Avrupa’da ortaya çıkan ve anlayışını bütün dünyada, özellikle hukuk, iktisat, eğitim, ahlak ve siyaset alanında baskın hale gelen Batı Medeniyeti’ni, küresel bağlamda, Batılı Medeniyet olarak adlandırmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.
Zira Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku’nun lideri olan Sovyet Rusya’daki medeniyet anlayışı Batılı Medeniyet’in bir versiyonu olduğu gibi, günümüzde Doğu Asya’daki Çin Halk Cumhuriyeti veya Japonya da, ekseriyet itibariyle, Batılı Medeniyet’in bir parçasıdır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Müslümanların yaşadığı ülkeler de ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bu sınıflamanın dışında değillerdir.
16'ncı yüzyıldan itibaren dünyayı nüfuzuna alan Batılı Medeniyeti’nin huzur sağlayamadığı ve 2020 koronavirüsünün yeni bir dönemin kapılarını açabileceği tartışmaları hengâmında, insanların ekserisi için yeni bir devre geçiş ve bunda bu virüsün katkısının ne olabileceği hususunda düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.
Batılı Medeniyeti’nin sonu
İster devlet, isterse şahıs olsun, güçlünün ve sermaye sahibinin imtiyazlı ve haklı olduğu Batı Medeniyeti’nin merkezi konumundaki ülkelerde yapılan mücadeleler neticesinde, halk kısmi faydalar temin etse de, bu medeniyeti nüfuz ve kontrolündeki bütün coğrafyalardaki halk mutlak bir eşitsizlik içinde yaşamış ve yaşmaya devam etmektedir.
16'ncı yüzyılda, genel olarak İspanyol ve Fransızların Amerika, Portekizlilerin Afrika ve Güney Asya, Rusların Kuzey Asya’yı nüfuzlarına almaları ile küreselleştirilen Batılı Medeniyet kendi içinde; merkantilizm, kapitalizm, komünizm/totalitarizm ve neoliberalizm evrelerine geçse de, en zengin ülkenden en fakir ülkeye kadar gelir dağılımında bir eşitlik ve insanî hayat standardı oluşturamamıştır.
Refah ve mutluğu küçük bir zümre ve bu zümreye yakın olanlara hars eden Batılı Medeniyetinin hem fikri hem de kurumsal omurgası; basın, tren ve telgraf ile başlayan insanlar arasındaki haberleşme hızı, günümüzde internet vasıtası ile anlık hale gelmesi ile uyanın küresel insanlar tarafından tehdit hatta günden güne güçlenerek tahrib edilmeye başlanmıştır.
Kısacası sınırlamalardan kurtulan veya kurtulmaya başlayan sade ama refahı paylaşmak isteyen hareketli küresel insanlar, Batılı Medeniyet için bir numaralı tehlike haline gelmiştir.
Halen güçlü devletleri ve küresel şirketleri olsa bile Batılı Medeniyeti ömrünü tamamlamak üzeredir.
Zira Batılı Medeniyet bir dönüşüm gerçekleştiremediği gibi ciddi bir değişime de yönelmemektedir.
Kendi halkandan bile korkan Batılı Medeniyet savunucuları, koruma refleksi ile hareket ederek, refahı insanlarla paylaşarak kaynaşma yerine, onları kontrol etme vasıtaları oluşturmakla ile meşgul olmaktadırlar.
Bu arada, siyasal alanı kontrol eden küresel devletler ile dünya gelirlerini elinde tutan küresel şirketleri kontrol edenler arasında, insanların kontrolü hususunda bir faklılaşma baş göstermiştir.
Daha açık bir ifade ile Batılı Medeniyetin devamını isteyenlerin kavgası; fıtraten özgürlük isteyen ama kendilerinin statüsüne tehdit oluşturan hür insanlığı, küresel devletlerin mi yoksa küresel şirketlerin mi kontrol edeceği noktasında düğümlenmiştir.
Batılı Medeniyeti zirvede ve alternatifsiz gören küresel siyasi güç ve iktisadi gücü ele geçirenler, bunu ne birbirileri ile ne de refah isteyen sade insanlarla paylaşmak istemektedirler.
Bana göre, kendileri ifade etmeseler de, Küreselleşmiş Batılı Medeniyetin devamını isteyenlerin buldukları aygıt; siyasal güçler için neo-otoriterizm, iktisadi güçler için ise oligark-otoriterizm/kapital-otoriterizmdir.
Kurulmak istenen bu sistem için en elverişli zemin de dünyanın bir ücretliler adası haline gelmiş veya getirilmiş olmasıdır.
Batılı Medeniyet’te ücretli kölelik sisteminin devamı için neo-otoriterizm ve oligark-otoriterizm uygulamaları
İnsanlık tarihi dikkatli bir şekilde incelendiğinde, hürriyet ve malikiyet ile esaret ve mahrumiyetin devamlı birbirinin zıddı olarak yaşandığını söyleyebiliriz.
Avrupa’da ortaya çıkan Batılı Medeniyette, aristokrat ve burjuva dışındaki sade insanlar hürriyet ve malilkiyette sahib oldukları oranda kısmi de olsa refahtan pay almışlardır. Ancak bunların oranı hiçbir zaman ekseriyete ulaşamamıştır.
Şunu rahat bir şekilde söyleyebiliriz ki; devletlerin yüzde biri dünyadaki siyasi gücün yüzde doksan dokuzunu kullanırken, nüfusun yüzde biri de dünyadaki sermayenin yüzde doksan dokuzuna maliktir.
Totaliter komünizm ve neoliberalizm ile zirveye çıkan Batılı Medeniyet ile sade insanlar için hürriyet ve malikiyet problemi aşılamamış, insanlara, esaret ve mahrumiyetin yeni bir versiyonu olan ücretli köleler statüsü layık görülmüştür.
Batılı Medeniyetin merkez konumundaki Batılı ülkelerde ücretli çalışma oranı yüzde doksanların üzerine çıkmıştır.
Refahı gören ve refahın oluşmasına katkı sağlayan ancak maişetini bile garanti altına alamayanların ekseriyeti oluşturduğu insanlık, bu ücretli kölelik veya “modern kölelik” statüsünden kurtulmak istemektedir.
Batılı Medeniyette gücü elinde tutanlar buna çare bulmak yerine insanlığın topyekûn kontrol altına alınması için çareler aramaktadırlar.
1971’de Soğuk Savaş’ın sonunun yaklaştığı döneme kadar güçü daha ziyade devletlerin belirlediği küresel sisteme, sermayeyi elinde tutan küresel şirketlerin de aktör olarak katılması, devletlerle küresel şirketlerin çatışmasına yol açmıştır.
Bunun kavramsal olarak karşılığı Neo-liberalizm şeklinde tezahür etmişti.
Sovyet Rusya liderliğindeki Totaliter rejimlerin dağıtılması döneminde Batılı Medeniyetteki devletler ile küresel şirketler ahenkli bir işbirliği sergileseler de, içten içe çatışma ve hazırlıklar devam etmekteydi.
1991 sonrasında, birbirlerini de tehdit olarak gören, küresel devletler ile küresel şirketlerin çatışmaları başlayacaktır.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, refahtan pay almak isteyen talebkar sade insanları, ortak tehlike olarak gören küresel devlet ve şirketler, onları kontrol etmek için otoriter bir sistemin kurulmasında hem-fikir olmuşlardır.
Ancak herkes kendi otoriter sistemi ile dünya hâkimiyeti istemektedir.
Bunları izaha geçmeden önce net olarak kendi kavramlarım ile ifade etmek istiyorum ki; Neo-otoriterizmi küresel devletler, olgark-otoriterzmi ise küresel şirketler istemektedirler.
İlk önce neo-otoriterizmi hedefleyen küresel devleti sembolize eden ABD’nin uygulamalarını ele almak gerekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonunda, İngiltere yerine küresel güç haline alan ABD, totaliter komünizmin lideri Ruslara karşı, Batı Bloku’nun lideri olarak dünyadaki kısmi özgürlükleri desteklemiş ancak insanların özgür iradelerini meclisler vasıtasıyla yürürlüğe sokmalarından rahatsız olmuş ve kendine taraftar otoriter yönetimlerin kurulmasını sağlamıştır.
Komünizm karşıtlığı ile dünyada hayat bulan diktatörler ile ABD, totaliter yönetimleri oluşturmuştu.
1991’de Sovyet Rusya’nın sona ermesi ile bu enstrümandan yoksun kalan ABD, özgürlüğün kıymetini nisbeten bilen insanların yaşadığı ülkeleri kontrol etmek için neo-otoriterizm diye adlandırdığımız bir rafine bir kontrol sistemi uygulamaya sokmuştur.
Kendisinin tek küresel güç, diğer ülkeleri de neo-otoriter yapı veya yapılarla, her bakımdan kontrol altına alınacağı bir dünya siyasal sistemini kurmak istemektedir.
Ülkelerde yaşayan insanların taleplerinin kontrol atına alınması için, devletlerin halkın iradesinin yansıdığı meclisler ve kurumsal yapıların kuvvetli olması yerine, otoriter liderlerin iktidara getirilmesi ABD tarafından desteklenmektedir.
Zaten bu ABD başkanlarının ifadelerine de net bir şekilde yansımaktadır. Genellikle ABD başkanları diğer ülke yöneticilerinden bahsederken; “gösterdikleri liderliği” ,“liderlik vasfı yüksek” ,“yüksek liderlik yeteneği” ve benzer ifadeleri kullandıklarına şahit olmaktayız.
Risk oluşturan devletlerin parçalanarak, kontrol edilebilir hale getirilmelerini hedefleyen ABD, dünyayı dünyadan kontrol etme yanında uzaydan da bütün ülkeleri kontrol etmekte tek olmayı hedeflemektedir.
Otoriter bir sistemi isteyen iktisadi gücü elerinde tutan Küreselciler, bazılarının dillendirdiği gibi kamu, politika, kültür alanı yanında ekonomik alanı da kontrol eden totalitarizme istememektedirler.
Zira böyle bir sistemde kendi şirketleri ve varlıkları da tehlikeye girmektedir. Bunun yerine vatandaşa sınırlı özgürlük tanıyan otoriterizm tercih etmektedirler.
Çünkü otoriterizm ile hem vatandaşları sınırlı bir özgürlük alan verilmekte hem de ekonomik alan ve şirketlerin varlıkları garanti altına alınmaktadır.
Böylece Küreselciler kendi şirketlerini de koruma sağlamaktadırlar. Bu otoriter rejimlerin yürütülebilmesi ve halka benimsetilmesi için, yerli yöneticilerin bulundukları makamlarına göre küresel sermayeden pay alması veya ortaklık kurması metodu geliştirilmiştir.
Böylece yöneticiler ya açıktan ya da gizli olarak küresel şirketlerin birer ortakları haline gelmekte veya getirilmektedirler.
Benim oligark-otoriterizm olarak tarif etiğim bu sistemde, otoriter devlet aygıtının yetkilileri de şirketlerin birer mensubu veya şeriki haline gelmektedirler.
Bu sayede küresel şirketler dünyadaki konumlarını korurlarken, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi oligark-otoriterler vasıtalarla halkın kontrol altında tutulması sağlanmaktadırlar.
Oligark-otoriterzm, küreselciler ile otoriter yöneticiler birbirinin ayrılamaz ortakları haline gelirlerken, fıtraten özgürlük ve refah isteyen halk da; ideoloji, vatan-millet, din ve sair gerekçelerle, kendi ülkelerinde topyekûn mahkûm statüsüne sokulmaktadır.
Böylece Otoriter yönetimler ile küresel şirketler halkın kontrolünü birlikte gerçekleştireceklerdir.
Küresel şirketlerin oligark-otoriter yönetimlere temin edeceği teknoloji de, ülkeler hatta dünya bir kürsel hapishaneye dönüştürülebilecektir.
1991’de yıkılan ve özel mülkiyetin bulunmadığı Sovyet Rusya’nın varlıklarını elde tutanlar ile küresel şirketlerin yaptığı işbirliği sayesinde, parçalanma korkusu vesilesiyle Rusya Federasyonu’nda oligark-otoriterizm sistemine, 2000 yılında, Putin’nin devlet başkanlığına gelmesi ile tam olarak geçilmişti.
Hatta Putin’in RF başkanı olduktan sonra, 89 parçalı bir idari yapıdan oluşan Rusya Federasyonu’nu 7 federe idari bölgeye kabul edilerek, oligark-otoriter sisteme uygun olarak yeni bir yönetim şekli kurulmuş ve eski anayasaya göre mevcut olan özerk ve egemen idari yapılar etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır.
Putin’in ömür boyu yönetimde kalması sağlanarak Oligark-otoriter sitemin devamı sağlanması hedeflenmektedir.
Oligark-otoriterzmin diğer bir örneği ise Çin Halk Cumhuriyeti’dir. 1971’den itibaren küresel şirketlerle ilişkileri net olarak ortaya çıkan Çin, 1978’den itibaren, sahil bölgelerini, küresel şirketlere ucuz işgücü temin ederek, birer üretim merkezi haline getirmişti.
Bundan sonra zenginleşen yöneticilerle küresel şirketlerin işbirliği başlamış ve nihayetinde anti-kapitalizm iddiasında olan Batılı Medeniyet mensubu komünist yönetimden Oligark-otoriter bir yönetime geçilmiştir.
Bu yönetim sitemi tam olarak, 2012’de, Çin’de gücü tek başına ele geçiren Şi Cinping ile kurulacaktır.
Çin milliyetçisi olarak vasıflandırılan Şi; “internet egemenliği” söylemi ile internette sıkı sansür dönemi başlatmış, “Çin rüyası” sloganı ile bireysel özgürlükler yok saymış, sosyalist devletin yasalarına uyularak ucuz üretim için işgücü oluşturulmuş, düşüncelerini Çin anayasasına koydurarak kendini tartışmasız hale getirmiş ve devlet başkanlığındaki süre tahdidini kaldırtarak Çin’in ömür boyu oligark-otoriter başkanı olmuştur.
Oligark-otoriter sisteme sahip olan Çin’de, küresel şirketlerle müşterek çalışanlar ve bundan kısmen faydalananlar hariç, 1,5 milyara yaklaşan halk ise ücretli köle statüsünde yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Çin’de teknolojiyi kullanarak ta insanları modern köle olarak hayat sürmelerinin devamını sağlayan Oligark-otoriterizmin sembolü Çin’in lideri Şi, “Bir Kuşak Bir Yol” projesiyle birlikte küresel şirketlerle ortaklığının bir alamet-i farikası olarak küreselciliği savunurken; neo-otoriterzmin sembolü olan ABD’nin Başkanı Trump ise, “Önce Amerika” söylemiyle beraber ulusalcılığı savunmaktadır.
Oligark-otoriterizm ve neo-otoriterizm koronavirüsü kullanılabilir mi?
Soğuk Savaş dönemi sonlarında uygulamaya konan oligark-otoriterizm ve neo-otoriterizmin sistemleri dikkate alındığında, koronavirüsü bir başlangıç olarak kabul etmek mümkün değildir.
Ancak küresel devlet ve küresel sermaye göre, dünyanın iletişimle küçülmesi ile birlikte refahtan pay isteyen insanlığı kontrol için, yeni vasıtalara ihtiyaçları olduğu da açıktır.
Dünyadaki düzeni devam ettirmek ve daha da keskileştirmek isteyen neo-otoriterizm ve oligark-otoriterizmi savunanlar, koronavirüs ile oluşan/oluşturulan ölüm korku ile insanları ücretli köleliğe, çeşitli şekillerdeki prangalarla razı etmeye çalışacaklardır.
Ancak oligark-otoriterizm veya neo-otoriterzm taraftarları koronavirüsü kullanarak daimi bir sistem kurmaları imkânsız olup, belki bu sayede, Batılı Medeniyetin ömrünü biraz daha uzatmada başarı elde edebilirler.
Tabi bu arada, koronavirüsün insanlığın hürriyet devrine geçişte rolü olabilir mi, sorusuna da cevap aramak gerecektir.
Koronavirüs insanlığın hürriyet devrine geçişine katkı sağlayabilir mi?
İnsanlık tarihinde, bazen döngüsel hareketler müşahede edilse de, insanlar hürriyete doğru bir akış içerisinde olmuşlardır.
Yukarıda izah ettiğimiz gibi Batılı Medeniyet insanlığı bir nevi ücretli köle statüsünü layık görmüştür.
İnsanlığa aykırı olan bu düzenin devamını, uyanmış ve her şeyden haberdar olmaya başlayan insanların kabul etmeleri imkansızdır.
Bundan dolayı, Said Nursî’nin ifadesiyle insanlık “ecir(ücretlilik)” devreni de parçalayarak malikiyet ve serbestiyet devrine ulaşmaya çalışacaktır.
Beşeriyetin tekâmülü dolayısıyla koronavirüsün ve benzerlerinin de hürriyet devlerine geçişte elbette rolü olabilir.
Şu anki dünya sistemlerin sahibleri, insanlığın ücretli köle statüsünün devamı için koronavirüsle oluşan ölüm korkusunu kullanmaya çalışacaklarını gibi, bu virüs vakası aksi bir gelişime de yol açabilir.
Zira uzun zaman sonra koronavirüs sayesinde insanlar; aynı dünyada yaşadıklarını, sınırların, zenginlik ve fakirliğin, renklerin, dinlerin ve sair farkların pek kıymeti olmadığının farkına varma şansını yakaladılar.
Belki daha da önemlisi, koronavirüs, bu dünyada yaşamak için herkesin sorumluluk sahibi olduğunu ispat etmiştir.
Yani virüsün yayılmaması için en garibanı da en zenginin de aynı oranda dikkat etmesini ortaya çıkardı.
Herkesin eşit sorumluluk sahibi olduğu bir dünyada, refahın kaynağı olan servetin de, insanların insanca yaşaması için paylaşılması usulünün bulunmasını zaruri kılacaktır.
Bu halde neo-otoriter ve oligark-otoriterlerin insanları mahkûm ettikleri ücretli kölelik yerine, öncelikli olarak insanca yaşam için maişet bakımından eşitlik, sonra da malikiyet ve serbestiyet dönemine geçişte, koronavirüsün de katkı sağlaması mümkündür.
Dünyadaki insanların ortak tavra yönelmesi, insanları ücretli köleler olarak kullanmaya devam etmek isteyen neo-otoriterizm ve oligark-otoriterizm sistemini kökleştirmek isteyenlere büyük bir tehdit oluşturacaktır.
Zira bilim ve teknolojiyi halkı kontrolde kullanılabilecek olan neo-otoriter ve oligark-otoriterlerin, çok aksi bir duruma düşmeleri de mümkün belki de elzem olacaktır.
Zira bu bilim ve teknolojinin, uyanan ve haberdar olan halkın da yönetimleri denetleyebileceği/dönüştürebileceği bir enstrümana dönüşmesi de mümkündür.
Sonuç
İnsanlığın ekserisine mutluluk getiremeyen ve insanları ücretli köleler haline getiren Batılı Medeniyet ömrünün sonuna gelmiştir.
Siyasal hâkimiyet ve sermayenin yüzde doksan dokuzuna hükmedenler, bu düzenin devamı için neo-otoriterizm ve oligark-otoriterizmi kullanarak insanların refah ve huzur taleplerini engellemeye ve sadece kendilerine hasretmeye çalışmaktadırlar.
Koronavirüsle oluşan veya oluşturulan ölüm korkusu ile bu sistemlerini daha da kökleştirmek istemektedirler.
Ancak yaşamak için herkesin eşit sorumluluk sahibi olduğunu ispat eden ve küresel işbirliğini zaruri kılan koronavirüs ve benzerleri vakalar, iletişimle bir köye dönüşen dünyada refahın da paylaşılmasına giden yolda adımlar atılmasına zemin hazırlayabilir.
Zira insanların, insanlık hakkı için, ihtiyaçtan kaynaklanan arzusunun önündeki hiçbir engel uzun vadede baki kalamaz.
Elhasıl koronavirüs, neo-otoriterizm ve oligark-otoriterizmi güçlenmesine değil 'hür insanlık düzeni'ne geçişe hizmet edeceği kanaatindeyim.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish