Zaman zaman zihnim akarı gideri olmayan bir su birikintisi gibi durağanlaşır.
Böyle su birikintilerinin uzun süre hareketsiz, dalgasız kaldıkları zaman bataklıklara dönüştüklerini bildiğim için hemen iyi kalem sahibi yazarların eserlerini okurum ve zihnimin durağan gölü bir coşkun deryaya dönüşür.
Fikirler dalgalanır, kafatasımın kenarlarını dövmeye başlar. Hayat bulurum.
Zihin bataklığa dönüştüğü zaman etrafa yayacağı koku, hiçbir ufunetle mukayese edilmez çünkü. İyi yazarlar bu tehlikeyi önlemek için vardır.
Yazar, durgun zihnin tam ortasına bir taş atar ve fikir halkaları büyümeye başlamış olur.
Deliler de kuyuya taş atarlar, ama onların ki akıllıları oyalamak içindir.
Bu arada zihnin (hafızanın) Kürtçesi bîr’dir. Bîr aynı zamanda kuyu demektir.
Böyle yazarlardan biri dostum Muhsin Kızılkaya’dır. Habertürk gazetesinde çarşamba ve pazar günleri sıkı yazılar yazıyor. Ben de bu yazıların sıkı takipçisiyim.
Türkiye ölçeğinde müthiş sayılacak bir müktesebata sahip. Yazılarında bu müktesebatı fark etmemek mümkün değil.
Bir kere Hakkarili. Hakkari, Kürt kültürünün ana rahmi gibidir. Kürt kültürü, edebiyatı Hakkari’den etrafa yayılmıştır desem abartmış olmam.
Bu yüzden bazen galiba Kürtler de Hakkari’de çoğalmış, etrafa yayılmışlar diye düşünürüm.
Muhsin’in ailesi de tam bir halk edebiyatı, kültürü kaynağıdır. Abisi Abdülkadir bir çîrok, efsane, dengbêj, folklor deryasıdır. Saatlerce dinleseniz sıkılmazsınız. Kendisiyle tanışma ve dinleme fırsatını bulduğum için şanslıyım.
Bir keresinde Muhsin bana, “Çocukluğumda her sabah evimizde okunan Kur’an sesiyle uyanırdım” demişti.
Muhsin, sol düşünceden geliyor ve solu iyi biliyor. Üstünkörü bir bilme ya da çoğu solcuda rastladığımız gibi bir ezber değil. İyi sindirmiş.
Batı düşüncesini yutmuş adeta. Batı hayat tarzını bizim gibi, en azından benim gibi sadece kitaplardan, filmlerden değil, bizzat görerek, yaşayarak biliyor.
Son zamanlarda muhafazakar, dindar kesimin Cemil Meriç, Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi ustalarını da okuyup incelediğini biliyorum.
İşte bu çok yönlü zihnin imbiğinden damıtılmış yazıların tiryakisiyim.
Geçenlerde yağmurla ilgili bir yazı yazmıştı. Yağmur zenginde estetik zevki harekete geçirirken fakiri adeta döver anlamında bir cümle kurmuştu.
Zihnimin durgun göletinin tam ortasına bir taş düştü ve fikir dalgaları, hatıra çağlayanları sel gibi akmaya başladı.
Ben, sabah uyandığımda hava bulutluysa evden çıkmak istemem, işe güce gitmekte zorlanırım. Hiçbir şey yapmak gelmez içimden.
O gün akşama kadar yüzüm yağdı yağacak bir kara bulutu andırır, gergin mi gergin olurum. Hele yağmurluysa hava, imkanı yok kimse beni dışarı gönderemez.
Hanımın psikolojik baskı uygulamak için oturduğum odada çalıştırdığı elektrikli süpürgenin sesi bile beni yerimden kımıldatamaz.
İnsanlar yağmur, kar dinlemeden işlerine giderlerken ben neden bir felaketten kaçıyormuşum gibi yağmurlu havalarda eve kapanıyordum, işte bunun sebebini bir türlü bulamıyordum (bu arada kar demişken belirteyim, karlı havlarda böyle davranmam, tam tersine karda yürümekten, dışarıda dolaşmaktan zevk alırım).
Muhsin’in yazısını okurken anladım; meğer bunun sebebi çocukluğumda yağmurdan yediğim dayaklarmış.
Muhsin, büyük yazarsın dedim (son yazısı da büyük yazarlarla ilgilidir bu arada).
Köyde geçti çocukluğum. Kuzuları otlatmak benim görevimdi ailede. Kuzuları alır diğer köylü çocuklarla birlikte dağlarda, vadilerde otlatırdık.
Özellikle bahar mevsiminde çok şiddetli yağmurlar yağardı. Öyle zaman olurdu sığınacak yer bulamazdık. Saatler, bazen gün boyu süren yağmurlarda sırılsıklam olurduk.
Çoğu kere de sığınacak yer bulamazdık. Kuzular birbirlerine sokularak oldukları yerde dururken biz çocuklar da belki biraz ısınırız, yağmurdan korunuruz diye kuzulara sokulurduk.
Kabus gibi çökerdi üzerimize yağmur. Gök gürültüsü ve şimşekler tepemize ölüm yağdırıyor gibiydi. Yağmurdan sırılsıklam olmuş elbiseler içinde bedenimiz tir tir titrerdi.
Aralıksız çakan şimşeklerle birlikte üstümüze yıldırım düşecek diye korkudan solmuş benzimizle kuzulara iyice sokulurduk.
Bizim köy sırtını bir yamaca yaslamış. Arkasında derin bir vadi var. Vadinin ortasında bir dere akar. Baharın ilk aylarında bu cılız dere deli bir ırmağa dönüşür, dağlarda erimeye başlayan karlar ve durmadan yağan yağmurların yol açtığı seller yüzünden.
Bir gün sabahleyin bir arkadaşla birlikte kuzularımızı önümüze kattık ve vadiyi aşarak dağlara doğru gittik. Dere bize yol verecek kadar makul bir seviyede akıyordu. Hava da güneşliydi.
Kuzular keyifle otlarken biz de çeşitli oyunlarla vakit geçiriyorduk. Kıble tarafından (bizim köyde güney için kıble ifadesi kullanılır) kara bir bulut göründü. Sonra kovadan boşalırcasına bir yağmur başladı.
Vadinin üst tarafında bir düzlükte otlatıyorduk kuzuları. Kaçıp sığınacağımız bir mağara, bir yar, bir kaya dibi yoktu. Cascavlak yakalanmıştık yağmura.
Kuzular her zamanki gibi birbirlerine sokulmuş duruyorlardı. Biz de her zaman yaptığımız gibi aralarına çömelmiş ısınmaya, daha fazla ıslanmamaya çalışıyorduk. Benim şahsen dişlerim zangırdıyordu.
Yağmurun dineceği yoktu. Birkaç saat öyle bekledik. Sonra yağmurun yanında bir de karanlığa yakalanmamak için kuzuları vadiye doğru sürdük.
Sabahleyin geçerken geçit verecek seviyede akan cılız dere geçit vermez bir koca ırmağa dönüşmesin mi. Çıkardığı uğultu bütün vadiyi kaplıyordu. Birkaç yüz metre ötedeki köye sesimizi duyurmamıza imkan yoktu.
Yağmurdan dolayı kimse de etrafta görünmüyordu. İki arkadaş bizi biraz sonra yutacak bir canavar gibi bağıran ırmağın kenarında korkudan birbirimize sarılarak ağlamaya başladık.
Ne kadar öyle kaldık bilmiyorum. Ama artık iyice bitkin düşmüştük. Yağmur şiddetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Dere de kabardıkça kabarıyordu.
Vadinin karşı yamacında, köyün olduğu tarafta birinin bize seslendiğini fark ettik. Kır bekçisi. Güneş açmış, eve gitmiş kadar sevindik.
Bekleyin geliyorum, diyordu bekçi amca. Sonra bulabildiği kaç adamla geri döndü. Bütün uğraşlara rağmen dereyi geçip bizi kurtarmadılar.
Sonunda biraz aşağılarda dere yatağının daraldığı bir yere doğru kuzuları sürmemizi istediler. Oraya da birkaç ağaç uzatıp bir köprü yaparak bizi kurtardılar.
Kuzuları birer birer kucaklayıp karşıya geçirdiler. O gün yaşadığım korkuyu hiç unutmadım.
İstanbul’da Avrupa yakasından halk otobüsüyle karşıya geçiyordum. Çakmak Köprüsü'nün altında indim.
Köprünün üstüne çıkıp minibüse binecektim. Gök boşalıyormuş gibi bir yağmur yağıyordu.
Köyün köprüsüz deresinde yaşadığım korkunun bir benzerini yine bir köprüde yaşamıştım.
Minibüse binerken yağmurdan ıslanan ceketim o güne kadar üzerine sinmiş bütün tütün kokularını minibüsün içine yayıyordu.
Yağmurlu havalarda yaşadığım gerginliğimin sebebi meğer çocukken yağmurdan yediğim dayaklarmış.
Muhsin’in bu yazısı korkumla yüzleşmemi sağladı. Bundan sonra beni yağmurlu havalarda dışarıda görebilirsiniz.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish