Kaybettiğimiz en önemli değerimiz; adalet ve hakkaniyet duygusu

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Son günlerde gerek medyada yer alan tartışmalarda gerekse toplumsal yaşam içinde gözlemleyebildiğim kadarıyla bütünlüklü bir yaşam için en çok ihtiyaç hissettiğimiz adalet ve hakkaniyet duygumuzu/değerimizi kaybediyoruz.

Kendimize reva gördüğümüz hiçbir şeyi karşımızdakine uygun görmüyoruz.

Marketlerdeki makarnalara saldırmaktan tutun, ikazlara rağmen mecbur olmadığımız halde dışarı çıkmamıza kadar olan bütün sorumsuz ve bencil davranışlarımızın temeli bu değer yitimine dayanıyor.

Bu kaybı daha çok dindar olduğunu söyleyen insanlarda görmek ise kaygı verici bir durum. Artık hakikat ve doğruyu kendimize göre yorumluyor ve gerçek doğrudan uzaklaşıyoruz.

Fazlaca köpürtüldüğünü düşünüyor olsam da; şu son aylardaki koronavirüs salgınının sebep olduğu kaosu göz önüne aldığımızda, çok ciddi sıkıntılar içerisinde olduğumuzu görürüz.

Özellikle Müslüman ülkelere baktığımızda tamamının yıkılmak üzere olduğuna şahit oluyoruz.

İç savaş içinde olan Irak, Suriye, Yemen, Libya'dan bahsetmiyorum bile. Oralarda düzen bozulmuş diyelim.

Lakin zengin Körfez ülkeleri başta olmak üzere Türkiye ve Suudi Arabistan dahil, bütün İslam ülkeleri hiç de iyi bir sınav vermiyorlar.

Hele 40 yıldan fazladır, kendince devrim yapmış, tarihin değerli maddi ve manevi kültürel zenginliğinin yanı sıra dünyanın en zengin doğal kaynaklarının üzerine oturmuş İran sınıfta kaldı bile.

Bu salgın, bu hızla sadece 6 ay daha devam ederse İran tarih öncesine dönecek.

Peki bu, İran halkına reva mıdır?

İran İslam Cumhuriyeti'nin çok basit bir dikiş makinesi ile üretilebilecek bir maskeye bile muhtaç olması, bunu dışarıdan temin etmeye çalışması, bir devlet için son derece kötü bir puandır.

Aynı şey Kürdistan Bölgesel Hükümeti için de geçerli.

Yahu maske nedir? 20 santimlik bir bezi kıvırıyor, her iki tarafında birer lastik geçirip dikiyorsun. Bu kadar.

Bunun için fabrikaya gerek yok. Sadece ufak bir atölye, 5-10 tane dikiş yapmasını bilen kadın veya erkek lazım. Günde yüzlerce maske üretilir.

Daha özellikli olanlara da uygun bir tesis gerekir belki. Ama şimdi piyasada bulunan ve tanesi 30-40 liradan satılan maskelerin üretimi son derece kolaydır.

Peki, İslam dünyasındaki bu geri kalmışlık, üretimsizlik, kaos ve başıbozukluk bazılarının iddia ettiği gibi İslam'dan mı kaynaklanıyor?

Yani biz Kürtler, Araplar, Farslar, Türkler ve diğerleri, Müslüman olduğumuz için mi bu kadar geriyiz, üretime değer vermiyoruz, insan hak ve hukukuna önem vermiyoruz?

Müslüman olduğumuz için mi minicik bir virüs karşısında dökülüyoruz?

Hayır. Müslüman olmayan milletlerin de iyi bir sınav vermediğini görüyoruz.

İtalya, İspanya, Avrupa, Amerika ve diğerleri...

Lakin başkasının kusurlarını araştırmaktansa kendimize dönmeliyiz ve kendimizi değerlendirmeliyiz.

Zira benim kanaatime göre dindar oluşumuzdan değil, aksine dinsizliğimizden kaynaklanıyor bu felaketler.

Dini, ibadetle idrak ettiğimizi düşünüyoruz. Namaz ve oruç gibi yüzeysel bazı ibadetlerimizin yanı sıra İslam'ın hiçbir kaynağında yeri olmayan kandil kutlaması gibi şeyleri yaptığımızda Müslüman olduğumuzu sanıyoruz.

İbadetleri şekilcilik olarak yapıyoruz. Rabbimiz; "Namaz kılan günahtan beridir" diyor, biz günaha gark olmuşuz. Ahlaki değerlerimizi yitirmişiz. Adalet duygumuzu kaybetmişiz.

Peki, neden?

İslam’ın dört temel kaynağı vardır, yani; biz İslam’ı şahıslardan, gruplardan, derneklerden, cemaatlerden, tarikatlardan öğrenmiyoruz.

İslam’ın ana kaynakları; Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamberin sünneti, İctihad veya İcma-ı Ümmet ile bu üç esasa göre Kıyas'tır.

Yani "Şu adam Müslüman'dır, Müslüman geçinmektedir, şöyle yapmaktadır” diye değerlendiremeyiz; bizim ölçümüz yukarıdaki ana kaynaklardır.

Bu kaynaklara uymayan, bu kaynaklarda yeri olmayan işleri yapanları da İslam dairesinin içinde görmüyoruz.

Hz. Peygamberin yapmadığı şeyleri ibadet diye yutturmak bidattir. Hiç kimse Hz. Muhammed'den daha fazla Müslüman değil ve olamaz.

Onun için kimse boşuna yorulmasın ve onun yapmadığını da yapmasın.

Mesela; Hz.Peygamberimiz diyor ki;

La yu'mînu ehedukum hetta yuhibbe li exihi ma yuhibbe li nefsihi

Kendisi için istediği bir şeyi kardeşi için de istemedikçe kişi mümin sayılmaz.


Bu hadisi şerifi meşhur şair Fuzuli şu şekilde ifade etmiş;

Mümin olmaz kişi hakikat ile
Dutmayınca tariki terki heva
Her ne öz nefsine reva görse
Yar û kardaşa görmeyince reva

(Molla Caminin 40 Hadis Tercümesi- Büyüyen Ay Yayınları)


Hüküm son derece açık. Yani biz kendimiz için istediğimiz mal, mülk, mevki, ilim, sıhhat, iyilik, özgürlük, adalet ve diğer bilumum şeyleri başkası için istemediğimiz müddetçe iman etmiş sayılmayız.

Hadi şimdi kendimizi değerlendirelim;

Gerçekten biz iman etmiş miyiz?

Eğer dinleri tek bir kelimeyle ifade etmeye kalkışırsak, sanırım Hıristiyanlığı sevgi ile; İsa sevgisi, Meryem Ana sevgisi, Kilise sevgisi vesaire, İslam'ı ise "adalet"le ifade edebiliriz.

Yani, tek bir kelimeyle; İslam “adalettir”.

Müslümanların, bugün içinde bulunduğu bütün huzursuzluk ve kaosun temeli de adaletten uzaklaşmış olmalarındandır. 

İnsanları adaletsizliğe sevk eden iki tane çok önemli unsur var; bunlardan birisi ırkçılık diğeri bencilliktir.

Irkçılık; ırksal olarak, aynı milletten gelmiş olmak ve bunu onur ve gurur vesilesi yapmak olsa da, bazen aynı parti ve örgütten, aynı düşünce ve felsefeden gelmiş insanlarda da bu ırkçılık görülür.  

Bu da son derece basit bir şekilde test edilebilir bir şeydir. İnsanlarla olan ilişkilerimizde, adaletle hükmetmemiz gerektiği yerde; ırkımız, aşiretimiz, dinimiz, ideolojimiz, partimiz bizi "bizden olanı" kayırmamıza vesile oluyorsa, biz ırkçıyız.

Yani "Kürt olsun çamurdan olsun", "Madem bizim partiden o zaman kusuruna bakılmaz" şeklinde haksız Müslüman'ı haklı olan diğerine karşı savunmak ırkçılıktır. Bu kadar basit.

Soru iki:;

Biz ırkçı değiliz, diyebiliyor muyuz?

Bilindiği gibi, başta Mekke ve Medine'deki kutsal mekanlar olmak üzere, birçok İslam ülkesinde ibadethaneler salgın nedeniyle kapatıldı.

Her hafta camiye gidenler bilir ki; hutbeden sonra imam şu ayeti kerimeyi okur;

Şüphesiz Allah adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar ve bunu düşünüp tutasınız diye size de öğüt verir

(Nahl Süresi 90)


Adalet, iyilik yapmak, yakınlara yardım etmek emrediliyor ve hayasızlık, kötülük yapmak ve azgınlık yasaklanıyor.

Peki, kim tutuyor bu öğütleri?

Hadi soru üç;

Biz her gün daha çok adaletle hükmediyor, iyilik yapıyor, yakınlara yardım mı ediyoruz, yoksa hayasızlık ve azgınlık mı yapıyoruz?

Madem söylenenleri tutmayacağız, niye camiye gidiyoruz?

İşte tutmadığımız için camiler kapandı. Kabe kapandı. Bunun müsebbibi Müslüman geçinen, ama hakikatte olmayan bizleriz.

Halka hizmet için seçilen devletin görevlilerinden, hizmetçilik için atananlara kadar, en basitinden yerel bir mülki amir, parti başkanı, vali, müdür, belediye başkanı ve diğer hizmet ehli olanlar camilere korumalarıyla giriyorlar. Önce tertibat alınıyor onlara.

Peki, bu halimize bela ve musibet gelmez mi?

Ve bu hal sadece bize özgü değil, bütün İslam alemi aynı dert ile muzdarip.

"Bir musibet bin nasihatten iyidir" demiş atalarımız. Umarım bu musibet, bize de nasihat olur...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU