Türkiye ve Rusya: Sıkı dostlar veya ehven-i şer ortaklar*

Prof. Dr. Ahmet Kasım Han Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Rusya Federasyonu (RF) ile Türkiye ilişkilerinin doğası son dönemde çok tartışılan meselelerden.

Şubat ayında Rusya destekli Suriye rejimi güçlerinin giriştiği, doğrudan RF hava kuvvetlerinin Suriye’de konuşlu unsurlarının katılımıyla desteklendiği anlaşılan, geniş çaplı İdlib saldırılarında en az 33 Türk askerinin şehit olmuştu.

Bu saldırıların yarattığı sarsıntı Türkiye-RF ilişkilerini bir defa daha masaya yatırmıştı.

İdlib saldırısı, yorum sahipleri Türkiye’de küçük ve fakat etkili bir lobi oluşturan Rus muhiplerinden değilse, ilişkilerin abartılı biçimde “stratejik ortaklık” olarak tanımlanmasının gerçekçi olmadığını net şekilde ortaya koymuştu.

Bu saldırı, özellikle de yaralı askerlere ulaşmaya çalışan ambülansların dahi hedef alınması, iki ülkenin ilişkilerinin olası geleceğini siyasi gündem sahiplerinin yarattığı gürültünün ötesinde tartışmanın zamanının gelip geçmekte olduğunun nahoş hatırlatıcısı oldu.

Küresel korona salgını 2020 Mart ayı itibariyle Türkiye’yi de vurunca bu tartışma bir anlamda soğumaya terkedildi.

Belki bu durum tartışmanın daha soğukkanlı bir biçimde yapılmasını sağlayacak bir zemin de oluşturdu.

Zira, salgın dünya siyasetinin acil görünen gündemlerini ilginç bir “donmuşluk” boyutuna hapsetti. Ancak bu durumun uzun sürmesi beklenemezdi, öyle de oldu.

“Korona donmuşluğu” etkisini yavaşça yitirirken, Mayıs 2020 ortasında Türkiye-Rusya ilişkileri Türkiye açısından hayati nitelikteki Libya krizi bağlamında tekrar gündeme geldi.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki vazgeçilemez çıkarları açısından hayati önemde addettiği Libya meselesinde iki ülke iki zıt kutbun destekçisi.

Tam da bu ortamda Rus yapımı 6 Mig-29 ve 2 Su-24 uçağının, muhtemelen Kuzey Kafkasya’daki üslerden önce İran’ın Hamedan, oradan Rusya kontrolündeki Suriye’deki Hmeymim hava üslerine nakli gerçekleşti.

Uçaklar buradan kamuflajları değiştirilerek ve yine muhtemelen Rusya’nın bu tür gri savaşlarında kullanmaktan hoşlandığı Beyaz Rus asıllı “paralı pilotlar” tarafından uçurularak Libya’daki Al-Jufra hava üssüne ulaştırıldı.
 

aa.jpg
Fotoğraf: AA


Bu hava üssü Türkiye’nin desteklediği Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile savaşan Temsilciler Meclisi destekli Halife Hafter’in kontrolünde.

Bu uçuşta söz konusu uçaklara RF hava Kuvvetleri unsurları refakat ettiği bildiriliyor. 

Hafter’i destekleyen Temsilciler Meclisi’nin, Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti'nin (UMH) 27 Kasım 2019’da Türkiye ile vardığı Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına ilişkin mutabakat muhtırasını tanımadığını oy birliği ile ilan ettiği bu noktada hatırlanmalı.

Hafter’in de benzer bir taahhütte bulunduğu Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias tarafından açıklanmıştı.

RF yetkililerinin keyfiyete ilişkin ayrıntılı bilgi sahibi olduklarını söylemek dahi gereksiz.

Halihazırda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya’nın “Libya’daki savaşı en üst düzeyde bizzat yönettiğini” söylediği biliniyor.

Bu cümledeki “bizzat” ifadesindeki “zât”ın kim olduğu da Rusya bağlamında fazlaca merak konusu olmasa gerek.

Rus “yarı-resmi özel askeri şirketi” Wagner’in Libya’daki varlığı ve bu organizasyonun RF devlet yetkilileriyle bağlantısı da sır değil -tırnak içerisindeki ifadenin oksimoron niteliğinin açıklama gerektirdiği açık olsa da bu yükümlülüğün yazara ait olup olmadığı okuyucunun takdirine bırakılmıştır.

Bu ortamda RF’nun bunlarla “Türk hedeflerini bombalayacağını” ilan eden Hafter’e uçak yollaması, S-400’ler, Astana mutabakatı, İdlib, enerji alanında iş birliği gibi gündem başlıklarının da içerisinde yer aldığı toz bulutu içerisinde, Türkiye-Rusya ilişkilerinin gerçekçi bir değerlendirmesinin yapılmasını zaruri kılıyor.

İş Türkiye-RF ilişkilerine gelince yazılanlar genel olarak iki ülkenin tarihsel ilişkilerine ve jeopolitik konumlarına dikkat çekmekle başlar.

Gerçekten de Türkiye ve öncesinde de Osmanlı toprakları, Rusya’nın jeopolitik ve jeo-ekonomik sıkışmışlığını kırmak, ve askeri bakımdan da bir cins ön alıcı savunma doktrinini (forward defence) hayata geçirmek kaygılarının kısa adı olan “sıcak denizlere inmek” arzusunun önündeki fiziki engel olarak nitelenebilir.

Bu sabiti değiştirmek güçtür. İki ülkenin 1568’den 1918’e kadar tam 13 defa savaşmış olmaları da azımsanmayacak bir kısım bu durumdan kaynaklanmaktadır. 

Elbette iki ülkenin iş birliği yaptığı dönemler de mevcuttur. Örneğin Atatürk ve Lenin 1920’lerde ittifak içindedirler.

Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, iç siyasette izlediği koyu komünizm karşıtı söyleme rağmen, Eylül 1966’da gerçekleştirdiği SSCB ziyaretinden başlayarak Sovyetler ile ekonomik alanda iş birliğini geliştirmiştir.
 

süleyman demirel rusya.jpg
Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği, 1967 yılında dönemin Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel'in tarihi SSCB ziyareti ile ilgili paylaştığı fotoğraf


Bu iş birliğinin hatırası bugünlerde unutulmuş olsa da sonuçları Seydişehir’de, Aliağa’da, İskenderun’da ve başka yerlerde alüminyum, petrol ve demir-çelik alanında faaliyet gösteren sanayi tesisleriyle gözlerin önünde.

Demirel’in Moskova’dan başka Leningrad, Kiev, Taşkent ve Bakü’yü de içeren ziyaret programının sonrasında basın önünde açıkça Sovyetler Birliği'nin kalkınmasını övdüğü de vakadır.

Örnekler zaman içerisinde çeşitlendirilebilir. Hatta 12 Eylül’ün darbecisi Kenan Evren’in, Genel Kurmay ikinci başkanıyken bu ülkeyi ziyareti de belirtilebilir.

Üstelik bu ziyaret Sovyetler Birliği’nin 1976 “Kafkasya” tatbikatlarına Türkiye’den askeri uzman davetinin ardından gelmiştir. 

Yakın tarih içerisinde iki ülkenin gerginlikleri de az değildir. En çok bilinen örnek, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Vyacheslav M. Molotov’un Artvin, Kars ve Ardahan’ı, ilave olarak da Boğazların ortak savunması için üs talep etmesi konusudur.
 


Molotov’un söz konusu talepleri Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e ilettiği iddia edilen meşhur 7 ve 18 Haziran 1945 görüşmelerine ilişkin yaklaşımlar bir diğeri ile çelişir iki grupta toplanmaktadır.

Kimi araştırmacılar bu görüşmelerde Sovyetler Birliği'nin Türkiye’ye karşı doğrudan mütecaviz bir tavır sergilemediğini, bu yöndeki tespitlerin zorlama yorumlar oluşturduğunu, zira ortada yazılı bir talep bulunmadığını savunurken, genel kabul bu görüşle çelişmektedir.

Genel kabulün ardında Molotov’un bu taleplerin yapıldığı yönünde kendi ifadelerinin, İngiliz arşiv belgelerinde SSCB’den teyiden ve doğrudan alınan bilgilerin bulunduğu da belirtilmeli.

Tüm bu tartışmanın siyasi tarihçiler açısından önemi tartışılmaz. Ancak, güncel dış politika analizi ve buna bağlı stratejik öngörülerle ilgilenenler açısından özü itibariyle iki yaklaşımdan hangisinin “doğru” olduğunun neticeyi değiştirmekteki etkisinin kısıtlı olduğu kaydedilmeli. Bunu nedeni kimi temel unsurlarda aranmalıdır.

Ortada yazılı bir belge olsun olmasın, Sarper-Molotov görüşmelerinin Türkiye-Rusya ilişkilerinin stratejik görünümü bakımından ufuk açıcı yanları bulunmaktadır.
 


Yazılı bir talebin varlığından ve Türkiye Cumhuriyeti karar alıcılarının meseleye ilişkin kimi yatıştırıcı söylemlerinden bağımsız olarak, Türkiye’nin kuzeydeki büyük komşusunun kendisiyle ilişkili tasarruflarına, doğal olarak, “hassas” oluşu ana temadır.

Bunun sebeplerini, Rusya’nın rejiminin niteliği (monarşik imparatorluk, totaliter komünist federal devlet, otoriter cumhuriyetçi federal yarı başkanlık) ve devletin adının ne olduğundan (Rus Çarlığı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği veya Rusya Federasyonu) bağımsız olarak, üç genel başlıkta toplamak mümkündür:

İkili ilişkilerin tarihi, coğrafi yakınlık ve Rusya ile Türkiye arasındaki, Rusya lehine, güç asimetrisi.

Tarihsel determinizmin, hele ebedi dostluklar ve düşmanlıklar noktasında(!) tehlikeli bir öngörü zemini olduğu savunulabilirse de, bu faktörlerin iki ülkenin ilişkilerinin biçimlenmesinde sabit, süreklilik unsurları olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Nihayetinde sınır komşunuz 13 defa savaştığınız ve Rusya’nın güç ölçeğinde bir devletse, üstelik bu devlet sizin üzerinizde zorlayıcı diplomasiden güç kullanmaya kadar uzanan araçlarla doğrudan etki oluşturmak olasılığına sahipse, bu ciddi bir endişe konusudur.

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası yaptığı Batı güvenlik şemsiyesi tercihi hiç kuşku yok bu faktörlerden etkilenmiştir.

Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini yürütüş biçimi birçok eleştirinin konusu olabilir. Ancak, neticede bir “süper gücün” etki sahasına giriyorsanız, ki Türkiye’nin jeopolitik konumunda ve Soğuk Savaş’ın çift kutuplu uluslararası sisteminde bundan kaçınmak nasıl mümkün olabilirdi tartışılır; size doğrudan güç kullanma ihtimali düşük olan aktörü tercih etmek pek anormal bir tercih sayılmasa gerek.

Nitekim, Sovyetler Birliği’nin müttefik, hasım ayrımı yapmadan, “sınırları” pek bir siyasi/ diplomatik sıkıntı duymadan, aşma eğiliminde olduğu, 1956’da Macaristan, 1968’de Çekoslovakya ve 1979’da Afganistan’da yaptıklarından bellidir.

Rus dış politikasının kimseyle eşit ilişki kurmadığı ve hoşluklarla da vakit kaybetmediği örnekler bunlarla sınırlı da değildir.

Esasen Rusya’nın dış politika geleneğinde bu iki unsurun dış siyaset kültürünün ta kendisi olduğu söylenebilir.
 


Rusya’nın “yakın uzaklar” (blizhneye zarubyezhe) olarak adlandırdığı eski Sovyet Cumhuriyetlerine ilişkin müdahale pratiğini 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna müdahalelerinden ve Kırım’ı ilhakından hatırlamak mümkün.

Kaldı ki, Ukrayna örneğinde 1994 Budapeşte Memorandumu taahhütlerini çiğneyiş biçiminden, Rusya açısından uluslararası anlaşmaların anlamının da “bir noktaya kadar” olduğu görülmektedir.

Bekleneceği gibi bu noktayı mutlak olarak Rusya’nın çıkarları belirlemektedir.

Bu geleneğin farkında olmak RF ile her tür ilişkinin yürütülmesinde ve beklentilerin oluşturulmasında faydalı olabilir.

Rusya’nın dış politika geleneğine ilişkin örnekler, bahsedilen dış siyaset kültüründeki tutarlılığın süreklilik arz eden bir dış politika davranış kalıbıyla defaten teyit edildiğini gösterir niteliktedir.

Türkiye-RF ilişkilerinin bugün de bu üç unsurdan, ikili ilişkilerin tarihinden, coğrafi yakınlıktan ve Rusya ile Türkiye arasındaki güç asimetrisinden etkilenmeye devam ettiği söylenebilir.

Elbette bugün, enerjiden turizme, gelişen ekonomik ilişkilerin yarattığı çok daha karmaşık bir bağımlılık ağının iki ülke ilişkilerine hakim olduğu söylenebilir.

Fakat, bu durumun da söz konusu üç unsuru Türkiye lehine dönüştürdüğü söylenemez.

Özellikle enerji ithalatından kaynaklanan sebeplerle RF lehine 19,5 milyar dolar açıkla yürüyen ticaretin ve turizm alanında Rusya kaynaklı trafikten elde edilen 4 milyar doların üzerindeki gelirin, Rusya’ya Türkiye üzerinde etkili kaldıraçlar sağladığı Kasım 2015’de Türkiye’nin hava sahasını ihlal etmesi gerekçesiyle bir Rus uçağını düşürmesinin ardından yaşanan tecrübelerle teyit etmiştir.
 

rusya-türkiye.jpg
Fotoğraf: Reuters


Öte yandan temelde iki ülke arasında iş birliği davranışını besleyen bir unsur öne çıkmaktadır: Her iki tarafın da Batı ile ilişkilerine dair, zamana ve koşullara bağlı olarak artabilen, kuşku ve kaygıları. 

Son dönemde Türkiye ve RF ilişkilerinin karmaşık niteliğini besleyen yine bu unsur olmuştur.

Türkiye açısından ABD’nin Suriye’deki tercihleri ve Batı ile ilişkilerin iç siyasete yansımaları; RF açısındansa özellikle Ukrayna meselesinde Batı’nın tavrı, kuşku ve kaygıları arttırıcı kırılma noktaları oluşturmuştur.

Bir başka deyişle, tarihsel süreklilik bakımından Batı’dan kaynaklanan kaygılardaki artış ve Batı ile ikili ilişkilerde bir diğerine sağlanan dengeleme imkânı, iki tarafı birbirine yakınlaştıran en önemli faktörler olmuştur.

Bu düzeyde karmaşıklık içeren ilişkilerin yürütülmesinin müşkül bir sorun teşkil etmesi beklenmelidir. Böyle de olmuştur. Ancak, bu sorun çözümsüz kalmamıştır.

Türkiye ve RF bu durumu yönetmenin yolunu ilişkilerini konu başlıklarına göre birbirinden ayrıştırmakta bulmuştur. Bu tutuma kompartmantalizasyon denmektedir.

Özünde bu sayede ikili ilişkilerde anlaşmazlık konusu olan dosyaların, iş birliği konusu dosyaları “zehirlemesinin” önüne geçilmektedir.

Bu dinamikte Türkiye RF’nu Batı ve özellikle ABD ile ilişkilerinde stratejik muhtariyetini sağlayan dengeleyici unsur, RF ise Türkiye’yi Batı ittifakının içerisindeki zaaf ve uyumsuzluğun posteri ve kendi büyük güç otoritesini güçlendirici hamlelerin derinliği olarak kullanıyor görünmektedir.

Son tahlilde iki tarafın yakınlaşmasında eğer bir “arabuluculuk” ödülü verilecekse bu ödülü Washington başta, Batı’nın alması hakkaniyetli görünüyor. 
 

idlib reuters.jpg
Fotoğraf: Reuters


Suriye sorunu iki ülkenin ilişkilerindeki bu dinamiğin test sahası olmuştur. İdlib, bugün bu testin kırılgan son safhasıdır; ancak tek sahnesi değildir.

İki ülkenin dış politika çıkarlarını tanımlama biçimleri birbirinden farklı olduğu gibi, tek coğrafyaları da Suriye olmaktan uzak.

Libya, Kırım, Kafkaslar uzun listenin ilk akla gelenleri.

Dünyayı saran korona illeti Suriye ve İdlib başta tüm meseleleri buzluğa koymuş görünse de yazla birlikte suların ısınmaya başlaması kaçınılmaz.

Suriye trajedisi sona yaklaşırken, kimi nihai nitelikte tercihler yapılması iki taraf açısından da kaçınılmaz hale gelebilir.

Bunun iki ülkenin pragmatik esneklikle üstesinden gelebileceklerinin ötesinde bir vaziyet oluşturması olasılık dahilindedir.

Bu noktada taviz vermek durumunda kalacak olanın, eli ve konumu daha güçlü taraf olması pek beklenmez.

Neticede iki ülkenin sıkı dostlar olmaktan çok, bir diğeri için ehven-i şer ortak olduklarını iddia etmek mümkündür.

Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemi alımı ile de en azından görünür vadede bu durum değişecek nitelikte görünmüyor.

Zira, stratejik niteliğine rağmen bu silah sisteminin yüksek stratejik bir dönüşümün işaret fişeği olacak ağırlığı bulunmuyor.

Keyfiyetin yaratacağı “yüksek siyaset”e dair sorunlar bir yana, kamuoylarının yönetimi de bir meseledir.

İki ülke kamuoylarının birbirine ilişkin görüşleri halihazırda kaygan bir zemin üzerinde şekillenmektedir.

İlişkilerin durumuna göre kamuoyu algıları “stratejik ortak” nitelemesinden hızla “tarihsel düşmana” hızla evrilebilmekte.

Örneğin, 2014-2015 arasında Türkiye’de RF’nun tehdit olduğunu düşünenlerin oranı 3 kat artarak yüzde 34,9 olmuştur. 2019 yılında bu oran yüzde 9,3 oranında yukarıya çıkmıştır.

2018 yılındaysa iki ülke arasında iş birliği olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 61’di! Bu araştırmaların yapıldığı tarihten bu yana gerçekleşen İdlib saldırısının Türkiye-RF ilişkileri üzerindeki etkilerinin de olumlu olmadığı tahmin edilebilir.

Türkiye’nin içerisinde yaşadığı zor coğrafyada sıkı dostlar bulması zor.

Dış politikadaki meydan okumalarınsa, çeşitli sebeplerle bir süreliğine dondurulabilseler de, uzun müddetle ertelenmeleri mümkün değil.

Belki de en doğrusu Süleyman Demirel’in 1966 ziyareti sonrasında Sovyetler ile ilişkilerin gelişmesini eleştirenlere cevaben söylediği şu sözleri hatırlamak:

Türkiye dış politikasını hislere ve husumetlere değil, milli menfaatlere göre ve akılcılık esaslarına müsteniden ayarlamak durumundadır.

 

 

*Bu yazının kısa versiyonları Bloomberg Businesweek’de yayınlanmıştır.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU