Göç, göçertme olgusu bütün zamanlarda insanlık için büyük sorunların başlangıcı olmuş; binlerce, yüz binlerce insanın köklerinden, topraklarından, evlerinden kopmasına, büyük acıların, dramların yaşanmasına neden olmuştur.
Tarih boyunca insanlığın en büyük sorunu belki de göçtür, göçertmedir. Sonuçları her zaman sarsıcı olmuş, izleri asırlar boyu sürmüştür.
Göç, göçertme olgusu ne bitmiştir, ne de bitmeye dair bir işaret söz konusudur. Her şey ta başlangıçta nasıl yaşanmışsa, öylece davam etmektedir.
Bugün BM’in insani kriz olarak nitelendirdiği olay, giderek yakıcılığını artırmakta, büyük kitlelerin mülteci yaşamı krizi derinleştirmektedir.
Göç, göçertmenin kökeninde savaş, iç savaş, çatışma, siyasi alan kazanma, yer üstü, yer altı kaynaklara sahip olma, sömürme olduğu açıktır.
Milyonların hayatı toplumlar arasında ki bu bitmez anlaşmazlığa, devletler arasında ki üstün gelme siyasetine bağlıdır.
Göçler zaman zaman daha iyi yaşam koşulları için yaşansa da asıl sorun savaş ve çatışmanın kendisidir.
Savaş ve çatışmanın olduğu bölgelerde, toplumlarda, ülkelerde insani yaşam alanları daraldığı için, göç olgusu bazen kendiliğinden, bazen de karşıt grup ve düzenli orduların zoruyla gerçekleşmektedir.
Tespit basit; ama yaşanılanlar korkunçtur.
Dünya genelinde bir çatışma hali yaşanmasa da, bölgesel sorunlar, iç savaş ve toplumlar arasında ki husumet sorunları daha da büyütmekte, siyasal erk olma girişimleri kitleleri yerinden, yurdundan etmektedir.
Ortadoğu bunun en dramatik örneğidir.
Yanı başımızda, zaman zaman içimizde süren yangından kaçıp, güvenli alanlara ulaşmaya çalışan binlerce insanın hala hareket halinde olduğunu söylemek mümkündür.
Kimisi savaşın yakıcılığından kaçmıştır, kimisi açlığın pençesinden kurtulmak için her şeyini bırakıp, yollara düşmüştür.
Mayınlı arazi ve tel örgülere rağmen, ölümden kaçarken ölüme yakalandıkları bilinmektedir.
Binlerce insanın açık denizlerde alabora olması, çocuk bedenlerinin sahillere vurması dramın geldiği noktayı gösterme açısından oldukça çarpıcıdır.
Bunun sıradan bir göç olmadığı, bir göçertme olduğu açıktır. İnsanlar kendi iradeleri dışında evlerini terk ederek, bin bir tehlike ile dolu yollara düşmektedir.
Özellikle çatışmaların yaşadığı yerlerde, insanlar doymuyor, güvenli bir yaşam kuramıyor, bir gece ansızın canını kurtarabilirse aç sefil yollara, bilinmezliğe yol alıyor.
Kimisi bu insanlara mülteci diyor, kimisi sığınmacı. Misafir diyende var, muhacir diyen de.
Adı, tanımlaması ne olursa olsun insanın yerinden, yurdundan kopması, koparılması korkunç bir duygudur.
Ailelerin dağılması, yollarda kurda kuşa yem olması, aç sefil bilinmez yollarda ucuz iş gücü olması, ötekileşmesi, ırkçı saldırılara uğraması sorunu daha da ağırlaştırmaktadır.
Yani insanın buhurlaştığı, vicdanların kuruduğu bir çağın ortasında mültecilik giderek yaygınlaşmaktadır.
Her ne kadar sorunlar küresel düzeyde gündeme gelse de, mültecilik ülkeler arasında siyasal bir sorun haline geldiği için çözümün çoğunlukla uzun vadeye yayıldığı görülmektedir.
Yerlerinden, yurtlarından ayrılan yüz binlerce insanın, tekrardan evlerine döndükleri ise pek görülmemektedir.
Savaşların, çatışma ve husumetlerin son bulması için sosyolojik bir çözüm yerine, askeri güce dayalı çözümler devreye sokulmakta, güç etkisini kaybettiğinde çatışma koşulları yeniden devreye girmektedir.
Yani her halükarda sığınmacılar kaybetmektedir. En başta çocuklar, kadınlar, yaşlılar zarar görmekte, binlerce yetişkin savaşçı da çatışma alanlarında ölmektedir.
Yani bu sürecin başında, ortasında ve sonunda ölümün dışında bir şey yoktur.
Bugün BM bağlı Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), dünyanın dört bir tarafında çalışma yürütse de, sığınmacıların sorunları çözülememiş, çadırlarda insani koşullardan uzak bir yaşam dışında pek bir gelişme olmamıştır.
Sığınmacıların kitleler halinde ölmemeleri için asgari yaşam ihtiyaçlarının karşılanması için kimi sınır bölgelerinde çadırlar kurularak, nefeslenmeleri sağlanmaktadır.
Savaştan, ölümden kaçan insanlar için çadır kentler kurulması, asgari yaşam koşullarının oluşturulması elbette önemlidir, hem de çok önemlidir.
Kimisinin bir çadır bile bulmadığı gerçekliği de söz konusudur. Buna rağmen asıl çözümün bu olmadığını hepimiz bilmekteyiz.
Göç ve göçertmeye neden olan sorunlar varlığını sürdürdükçe, mesele yakıcılığını koruyacaktır.
Bugün gelinen nokta, dün yaşanılanlarla karşılaştırıldığında aslında çok değişen bir şey olmadığını göstermektedir.
Ortadoğu’nun son elli yıllık tarihine baktığımızda göçlerin, mültecileşmenin ne kadar hazin ve dramatik sonuçlar yarattığını görmüş oluruz.
Sorunun bize yansıyan bir yüzünün, yaşanan göç dalgalarının yarattığı sonuçların ne kadar yakıcı olduğunu gösterme açısında önemlidir.
Biraz geçmişe,1988 yılına, Saddam Hüseyin’in Halepçe’de kimyasal silah kullanarak en az on bin Kürdü öldürdüğü yıllara gidelim.
Katliamın yaşandığı o günlerde, büyük bir göç dalgası yaşanmış, binlerce insan mayınlı arazilere rağmen, sınırlara dayanmıştır.
Arkasından patlak veren Körfez Savaşı ve ABD’nin Irak müdahalesinde Saddam’ın, Kürt bölgelerine saldırıya geçme, tekrardan kimyasal silah kullanma ihtimali üzerine ikinci büyük göç dalgası başlamıştı.
O yıllarda çoğu insan gibi sınırın bu tarafında bizzat tanık olduğumuz göç dalgasında, yüz binlerce Kürt'ün sınırları aşarak Hakkari’ye ulaşması, sonrasında Diyarbakır ve Muş’ta çadırlarda bin bir zorlukla yaşamasının yarattığı travma hala belleklerde canlıdır.
Taşların yerinden oynadığı Ortadoğu giderek hareketlenmiş, nihayetinde 2010 yılında Suriye’de de benzer bir alt üst oluşun yaşandığı görülecektir.
Suriye’de patlak verem iç savaş, kısa sürede ülke geneline yayılacak ve rejim güçleriyle muhalif kesimler arasında bitmez bir savaşın fitili tutuşacaktır.
Çatışma ve ölüm korkusu, sınırlara doğru büyük bir göç dalgası yaşanmasına neden olmuş, rejim muhalifleriyle büyük çatışmalar başlamıştır.
Bunun üzerine binlerce sivil ölümden kaçarak, sınırlara dayanmış, büyük bir insanlık dramı yaşanmıştır.
Birkaç kez art arda yaşanan bu göç dalgasının sonucunda, binlerce, on binlerce Suriyeli sığınacak güvenli yer arayışına girmiş, yüzlercesi yollarda bombalara hedef olmuş, mayınlı arazilerde ölmüştür.
Bugün hala yakıcılığını yaşadığımız bu göç dalgası sonucu Urfa, Antep, Hatay ve birçok ilde Suriyelilerin kaldığı çadır kentler kurulmuş, binlercesi de değişik illerde yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bugün Suriye iç savaşı ne bitmiştir, ne de çözülmüştür. Sorun küresel güçler tarafından askeri önlemlerle tetikte beklemeye alınmış, belirsiz bir ortam oluşmuştur.
Oysa 6 milyon Suriyeli yerinden yurdundan edilmiş, binlercesi yollarda hayatını kaybetmiştir.
Yani hayat, savaş ve çatışma mağdurları için ölüm ve ölümün kıyısında bir yaşamdan ibaret olmuştur.
Bu gerçeklik zemininde yaşanılanlar ilgili olarak, UNHCR, BM Mülteci Örgütü, çatışma, zulüm ve kamu düzenini ciddi biçimde bozan olaylar nedeniyle yerinden edilen milyonlarca mülteciye ve diğer insanlara birer yuva bulmak için dünya çapında tüm ülkelere çok daha fazlasını yapmaları için bugün çağrıda bulunuyor.
Dünya Mülteciler Günü nedeniyle yayımlanan rapor, zorla yerinden edilme olaylarının artık dünyadaki insanların yüzde1’inden fazlasını -her 97 kişiden birini- etkilediğini ve her geçen gün evini terk eden insanlardan eve dönebilenlerin sayısının daha da azaldığını gösteriyor.
UNHCR’nin 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nden iki gün önce yayınlanan Küresel Eğilimler Raporu, 2019 yılı sonu itibarıyla şimdiye dek görülmemiş bir sayı olan 79,5 milyon insanın yerlerinden edilmiş olduğunu gösteriyor.
UNHCR, daha önce toplamda bu kadar yüksek bir sayı görmemişti.
Rapor ayrıca, mültecilerin içinde bulunduğu zor durumun yakın zamanda son bulacağına dair ümitlerin de giderek azaldığını gösteriyor.
1990’lı yıllarda her yıl ortalama 1,5 milyon mülteci evlerine geri dönebiliyordu. Son 10 yılda ise bu sayı yılda yaklaşık 385 bine düşmüş görünüyor.
Bu, günümüzde yerinden edilme durumlarındaki artışın, yerinden edilmeye bulunan çözümlere oranla çok daha fazla olması demektir.
BM Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, şöyle belirtiyor:
Günümüzde zorla yerinden edilme olgusunun değişim geçirerek yalnızca çok daha yaygın olmakla kalmayıp kısa süren, geçici bir olgu olmaktan çıktığına tanık oluyoruz. İnsanların, eve dönme şansı ya da bulundukları yerde bir gelecek inşa etme umudu olmadan, yıllarca süren bir kargaşa durumunda yaşaması beklenemez. Evini terk etmiş herkese karşı, özünde daha yeni ve daha kabul edici bir tutum ile yıllarca süren böylesi acıların yaşanmasının temelinde yatan çatışmaları çözmeye adanmış bir gayrete ihtiyacımız var.
UNHCR’nin Küresel Eğilimler Raporu, geçen yılın sonu itibarıyla yerlerinden edilmiş olan 79,5 milyon kişinin 45,7 milyonunun kendi ülkeleri içinde diğer bölgelere kaçan insanlar olduğunu gösteriyor.
Geri kalanı ise başka yerde yerinden edilmiş insanlardır: 4,2 milyonu sığınma talebinin sonuçlanmasını bekleyen insanlar, 29,6 milyonu ise mülteciler ve kendi ülkesini terk etmek zorunda kalan diğer insanlar.
2018 yılı sonunda 70,8 milyon olan bu sayıda bir yıl içinde yaşanan artış, iki ana faktörün sonucudur.
Birincisi, 2019 yılında özellikle Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde olmak üzere, Sahel, Yemen ve artık onuncu yılını yaşayan ve dünyada yerinden edilmiş nüfusun altıda birine denk gelen 13,2 milyon mülteci, sığınmacı ve ülke içinde yerinden edilmiş kişiler ile Suriye’de oluşan endişe verici yeni yerinden edilme olaylarıdır.
İkincisi ise, ülkeleri dışında olan ve çoğu resmi şekilde mülteci ya da sığınmacı olarak kayıtlı olmayan, fakat koruma duyarlı düzenlemelere ihtiyaç duyan Venezüellalıların durumunun daha görünür hale gelmesidir.
Ve tüm bu rakamların içinde çok sayıda bireysel ve kişiye özgü kriz bulunuyor.
Örneğin Avustralya, Danimarka ve Moğolistan’ın nüfuslarının toplamı kadar çocuk (on binlercesi refakatsiz olmak üzere, sayılarının 30-34 milyon olduğu tahmin ediliyor) yerinden edilmiş durumda.
Aynı zamanda, yerinden edilmiş insanlar içinde yaşı 60 ve üzeri olanların oranı (yüzde 4), dünya nüfusunda yüzde 12 olan bu oranın çok daha altında – ki bu ölçülemeyecek boyutlarda üzüntü, çaresizlik, fedakarlık ve sevdiklerinden ayrı kalmayı gösteren bir istatistik.
Günümüzde zorla yerinden edilme hakkında bilmeniz gereken 8 şey:
- Son 10 yılda en az 100 milyon kişi ülkeleri içinde ya da dışında sığınma arayışı içinde evini terk etmek zorunda kaldı.
Bu, dünyanın en kalabalık 14'üncü ülkesi olan Mısır’ın nüfusundan daha fazla insanın evlerini terk etmesi anlamına geliyor.
- 2010 yılından beri zorla yerinden edilme durumları neredeyse ikiye katlandı. (2010 yılında 41 milyon kişiye karşı bugün 79,5 milyon)
- Dünyada yerinden edilmiş kişilerin yüzde 80’i şiddetli gıda yetmezliği ve kötü beslenme etkisi altındaki ülkeler veya bölgelerde yaşıyor. Bu ülkelerin çoğu iklim değişimi ve diğer afet riskleriyle yüzleşiyor.
- Dünyadaki mültecilerin dörtte üçünden fazlası (yüzde 77) uzun süreli yerinden edilme durumu içinde. Örneğin Afganistan’daki durum 50 yılı aşkın süredir devam ediyor.
- Her 10 mültecinin 8’inden fazlası (yüzde 85) gelişmekte olan ve genellikle terk etmek zorunda kaldıkları ülkeye komşu olan ülkelerde yaşıyor.
- Dünyada yerinden edilmiş insanların üçte ikisi toplamda 5 ülkeden geliyor: Suriye, Venezuela, Afganistan, Güney Sudan ve Myanmar.
- Küresel Eğilimler Raporu, Birleşmiş Milletler Filistin Mültecileri için Yardım Kuruluşu kapsamındaki Filistin’de yaşayan 5,6 milyon mülteci de dahil olmak üzere, tüm büyük yerinden edilmiş ve mülteci topluluklarını kapsıyor.
- 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları kapsamında “kimseyi geride bırakma” ilkesi, BM İstatistik Komisyonu tarafından geçtiğimiz yılın mart ayında kabul edilen mültecilere dair yeni bir gösterge sayesinde artık açık şekilde mültecileri kapsıyor.
Orada burada ucuz iş gücü olmaktan başka bir özgül ağırlığı yoktur. Mülteci kampları, sığınmacı evleri ve savrulan kaçak yaşamlar sorunun çözmekten uzak, savrulmaya açık bir metottur.
UNHCR’nin açıkladığı rakamlar kayıt altına alınan sığınmacı ve mültecileri yansıtıyor.
Kaçak olarak orada burada karın tokluğuna çalışan, ayakta durmaya çabalayan kaçak göçmenlerin durumları daha ise daha vahim.
Onlar hem varlar, hem de yoklar.
Varlar, çünkü her yerde ucuz iş gücüdürler, yoklar çünkü hiçbir tanımlamaya sığmıyorlar.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish