Bu satırlar kaleme alınırken koronavirüs ya da teknik adıyla Kovid-19’a yakalananların sayısı toplamda bir buçuk milyonu çoktan geçmiş, hızla artıyordu. Hayatını kaybedenlerin sayısı ise 100 bini geçecek görünüyordu.
Toplamda ne kadar insana virüsün bulaşacağı ile ilgili iyimser senaryolar giderek ikinci plana düşmüş ve uzmanların çoğu tünelin ucunun görünmediğini ifade ediyorlardı.
Hatta salgının tekrarlayabileceği endişesinden hareketle önümüzdeki aylarda tünelin ucunda göreceğimiz ışığın yaklaşmakta olan bir tren olabileceğini söyleyerek kamuoylarını uyarıyorlardı.
Daha önceki salgınlar
Bilinen tarihin en büyük pandemisi olan Kara Veba (Black Death), 1300’lerin ortalarından itibaren İtalya’da ortaya çıkmış ve Avrupa, Avrasya ve Kuzey Amerika’da 75 ila 125 milyon insanın ölümüne sebep olmuştu.
Yol açtığı ekonomik kaos ve sebep olduğu yıkımların ortaya çıkardığı siyasi sonuçlar özellikle modern Avrupa tarihinin en önemli konuları arasında yer alır.
Olmaması da mümkün değil; çünkü o zamanki dünya nüfusu 500 milyonun altında tahmin ediliyordu ve ölenlerin toplamı 100 milyon kabul edilse, bu rakam/oran, sekiz milyarlık günümüz dünyasında 1,6 milyar insanın ölmesi anlamına gelir ki, bu da yaklaşık yirmi Türkiye’nin yok olması demektir.
Daha yakın zamanlarda (1918-1920) patlak veren ve İspanyol Gribi (Spanish Flu) adıyla anılan salgında ise ilk tespitlere göre iki ila iki buçuk milyarlık dünya nüfusunun yaklaşık beş yüz milyonuna virüs bulaşmış ve 17 ila 50 milyon civarında insan hayatını kaybetmişti.
Son yıllarda yapılan araştırmalar, hayatını kaybedenlerin sayısının 100 milyona kadar çıkmış olabileceğine işaret ediyor.
Öte yandan Kara Veba, Avrupa’da sosyal, ekonomik ve siyasal yapıların çökmesine, feodalizmin tümüyle sona ermesine önemli katkılarda bulunurken, Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde patlak veren ‘İspanyol Gribi’nin devlet ve toplum yapıları üzerinde aynı derecede etkilere yol açtığını söylemek zor görünüyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından başlayan ve İngiltere ile Fransa’nın liderliğinde sürdürülen Paris Barış Konferansı veya imzalanan anlaşmalar üzerinde bu salgının hemen hemen hiçbir etkisi olmamıştı.
Toplumsal yapıları ekonomik, sosyal veya siyasal açılardan köklü değişimlere zorladığı veya Batı’nın üstünlüğünü tartışmaya açtığı da söylenemez.
Oysa bu salgından ölenlerin sayısı Birinci Dünya Savaşı’ndaki toplam can kaybından daha fazlaydı.
Mevcut salgın İspanyol Gribi’nden sonraki ilk pandemi. Son yıllarda pek çok bilim insanı ve bilim kurumunun üzerinde konuşup/tartıştıkları muhtemel salgınların ilki ve belki bundan sonra başkalarıyla da mücadele etmek zorunda kalacağız; çünkü bu salgının gelişine dikkat çeken bilim insanları bu konuda hemen hemen hemfikir görünüyorlar.
Koronanın milat olması kuvvetle muhtemel
Korona salgınının dünya siyasi, ekonomik ve sosyal tarihinde bir milat oluşturması kuvvetle muhtemel; çünkü bu salgın dünyanın lider ülkesi sayılan Amerika’yı adeta tuş ederken, müttefikleri Avrupa’yı ise hallaç pamuğu gibi attı.
Buna karşılık çoğu zaman Yükselen Asya olarak anılan başta Çin, Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler 'Korona Meydan Muharebeleri'nden şu an itibariyle zaferle çıkan tarafı temsil ediyorlar.
Bütün bunlar Batı üstünlüğünün sonunun gelmekte olduğuna dair zaten varolan tartışmalara ivme kazandırdı.
Amerika ve Batı ülkelerinin pek çoğunun sağlık sistemlerinin salgınla mücadelede yetersiz kalması ise kamuculuğun daha iyi bir alternatif olup olmadığından, neoliberal ekonomik sistemlerin sonunun geldiğine kadar pek çok yeni tartışmayı tetiklemiş görünüyor.
Küresel tartışmaların öncülüğünü yapan dergiler (Foreign Affairs, Foreign Policy, The National Interest, The Spectator, The Economist, Newsweek) sayfalarında bu görüşlere uzun uzadıya yer vermeye başladı.
Amerika’nın salgının merkez üssü haline gelmesi, New York ve California gibi eyaletlerde vaka ve ölüm sayılarının hızla artması, devasa büyüklükte milli gelire sahip bir ülkenin salgınla mücadelede bırakın etkili tedbirler almayı adeta aciz ve çaresiz kalması; buna karşılık Çin’in krizin en sert vurduğu ülkelere (ABD de dahil) medikal ekipman ve kişisel koruyucu malzeme (maske, eldiven vs) göndermesi kelimenin tam anlamıyla bir kamu diplomasisi örneği. Diğer ülkeler de bu kamu diplomasisinin bir parçası. Mesela Rusya salgında en fazla kayıp veren İtalya’ya tıbbi malzeme, uzman hekimler, sağlık görevlileri ve kişisel koruyucu malzeme göndermekle kalmadı; ayrıca salgının İtalya’daki merkez üssü Bergamo’ya sahra hastanesi kurarak virüse yakalanmış insanların tedavisine de yardım etmeye başladı.
Türkiye de bu kamu diplomasisi trafiğine kendi çapında katılmış görünüyor. Bir yandan İtalya ve İspanya’ya öte yandan da İngiltere’ye gönderdiği yardımlar aynı çerçevede ele alınmalı. İngiltere büyükelçisinin (Dominick Chilcott) ve bir önceki Türkiye uzmanı büyükelçinin (Richard Moore) twitter sayfalarından kalbi teşekkürlerini ifade etmeleri boşuna değil.
Bu salgında Avrupa Birliği’nin Birlik olarak ciddi varlık gösteremediği açık. AB 2008 yılında finansal piyasalarda patlak veren ve giderek köklü bir ekonomik durağanlığa sebep olan krizde olduğu gibi bu defa da Birlik olarak hareket edemiyor.
Öyle ki, salgının ilk günlerinde zor durumdaki İtalya’nın Birlik’ten yardım çağrılarına bir tek AB üyesinin bile olumlu cevap vermediğini; tam tersine her ülkenin kendi bacağından asılma yoluna giderek Roma hükümetinin ihtiyaç duyduğu malzemelere ihracat yasağı getirdiğini ve doğrudan yardım çağrısında bulunulmayan Çin’in devreye girerek İtalya’ya yardım gönderdiğini dikkate alırsak, bu salgının AB’nin geleceği ile ilgili pek çok tartışmayı derinleştirme potansiyeline sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Nitekim AB’nin icra organı Avrupa Komisyonu’nun Başkanı Ursula von der Leyen’in dayanışma eksikliğinden şikayet eden açıklamaları sırasında kendisine AB’nin dağılıp dağılmayacağını soran gazeteciye "Ne münasebet? AB her zamankinden daha güçlü ve ayaktadır ve dayanışma içerisindedir" diyememesi korona salgını sırasında ve sonrasında pek çok şeyin tartışma konusu edileceğini ve hatta uluslararası düzen/sistem diye tanımladığımız pek çok yapının değişip/dönüşeceğinin habercisi gibi.
Değişim/dönüşüm olsa bile…
Peki bu değişim/dönüşüm nasıl ve ne kadar kapsamlı olacaktır? Ve dahası ne kadar hızlı olması muhtemeldir?
Örneğin Amerikan’ın liderliği esasına dayanan uluslararası sistemin en önemli savunucu ve gözlemcilerinden birisi olan Foreign Affairs dergisi geçen haftalarda salgını yönetmekte Amerikan hükümetinin eksiklik ve yanlışlıklarından şikayet ederken, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar dünya devleti/lideri olan İngiliz İmparatorluğu’ndan örnekler veriyor ve Londra’nın dünya üstünlüğünün uzunca yıllar erozyona uğradığının gözlemlenebildiğini; ama bunun kesinlik içeren bir sonuca dönüştüğü olayın 1956 yılında meydana gelen Süveyş Krizi olduğunu ifade ediyordu.
Buradan hareketle ABD üstünlüğünün sorgulandığı içinden geçtiğimiz sürecin de bu salgınla birlikte benzeri sonuçlar verebileceğini belirtiyordu.
Yani son yıllarda belirgin hale gelen ABD üstünlüğüne karşı çıkan güçlerin yükselişiyle başlayan çok kutupluluk sürecinin, bu salgınla birlikte Çin’in dünya lideri olarak kabul edilmesi sonucunu doğurabileceği ‘endişesini’ dile getirmekteydi.
Kurulu düzenin en önemli dergilerinden bir diğeri olan Foreign Policy ise, bu krizle birlikte Çin’in enformasyon yayma konusunda artan kabiliyetini bir kez daha gösterdiğini; Beijing yönetiminin bu konuda onlarca yıldır yaptığı yatırımların karşılığını aldığını; artık dünyada enformasyon teknolojileri ve enformasyon merkezinin sadece Amerika ve Batı olmadığını; hatta Çin’in bu alanda belirgin şekilde ABD’nin önüne geçtiğini Vaşington yönetimine yönelik eleştirel cümlelerle ifade ediyor ve bu konularda kapsamlı öneriler ortaya koyuyordu.
Ancak bütün bu eleştirilere ve gidişatı tersine çevirme amaçlı önerilere rağmen, ABD salgının merkez üssü olmuş durumda ve eski ABD Dışişleri Bakanı/akademisyen Henry Kissinger’ın da vurguladığı gibi bu pandeminin ABD ekonomik ve sosyal yapısında olduğu gibi küresel düzeyde de pek çok değişim/dönüşümleri tetikleyeceğine hiç şüphe yok gibi.
Benzeri biçimde Avrupa Birliği içinde ve AB’nin bölgesel ve küresel düzeyde sahip olduğu etki üzerinde de bu değişim/dönüşümlerin olması oldukça muhtemel.
Her ne kadar AB Dışişleri Bakanları geçtiğimiz günlerde salgından en kötü etkilenen üyeler için 540 milyar avroluk bir yardım paketi üzerinde uzlaşma sağladılarsa da, Birlik içinde ve dışında salgının yarattığı etkilerin bütünüyle ortadan kalkacağını iddia edebilmek pek kolay olmayabilir.
İlk değerlendirmeler
Mevcut küresel düzenin bir anda yıkılmasını beklemek fazla iddialı olabilir.
Amerika ve Batı’nın üstünlüğüne dayalı uluslararası sistemin onlarca yıldır meydan okumalarla karşı karşıya olduğu ortada; ancak yüzyıllardır devam eden askeri, teknolojik, ekonomik ve finansal üstünlüğün birkaç yılda yerle bir olması beklenmemelidir.
Ancak Batı’nın söz konusu üstünlüğünün hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğini varsaymak da aynı derecede gerçeklikten uzak bir analiz olacaktır.
Bilhassa Amerika, İngiltere ve İtalya gibi salgınla mücadelede pek başarılı olamayan ülkelerde sağlık sisteminden ekonomik yapının sorgulanmasına kadar gidecek pek çok toplumsal talebin ortaya çıkması kuvvetle muhtemel.
Bu taleplerin ekonomilerde daha fazla korumacılığa yol açıp açmayacağı ise yakından izlenmesi gereken bir süreç olacaktır.
Kendi vatandaşlarının sağlığını tümüyle özel sektöre teslim etmiş Amerika’nın salgında perişan olmuş görüntüsü önümüzdeki yıllarda savunma harcamalarının kısıtlanarak kaynakların ülke içinde başta sağlık olmak üzere toplumsal alanlara yönlendirilmesine yol açar mı?
Olsa bile bunlar değişim/dönüşüm yaratabilecek düzeyde olur mu?
Öte yandan Çin başta olmak üzere Uzak Asya ülkelerinin dünya kamuoylarının algısındaki yükselişine bu salgının önemli katkılarda bulunacağı açık; ancak bunun nasıl bir şekil ve içerik kazanacağını bugünden kesin çizgilerle tahmin etmek o kadar kolay değil.
Örneğin korumacılığın artığı bir dünyada Çin’in ekonomik yükseliş hızının artıp artmayacağı önemli bir tartışma olabilir.
Salgının Avrupa Birliği’nin geleceğini pek çok açıdan tartışmaya açması muhtemel olmakla birlikte, AB’nin bu krizle birlikte ortadan kalkacağını beklemek çok erken olabilir.
Örneğin İtalya ve/veya İspanya’nın AB’den çıkmak isteyip istemeyeceği sorusuna kesinlik içeren cevaplar verebilmek henüz kolay değil.
Finansal olarak çok zor durumdaki bu ülkeler AB’den hatta Avro Bölgesi’nden çıktıkları takdirde, çok büyük borçlanma maliyetleri ile karşı karşıya kalabilirler.
Yani avro ile borçlanmak göreceli olarak çok daha ucuz iken kendi paralarına dönecek İtalya ve/veya İspanya daha uygun koşullarda borçlanabilir mi?
Bu sorulara olumlu cevap vermek pek kolay değilken, tek para uygulamasının da bu ülkelerin finansal sorunlarına çare üretemediğinin altını çizmek gerekir.
Öte yandan finansal/ekonomik kriz ve bu salgınla birlikte AB’nin siyasal bütünleşmesinin mümkün olamayacağını söyleyebiliriz.
Zaten ulus devletin ana vatanı bir kıtada Avrupa Birleşik Devletleri’nin oluşturulabileceğini zannetmek belki de baştan sorunluydu; çünkü Birlik içinde milli çıkar kavramı her zaman güçlü kalmıştı, krizlerde ise tamamen belirleyici hale geliyor.
Kısacası zaten pek çok değişim/dönüşüme gebe bir dünya düzeni salgınla birlikte bir doğumun/doğumların arifesinde görünüyor.
Henüz kesin olarak bilmediğimiz ise ortaya çıkacak yeni yapıların ne kadar sancılı olacağı ve içeriklerinin nasıl oluşacağı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish