzerine başlayan tartışmalarla birlikte kavram üzere yeniden düşünülmeye başlanıyor.

70’lerde artık bu yabancılar “çok oluyor” ve geri gönderme veya onları dışlamaya yönelik söylemler dolaşıma giriyor. 

Esasen ilk olarak Martinikli Sosyolog ve ırkçılık karşıtı siyahi aktivist Frantz Fanon’un; “kendi topluluğumuzun kültürünün, yaşayış biçiminin, diğerlerinin kültürlerinden üstün olduğuna dair inancın, günümüz ırkçılığının devamlılığını sağladığını” söyleyerek adlandırdığı bir kültürel ırkçılık kavramlaştırması var.

Buna atıfla Martin Barker tarafından “yeni ırkçılık” kavramlaştırması ortaya çıkıyor. “Kültürel ırkçılık” ya da “yeni ırkçılık”tan kasıt ise yani “Biz kültür olarak farklıyız, diğerlerinin kültürel özellikleri bize uymaz, ya ayrı olmalıyız ya da aynı olmalıyız” söylemidir ve günümüz modern, yeni ırkçılığının temel argümanı da esasen budur.
 

ırkçılık.jpg
Fotoğraf: Agos


Taguieff, biyolojik üstünlükten kültürel ırkçılığa doğru olan bu dönüşümü biyolojik çağrışımları olan “ırk” kavramı yerine, etnisite/kültür“eşitsizlik” yerine “farkçılık” kavramlarıyla özetler.

1970’lerin başından itibaren ırkçı ideolojinin sahip olduğu bu nitelikler nedeniyle ırkçılığı eski kavramlarla tanımlamanın eksikliğine vurgu yapan Taguieff, kavramın hem içeriğini değiştirmek gerekliliğine hem de ırkçılık karşıtı mücadelenin bu dönüşümü dikkate alarak yeni yollar bulması gerektiğine vurgu yapar.

Bazı halkların diğerlerinden üstünlüğü üzerine kendini kurmaktan daha çok, kültürel farklılıkların bir arada yaşamaya engel olduğunu ileri süren, farklı kültürler arasındaki sınırları kaldırmanın ve farklı yaşama biçimlerinin, gelenek ve göreneklerin bir arada olmasının “uyuşmazlığı” üzerinden kendini meşrulaştırmaya çalışan yeni ırkçılığın bu halini Etienne Balibar da, Pierre A. Taguieff’e atıfla “ırksız ırkçılık” ya da “yeni ırkçılık” olarak adlandırır.

Aslında adlandırma çok da üzerine tartışacağımız bir şey olmamalı, “ırksız ırkçılık”, “kültürel ırkçılık”, “yeni ırkçılık” da diyebiliriz. Esas mesele ırkçılığın farklı biçimde gündelik alanda üstü örtük, dolaylı biçimde dilsel ve söylemsel olarak üretiliyor olması ve nihai noktada da linçlere, yok etmeye varabilmesidir. 


"Eğer politik ve toplumsal sistem ırkçı-ayrımcı ise medya da bu sistemin parçasıdır, bunu kabul edelim"

- Türkiye’de medyada kullanılan ırkçı söylemlere gelmek istiyorum. Gerek dijital gerekse görsel medya kuruluşlarının çoğunda ve sosyal medyada ırkçı söylemlere sık sık karşılaşıyoruz. Bu söylemlerin kaynağı ne? Toplumdan mı medyaya yansıyor, yoksa medyadan mı topluma yansıyor? 

Medya dediğimiz yapılanma zaten eğer ayrımcı bir sistem varsa ona eklemlenir, yani ırkçı bir sistemin parçası olur. Irkçı bir sistemin ürettiği söyleme, dille eklemleniyor medya da. Medya kendi başına pirü pak bir yapı değil ki. Yani medyanın sahiplerine baktığınızda, sermaye ile ilişkisine baktığınızda bu çok daha yerli yerine oturabiliyor.

Medya da hâkim değerlerin, hâkim söylemlerin, hâkim ekonomik yapılanmanın bir parçasıdır. Dolayısıyla o sistemi devam ettiriyor. Elbette kendi başına ırkçılık, ayırımcılık üretiyor ama içinde bulunduğu ayırımcı sistemin de devamıdır. 

Kitapta yaptığımız çalışma ise biz sıradan insanların, izleyicilerin medyada üretilen ya da medya tarafından dolaşıma sokulan bu ırkçı ayrımcı yargıları yeniden nasıl ürettiğimiz, bu yargılarımızı nasıl akla, mantığa uygun kılarak, gündelik hayatlarımızda üretmeye devam ettiğimizdir.

Burada şunu diyebiliriz; medya ayrımcılığın üretildiği, dolaşıma sokulduğu birinci anlamlandırma düzeyi olarak ele alınırsa sıradan medya takipçilerinin gündelik hayatlarında yeni ırkçı söylemleri ikinci kez nasıl ürettiğine bakmak ise esasen ikinci anlamlandırma düzeyine bakmak olarak görülebilir.

Bu açıdan medya bir ayna, bize belli bir anda ırkçı ayrımcı söylemlerin düğüm noktalarını gösteriyor. Ne makbul, ne değil, ben bunu en kestirme medyadan görüp daha sonra da bizlerin-medya izleyicilerinin bu ırkçılığı-ayrımcılığı yeniden aynı şekilde nasıl ikinci kez anlamlandırdıklarını ürettiklerini ortaya koyabilirim.
 

Doç. Dr. Hatice Çoban Keneş (2).jpg
Fotoğraf: Independent Türkçe


Bu anlamda aslında medya aslında bize belli bir dönemde, belli bir konjonktürde o ülkenin -ki bu tüm dünyada böyle sadece Türkiye’de demek haksızlık olur- hakim olmayan, “biz”in dışında bırakılan “öteki”nin, azınlıklaştırılan kesimlerin kimler olduğunu görmenin en kestirme yolunu gösteriyor.

Medya aslında aşağılanan, yok sayılan, “biz” imgesinin dışında tutulanlara ilişkin bir ayna tutuyor bize. 2020 Türkiye’sinde haberlere, köşe yazılarına baktığımda orada aşağılanan, yok sayılan, “biz” imgesinin dışında tutulanlar kimlerdir. Bunları söylem ve dil aracılığıyla, seçilen sözcüklerden görüyorum. 

Mesela içinde bulunduğumuz şu anda medyada yer alan bazı haberlere bakalım;

Camii ve mescid dışında herhangi bir yer ibadethane olarak kabul edilemez.

Ana akım medyada yer alan bir gazete haberi. Burada ne görüyoruz hâkim dinin mensubu olmayanlara yönelik bir dışlama var değil mi? Yani, cemevleri ibadethane olarak kabul edilemez deniyor.

Bir diğer örnek haber; “Meğer Kürtler Türk, Kürt Alevi’si Ermeni imiş” şimdi sıradan bir okuyucu olarak alıyorum bu haberi ve bu haber, benden etnik homojenlik talep ediyor. Yani “Türkiye’de Kürt yok, Kürt Alevi yok”.

Başka bir haberde de “100 bin Ermeni’yi sınır dışı ederiz” deniyor. Yani 'Bunlar vatandaş değil ve ülke dışına gönderilebilir mi?'yi görüyorum.

Bir diğer haber, “Kürtçe krizi devam ediyor”; burada da “Kürtçe demek ki krize neden olan bir şey” olarak görüyorum.
 

Kürt aileden eşcinsel çocuklarına infaz iddiası

Bu haberde de etnik kimliğe, cinsiyet yönelimine ve kültürel değerlere dair çoklu ayrımcılık var. Bu çoklu ayrımcılıklar birleşiyor ve bir kesime yani bu haber örneğinde olduğu gibi Kürtlere karşı ayrımcı yargılar üretebiliyor.

Başka bir haberde “Kürt kadını hem töre hem terör kıskacında” burada da hem cinsiyete, hem etnik kimliğe yönelik çifte ayırımcılık var. Yeni ırkçılık böyle bir şeydir. Yeni ırkçılığın eklemliliğinden söz ederken bunu kastediyoruz.

Yeni ırkçılık gerektiğinde cinsiyetçilik, gerektiğinde etnik kimlik, gerektiğinde dini kimlikleri ayrımcılık aracı olarak kullanabiliyor. Dolayısıyla çok eklemli, çok muğlak, yüzer-geçer bir nitelik de gösteriyor ve konjonktüre göre de değişiyor. 

Mesela birkaç gün önce Şırnak’ta yaşanan çocuk tacizi vakasından sonra başka bir kamu görevlisi yaşanan tacizi haklılaştırmaya dönük ırkçı/ayırımcı söylemi nasıl üretti;

Zaten onlar küçük yaştaki çocukları 60-70 yaşındaki biriyle evlendirebiliyor …

Burada ne var?.. Etnik ve cinsiyet temelli ayrımcılık bir arada. Tam da budur yeni ırkçılık dediğimiz sorun. Yeni ırkçılık farklı ayrımcı ideolojilerle birleşebiliyor ve çoklu ayrımcılığı bir kesime karşı yöneltebiliyor, haklı kılmaya, normalleştirmeye çalışabiliyor.


"Yeni ırkçılığı anlamak kendimize de bir ayna tutmamızı sağlayacak"

- Peki, medyanın bize sunduğu bu anlam haritalarıyla hareket etmek gündelik sıradan konuşmalarımıza nasıl etki ediyor ya da ırkçı, ayrımcı yargıları üretmemizde nasıl bir etkiye sahip?

Medya her yerde, sözel ve işitsel kodlarla ürettiği içeriklerle, hızla dolaşıma soktuğu yargılarla ve elbette bir keyfilik süreci içinde bizi zorlamaksızın etkiliyor zihinlerimizi. Bir temsil ve anlamlandırma sistemi olarak medya aracılığıyla dolaşıma giren diziler, reklamlar, haberler, klipler vs. her şey bize bir anlamlandırma haritası sunuyor.

Bu haritada kelimelere nasıl anlam yüklendiğini öğreniyorum, neyin makbul, neyin makbul olmadığını, nasıl davranırsam nasıl sonuçlar alacağımın bilgisini öğrenebiliyorum. Mesela gündelik konuşmalarda aslında bazen başkası kullandığında razı olmadığımız, itiraz ettiğimiz kelimeleri kullanırken bulabiliyoruz kendimizi.

Kavramlar öyle yerleşmiş ki bizler “adam akıllı, adam gibi” ya da “insanoğlu, bilim adamları” gibi kavramları kullanarak cinsiyetçi bir dil kullanıyoruz ve bunun kadını yok sayan ve her şeyi erkeklik üzerinden tanımlayan bir ayırımcılık olduğunu bile fark edemiyoruz. Aslında bu açıdan yeni ırkçılığı anlamak kendimize de bir ayna tutmamızı sağlayacak. 

Öte yandan sahiden KürtlerAleviler, Ermeniler, yabancılar, Ruslar.. yani bilmediğimiz kesimlere dair var olan bilginin kaynağı nereden; Doğu’nun gelişmemiş olduğunu, doğudakilerin çocuk yaptığını, feodal ilişkiler içinde olduğunu, töre cinayeti işlediğini ya da Yahudileri hiç görmesek de temas etmesek de Yahudiler hakkında ya da Çingeneler hakkında sahip olduğumuz fikirlerin kaynağı nedir acaba, nereden biliyoruz öyle olduklarını ya da olmadıklarını?

'Aleviler yıkanmaz' gibi ırkçı yargıları bu insanlarla hiç temas etmesek bile biliyorsak burada söylem ve dilin etkisinin olduğunu,en büyük suç ortağının da medya olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunlar hakkında medya bana bir harita sunuyor.

Çocukluktan itibaren maruz kaldığımız söylem dünyası, çizgi filmlerden tutun, reklamlara, haberlere dizilere zorlama olmadan baktığımız o dünya kavramları anlamlandırıyor ve bizler de o kavramlarla düşünmeye, görmeye alışıyoruz.

Basit bir haber kalıbı üzerinden gidelim;

Boşanmak isteyen kadın 10 yerinden bıçaklandı

Bu haber sanki durumu tanımlayan normal bir haber gibi geliyor. Ancak habere yakından baktığımızda boşanmak istemek bir suçmuş gibi, kadının bıçaklanmasının sanki haklı nedeni gibi gösteriliyor ve fail yani bıçaklayan kişi, suç işleyen kişi gizlenmiş, yani görünmez kılınmış.

'Şortlu kadın', 'çarşaflı kadın', 'türbanlı kadın', 'Suriyeli kadın', 'Ezidi kadın' vb. derken aslında bu sıfatların damgalama ve suçlama aracına dönüştüğünü görmemiz ve ona göre kullanmamız gerekir.

Gündelik dilimize de sirayet ediyor ve bir kesimin gördüğü kötü muamelenin haklılaştırılmasına, meşrulaştırılmasına ve normalleştirilmesine aracılık ediyor. Bu sözcüklerin kullanılma biçimi, sıralaması, seçimi bize bir düşünme ve görme biçimi sunuyor.
 

Doç. Dr. Hatice Çoban Keneş (1).jpg
 Fotoğraf: Independent Türkçe


"Ötekinin sesi olduğumda hangi çıkarları kaybedeceğim"

- Medya veya medya mensupları tüm bunları bilerek mi yapıyor?

Daha önce de vurguladım aslında ayrımcı bir toplumsal yapı, politik yapı içinde medya da bu yapıdan bağımsız değil. Politik söylem ayrımcı olduğunda medya söylemi de buna paralel ayrımcı dil ve söylemi üretip, yayabiliyor.

Kürt meselesini ele alalım örneğin; 1920’lerden 2020’lere kadar en azından politik söylemdeki değişimin yani önce inkar, sonra tanıyarak dışlamaya varan sürecin politik düzlemdeki etkisi elbette medyanın söylemine de yansıyor. Yakın dönemde yaşanmış olması açısından eğer gazeteler incelenirse “çözüm süreci” olarak yaşanan dönemde Kürtler hakkında yapılan haberlerle, şimdi yapılan haberler arasındaki fark çok açıkça görülecektir.

Yani politik söylem değiştikçe çıkarı gereği medyanın söylemi ve medyayla benzer şekilde aynı sistemin içinde yer alan hâkim kimlikten olan ya da hâkim kimliği kutsayan insanlar da medya gibi ve elbette medyanın da söylemi ile birlikte dilini ve söylemini değiştirebiliyor, ona eklemlenebiliyorlar. 

Medya sahiplerinin elbette ki politik, ekonomik çıkarlarını koruması kollaması ile ilgili bir durum bu. Çalışanlarının da kendi çıkarları gereği medya patronlarına, yayın ilkelerine uyum sağlaması gerekir. Yani 'Ötekinin sesi olduğumda hangi çıkarları kaybedeceğim'...

Medya sahipleri, editörleri, muhabirleri hâkim söylemin dışına çıktıklarında, iktidara muhalefet ettiklerinde, ötekinin sesi-azınlıkta olanın sesi olduklarında bunun bedelinin olduğunu biliyorlar; cezalandırma, ekran kapatma, dağıtımın engellenmesi, reklamları kesme, para cezaları, işten çıkarılma vb gibi.

Bu açıdan kadına, farklı cinsiyet yönelimlerine, çocuğa, etnik kökene, yabancılara, vs. yönelik haber kalıpları belli. Hatta ana akım dışındaki medyada bile ezberlenmiş, dışlayıcı haber kalıplarıyla haber yapıldığını, ana akım medya ile aynı dilin kullanıldığına şahit olabiliyoruz zaman zaman. 
 


"Ötekine dair gerçek anlam ve imgesel anlam arasındaki çatışmalar ırkçı fantezilerimizi besliyor"

- Kitabınızda ırkçılığın bir de fantezi boyutundan söz ediyorsunuz, bu konuyu biraz açabilir misiniz? “Öteki” hangi fanteziyi süslüyor da bu denli “öteki”ye tepki gösteriliyor? “Öteki”den ne isteniliyor? Bunu daha fazla örneklendirebilir miyiz?

Kitap kapsamında görüşülenlerin önemli bir kısmı kendilerine gösterilen haberlerde yer alan olaya-kişiye-duruma ilişkin görüşlerini sıklıkla yalın duygu ifadeleri ile birlikte ortaya koymaları oldukça dikkat çekiciydi.

Örneğin, nefret ('Kürtleri, TBMM’ye kim doldurdu?…İstemiyorum, nefret ediyorum onlardan'), sevgisizlik (Mesela 'Ben hani toplum olarak İsrail’i sevmem', 'Oldum olası sevmem zaten Fransızları), öfke ('Hırslıyım aslında ben Kürtlere') ve sevgi ('Alevileri severim') gibi duygulara işaret eden ifadelerin haberlere konu olan Ermenilere, Alevilere, Kürtlere,Yahudilere, kadınlara ya da LGBTİ’lere karşı kolaylıkla ve basitçe dile getirmiş olmalarının nedeni ne? Ya niye seviyorsun, niye nefret ediyorsun, neden yani? 

Bu aslında ırkçı söylemlerin inşasında diğer nedenler yanında duyguların nasıl bir işlevi var, ne işe yarıyor sorularını sormaya yol açtı.

Hani şu denilebilir, “Ne var bunda” pek çok olay ya da durum karşısında kişilerin kendilerini anlatma tarzının olağan bir sonucu diyebiliriz duygularımızı dile getirmek. Nitekim insanlık dışı olduğu düşünülen bir olay-durum karşısında üzüntü, öfke duyma, olayın faillerinden nefret etme herkesten beklenilen neredeyse sıradanlaşmış duygulanımlardır.

Ancak yeni ırkçılığı anlayabilme ve eklemleyici söylemsel pratiklerin yeni ırkçı ideoloji içinde işleyişini açığa kavuşturma çabası, bu yalın-basit duygu ifadelerinin kendini açıklayan gerçekliğine yoğunlaşmanın ötesine geçmeyi gerektiriyordu. İşte bu noktada, görüşmeler sırasında dile getirilen “üzüldüm”, “seviyorum”, “nefret ediyorum”, “öfkelendim”, “itici buluyorum” “tiksiniyorum” gibi ifadelerin işaret ettikleri gerçekliğin ötesine bakmak zorunluluk haline geldi benim için de.

Önemli olan basit duygu ifadelerinin sağladığı görünür ortaklığın neden bundan fazlasına işaret ettiğini açıklayabilmek. Bu nedenle çalışmada görüşülenlerce dile getirilen duygu ifadelerinin hangi mantık çerçevesinde işlediğini, duyguların görüşülenlerin ırkçı fantezi dünyalarının kurulmasına nasıl aracılık ettiğini ve politik bir söylemin içerisinde onun ideolojik bütünlüğünü kurarken nasıl bir işlev gördüğünü ortaya koymaya çalıştım.

Žižek’in “Yabancılara karşı ‘hoşgörüsüzlüğümüz’ neyle beslenir? Onlarda bizi rahatsız eden ve ruhsal dengemizi bozan nedir?” soruna verdiği cevap, benim kitap kapsamında yaptığım görüşmelerde de görüştüğüm kişilerin Kürtlerden, Ermenilerden, Alevilerden, Yahudilerden, yabancılardan kaynaklanan rahatsızlıklarının nedeninin ne olduğunu anlamak için de yol gösteri oldu.
 

zizek.jpeg
Slavoj Žižek / Fotoğraf: Ana Kovac


Žižek, “Ötekinde bizi ‘rahatsız eden’ ulaşılamaz travmatik ögeyle ilişkimizin” fanteziler aracılığıyla kurulduğunu söylemektedir. Bu yorum, Lacan’ın psikanaliz teorisine dayanmaktadır.

Žižek’in fantezi kavramının ideoloji alanında nasıl kullanıldığını, ötekinin ideolojik fantezinin içine nasıl girdiğini göstermek için geliştirdiği Yahudi figürüne dair analizi görüşmeler sırasında karşılaşılan “duygu ifadelerini” anlamlandırmak açısından yol gösterici oldu.  

Fantezi “öteki benden ne istiyor” sorusunu sorduruyor ve gerçek cevaptan kaçmak için de ırkçı fanteziler üretmek yoluyla rahatlamamızı sağlıyor. Mesela; Türkiye’nin birlik ve bütünlük içinde olduğunu söylüyoruz ama bir bakıyorsunuz bu birlik bütünlüğü bozan “öteki” var, Kürtler var, Ermeniler var.

Aslında birlik ve bütünlük içinde olma halinin kendisi bir fantezi. Birlik ve bütünlük içinde olunmayışının nedeni “öteki”nin varlığı değil. Birlik ve bütünlük fantezinin bizzat kendisidir.

Öte yandan gerçekle karşılaşılmış, yani “semptom” teşhis edilmiş olsa da bu gerçek bilinmesine rağmen, diğerlerinin de bizimle eşit hakları olan vatandaşlar olduğunu bilmemize rağmen neden Kürt figürü, Ermeni figürü, Alevi figürü vb. üzerinden ırkçı fantezileri üretmeye devam edebiliyoruz, “öteki” hakim çoğunluktan olanların yani “biz”im ideolojik fantezilerimizin duygusal yatırım aracı olmayı neden ve nasıl sürdürüyor.

Görüşmelerde, örneğin; Kürtlerin ”hırsız”, “ensest ilişki kuran”, ya da “pis” olarak tanımlanmasının gerçekte Kürtlerle hiçbir ilgisi yok aslında Kürt, onlar için yalnızca Kürt imgesinin damgaladığı biridir. Kürtleri tembel, bedavacı, geri, cahil, eğitimsiz, terörist gibi karakterize ettiği varsayılan özelliklerin bütün fantazmatik zenginliği aslında bununla ilgilidir.

Bir gerçek anlam var; hepimizin kardeşi, gelin, arkadaşı olan Kürtler var ki bizim gibiler, sıradan insanlar. Bir de imgesel olarak damgaladığımız Kürtler var. Irkçı fantezilerimizi de imgesel olarak ötekine yüklediğimiz aşırılıklar üzerinden üretiyoruz. 

Benim iyi olmam için ötekinin kötü, benim temiz, pak olması için ötekinin kirli olması lazım. Bunun sağladığı rahatlama, boşalma var psikolojik düzeyde. Eğer ben ekonomik düzeyde iyi değilsem bunun nedeni pis ötekiler.

Örneğin; Suriyelilerin ekonomik olarak kötü olmamızın nedeni olarak görülmesi, iş bulamamamın nedeni Suriyeliler, üniversite sınavında başarılı olamamamın nedeni Suriyelilerin sınavsız girmesi ve kontenjanları doldurması vs.

Tüm bu söylemler benim/bizim eksikliğimi/zi ve yetersizliğimi/zi kapatmaya yarıyor. Rahatlıyorum böylece. Ve asıl olarak yer değiştirme yoluyla gerçek nedenin gizlenmesine yarıyor. Yani ekonominin kötü olmasının politik nedenleri yerine Suriyelileri koyuyorum, gerçek nedeni görünmez kılmak, güçsüz konumda olanı suçlamak yoluyla rahatlamak daha kolayımıza geliyor.
 

suriyeliler reuters.jpg
Fotoğraf: Reuters


“Adam karısına boşanma davası açıyor, çünkü genç yaşta Suriyeli almış” kimi suçluyoruz burada zorla, parayla satılan Suriyeli genç kadını suçluyoruz! Suçlu kim aslında, buna izin veren yapı ya da buna sebep olan kocasıdır. Ya da “Ev kiraları Suriyeliler yüzünden arttı” diyor. Arttıran kim? Ev sahipleri.

“Suriyeliler işimizi elimizden aldı” diyorlar. Asıl mesele ne aslında hiçbir güvencesi olmadan, karın tokluğuna çalıştırılan çocuk yaştaki Suriyelilerin çalıştırılmasının patronların işine gelmesi. Burada suçlu kim buna izin veren yasalar ve çıkarları gereği bu durumu kullanan patronlar.

Ama ben ne yapıyorum, “Benim işimi elimden aldı” diyerek Suriyelilere yükleniyorum. Eee madem kolay ise sigortasız, dövülerek, maaşı verilmeyerek sen çalış…Onu da kabul etmezsin. Asıl sorumlu patronlarken, gücümüzün yettiği ve benimle eşit olmadığını düşündüklerime saldırıyorum.

Suriyeliler mahalleden giderse benim aile düzenim, benim ekonomik sorunlarım düzelecekmiş gibi rahatlıyorum; ama böyle bir şey yok aslında. Onları linç ederek rahatlamış oluyorum ama sorun çözülmüş olmuyor. 


"‘Öteki’ var olduğu; ‘biz’im tamlık hissimizi yok ettiği sürece tiksintiye neden olacak"

- Irkçılığı bu denli kolay üretmemizin nedenleri ne öyleyse, “ötekiye” tepkiyi bu denli rahat verdiren ve destekleyen nedenler ne?

Politik düzlemde de eşit ve adil olmamakla ilgili. Söylem dünyasında marjinalize edilince, sıradan vatandaş da aynı şekilde davranabiliyor. Hâkim kimlikten saymadığı birinin kendi muhitinden, şehrinden ev almasını tehdit olarak görebiliyor.

“Doğu’dan gelenler yüzünden İzmir diye bir yer kalmamış!” Bunu nasıl söyleyebilirsin, bir vatandaş olarak her yerde ev de satın alabilirsin, her yere tatile de gidebilirsin. Ama hayır eşit vatandaş olarak görmüyor ve rahatlıkla ikincilleştirebiliyor ve hak görmüyor.

Görüşmelerde mesela şunu sorduk, “Anadil hak mı?” sorusuna politik düzlemde hepsi de “Elbette hak” diyor. Ancak bunu “Kürtçe” deyince “Yok” başka bir dil ülkeyi böler ve sadece kendi anadilinin hak olduğunu söylemek için savunduğunu anlıyorsun. 
 

anadil evrensel.jpg
Fotoğraf: Evrensel


Din meselesinde de, “İnanç özgürlüğü konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sorulduğunda yanıt olarak “Elbette ki herkes inancında ibadet etmeli yapılar kurmalı” diyor. Sonra “Aleviler de cemevi kurmak istiyor, imamlar gibi maaş almak istiyor” dendiğinde “İşte o olmaz” diyerek karşılık veriliyor hemen ve inanç özgürlüğünün karşılığına hemen “inanç ve din birliği”ni koyuyorlar.

Irkçı yargıların oluşumu şöyle bir mantık silsilesi izliyor aslında; “Benim Kürt arkadaşım vardı o benden daha önce mezun oldu, daha önce emekli oldu, daha önce araba aldı. İsyan etmesi gereken biri varsa o benim” diyor. Ve arkasından bir Kürt arkadaşı üzerinden tüm Kürtlerin hiçbir hak sorununun olmadığına, hak sorunu var diyenlerin de bölücü olduğuna hükmediyor.

Başka bir görüşülen yine “Benim Kürtlere karşı önyargım yoktu, aynı okulu, aynı dersleri hatta aynı evi paylaştık. Ama bu Kürtleri bilmek için bir arada yaşamak gerekirmiş” diyor. Nasıl peki diye sorduğumda, şöyle yanıtlıyor:

Bir kere tuvalete girip, çıktığında elini yıkamıyor, pisti, kirliydi, ellerini yıkaması gerektiğini, yemek yemeyi bilmiyordu, ben ona yemek yemeği öğrettim, temiz olmayı öğrettim. Sonra eve gelip gidenler belli değildi, gelenler yurt dışına gidiyordu. Elektriği açık bırakıyordu. 'Niye böyle yapıyorsunuz?' dediğimde 'Verdiğimiz her türlü zarar karardır' diyordu.

Sonra şuydu, buydu derken ev arkadaşlığımız bitti. Bitti ve yıllar sonra beni aradı ve evlenmiş, bir de çocuk yapmış. Bir devlet kurumunda iş bulduğunu söyledikten sonra, hani ben devletimi ülkemi seviyorum; ama her şeyle ilgili siyaset, insanlarla ilgili yaşamla ilişkili bir anda elim ayağım kesildi.

Bütün inançlarımı kaybettim, ben burada olup neye katlanacağım. Gideyim bari bana saygı duyacak, yeteneklerimin görülebileceği, torpilin olmadığı, gerçekten kendi vasıflarımla hareket edeceğim özel bir yer varsa oraya gideyim.

Burada aslında Kürtlere karşı aşırılıklar yüklüyor. İlk olarak bunu yapıyor ardından, devlet memuru olamamasının, geçim zorlukları çekiyor olmasının, evliliğinin boşanmayla sonuçlanmış olmasının ve çocuksuz kalışının yani diğer bir anlatımla aslında burada bu kişi kendi travmatik gerçeğini kabullenmeyerek, bütün eksikliğini, bütün başarısızlığını bir Kürt arkadaşı üzerinden tüm Kürtlere, Kürt kimliğine olumsuzluk yüklemek suretiyle kapatmaya ve rahatlamaya çalışıyor. 

Görüştüğüm kişilerin mantık dizgeleri aynı aslında “Benim gelinim Kürt, arkadaşım Kürt, hiçbir sorunumuz yok” diyor; “Ama...”  ile devam ediyorlar. Ve hepsi de “öteki”ni mutlaka kirli olarak olumsuzluyor.

Burada mesela görüştüğüm kişilerden bazıları Alevilerin gusül abdesti almadığına, Kürtlerin el yıkamadığına, medeni yaşamın gerekliliğine uymadıklarına dair yargılarda bulundular yani kirli olduğuna hükmettiler. Şimdi burada “öteki”nin kirli olduğuna yapılan vurgunun ilk anlamı yukarıdaki cümlelerde olduğu gibi bedensel temizlik anlamında.

İkinci ve asıl anlam ise “biz”im çevremizde dolanan ve tamlık hissimizi bozan “öteki”nin çevremizde oluşunun yarattığı tiksintiyle baş etme çabasıyla ilişkili bir anlam. Dolayısıyla ilk anlam aslında ötekilere olan tiksintiye rasyonel gerçeklik yüklemek amacıyla yapılıyor. Öteki bu nedenle bedensel olarak da mutlaka kirli olmak zorundadır.

“Ben”im-“biz”im  pirü-pak olabilmesi için “öteki”nin kirli olması gerekiyor. Aslında “öteki” var olduğu sürece, “biz”im tamlık hissimizi yok ettiği sürece tiksintiye neden olacak ve bu nedenle de pis-kirli olmak zorunda kalacaktır.


"​​​​​​Ayrımcılığı kuran söylemin Kürtlerde olduğu gibi ağırlıklı olarak toplumsal cinsiyet üzerinden düğümlendiğini saptamak mümkün"

- Yeni ırkçılık ve cinsiyetçiliği nasıl eklemliyor? Medyada ya da görüştüğünüz kişilerde açığa nasıl çıkıyor biraz daha açabilir miyiz? 

Yeni ırkçılık farklı ayrımcılıkları birbirine eklemliyor demiştik. Bu açıdan cinsiyet temelli farklılıklar, sınıf, ırk ve etnik temelli ayrımcı uygulamalarla da birleşerek kadınları yeni ırkçılığın en kolay ve en çok ayrımcılığa uğrayan aktörleri haline getiriyor.

Örneğin; kültürel sorun olarak tanımlanan yaşam biçimleri ve geleneklere yüklenen olumsuz yargıların “Kürtlerin çok çocuk doğurduğu” yargısında olduğu gibi kolaylıkla toplumsal cinsiyetle ilişkilendirilebilmesi yeni ırkçı söylemlerin tipik özelliklerinden birine karşılık geliyor.

Görüşülenlerin önemlice bir kısmı, feodal düzenin özellikle kadınlar üzerinden varlığını sürdürdüğünü saptamakta, Kürt kadınının feodal düzende ağaların ve erkeklerin “kölesi” olduğu, doğurmaya koşullandırıldığı, alınıp satılan bir metaya dönüştürüldüğü, hatta terör örgütü tarafından cinsel obje olarak kullanıldığı kalıp yargılarını Kürtlerin kültürel yapılarına ilişkin gerçeklikler olarak kabul edip dile getirmekte zorlanmıyorlar.

Ensest ilişki ve bir tür sapkınlık olarak değerlendirilen eşcinsellik de benzer bir çerçeve içinden, Kürtlere özgü ya da Kürtler arasında yaygın pratikler olarak işaretlenebiliyor. Kürtleri feodal düzenden dolayı kabul görmeyen ya da “sapkınlık” olarak nitelendirilen toplumsal davranışlarla ilişkilendiren söyleme aracılık eden düşünme biçimi, Alevilerin yaşam tarzlarını “ahlak dışı” olarak tanımlamaya da yardımcı olmaktadır. Bu noktada, ayrımcılığı kuran söylemin Kürtlerde olduğu gibi ağırlıklı olarak toplumsal cinsiyet üzerinden düğümlendiğini saptamak mümkün.


"Hem ırkçı hem liberal hem de ırkçılık karşıtı olarak tanımlanacak üç farklı politik pozisyona denk gelecek düşünceler var"

- Özellikle Türkiye’de etnik ve dini kimliği karşılaştırdığımızda, hangi kimliğe karşı daha çok ırkçılık üretildiğini söyleyebiliriz? 

Bu aslında konjonktüre bağlı olarak değişebiliyor. Çorum, Maraş, Sivas katliamlarının düşünelim hangi ilkimde açığa çıkmış. 80’ler, 90’lar ya da 2000’lerdeki çözüm sürecini düşünelim. Konjonktüre bağlı olarak hangi aktörün öncelikli öteki olduğu da değişebiliyor.

Ancak Kürtler kendi kimliklerinde vazgeçmedikleri için Kürtlüğe yönelik ayrımcılığın ve ayrımcı söylemlerin öne çıktığını, süreklilik arz ettiğini söyleyebiliriz. Ve diğer ötekilere yönelen ayrımcı söylemleri de belirleyen düğüm noktasını oluşturuyor diyebiliriz. 

Size yeni ırkçılık ile ilgili dikkat çekici başka bir noktadan söz etmek isterim. Görüşmeler sırasında aynı kişi Alevilik, Ermenilik, Kürtlük meselesini konuşurken, hem ırkçı hem liberal hem de ırkçılık karşıtı olarak tanımlanacak üç farklı politik pozisyona denk gelecek düşüncelerini dile getirdiler.

Mesela aynı kişi Alevilere ve Kürtlere karşı yapılan bir haksızlık olduğunu ifade ederken LGBTİ’lere yönelik ise tam olarak ırkçı yargılar ifade edebildi. Şimdi bu kişiye ne demek gerekir, ırkçı diyemeyiz, liberal diyemeyiz ya da ırkçılık karşıtı biri de diyemeyiz.

Yeni ırkçılık tam da böyle bir şey çok muğlak, belirsiz, yüzer geçer, parçalı,refleksif ve konjonktüre bağlı olarak açığa çıkabiliyor, yeni ırkçılığın belli bir öznesinin olduğunu söylemek çok kolay değil. Her ideolojiden, her sınıftan, her kimlikten olabilirler. 

Örneğin; Suriyelilere yönelik çalışmalarımda Kürtler için 'bölücü', 'bedavacı', 'kaçakçı', 'çok çocuk doğuruyorlar' söylemlerinin aynısını kendilerini Kürt olarak niteleyen öğrencilerim Türkiye’ye sığınan Suriyeliler için üretebiliyorlar.

Yıllardır aynı söylemlerle tanımlanırken, sen de aynı söylemleri başka bir öteki için kullanabiliyorsun. Dolayısıyla herkesin kendi yoksunluğunun nedeni olarak gördüğü, keyfini bozduğunu düşündüğü bir ötekisi var. 


"Politika yapıcıların dili, söylemi önemli"

- Yeni dediğimiz bu ırkçılığın-ayrımcılığın engellenmesi mümkün mü peki, nasıl mücadele etmek gerekir?

Yapısal olarak ötekinin kimliğinden, konumundan dolayı bu söylemleri engelleyici ve cezalandırıcı pratikler ciddi anlamda yapılmalı ve uygulamalı aksi takdirde, herkes kendinden güçsüz olana, kendine eşit olarak görmediğine karşı yaşam haklarını ihlal edici davranabilecektir.

Kendi yoksunluğunu, eksikliğini öteki dediğine aşırılıklar yükleyerek ırkçı fantezilerini üretmeye devam edecektir. En nihayetinde de uygun koşullar oluştuğunda da linç etmeye, yok etmeye yönelebilecektir. 

Bu açıdan politik söylem önemli, yasalara uygun davranılmasını sağlamak önemli. Örneğin; politik düzlemde “100 bin Ermeni’yi geri göndeririz” dediğimizde komşusu Ermeni olan birinin Ermeni komşusuna karşı olumsuz davranmasının gerekçesini hazırlamış olursunuz.

Kadınlara yönelik, çocuklara yönelik cinsel şiddet taciz meselesinin ortadan kaldırılması için, azaltılması için politika yapıcıların dili, söylemi önemli,yasaların uygulanması önemli. Bütün bunları ben birey olarak yapamam, politika yapıcıların, sivil toplum örgütlerinin bir arada, işbirliği içinde güçsüz olandan yana çabalaması, uygulanabilir politikalar üretmeleri ve uygulamaları, denetlemeleri önemli. Failden yana değil, mazlumdan yana tavır alınması, dilin ve söylemin buna göre kurulması önemli. 

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU