Bu Fransızca kökenli kelimeyi ülkemizde ilk kullananlardan birisi olan Ahmet Mithat Efendi’yi (1844-1912) özellikle yazdığı -Felatun Bey ve Rakım Efendi gibi- romanlardan hatırlarız.
Romancımız, Osmanlı’nın çöküş döneminde yaşadığı için, kaçınılmaz olarak “beka” meselesine de el atmak zorunda hissetmiştir.
Ahmet Mithat’a göre, Osmanlı’nın “meselesi”, toplumun içinde bulunduğu yozlaşma, çürüme ve aşırılıklar ile ilgilidir – yani, onun kullandığı ve bütün bu anlamları içeren tabiri kullanırsak, “dekadans” ile.
Kurtuluş reçetesi de hazırdır: Dekadans törpülenebilirse İmparatorluk da ömrünü uzatabilecektir.
Sonrasında Osmanlı yıkılıp gittiğine göre, Ahmet Mithat, ömrünün son yıllarında “izmihlal”in geldiğini görerek rahat uyku yüzü görmemiş olmalıdır.
Son yıllarda toplumumuz -Ahmet Mithat Efendi’nin zamanında yaşadığına- benzer bir tedirginlik döneminden geçiyor.
Osmanlı’nın çöküşünden tam bir yüzyıl sonra, bu kez, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “beka” sorunuyla ve buna eşlik eden dekadan tutumlarla karşı karşıya olduğu söylemi giderek yaygınlaşıyor.
Ama elbette, bekleneceği üzere, oldukça farklı tanım, bakış açısı ve yorumlarla.
İki Türkiye: İktidar ve muhalefetin çatışan bakış açıları
Mevcut AKP-MHP iktidar bloğu, Türkiye’nin, Batı merkezli bütüncül bir saldırıyla karşı karşıya olduğunu, ülkenin bekası için cumhurun “tek millet” olarak iktidarın arkasında sorgusuz sualsiz saf tutmasını, aksi takdirde “zillet” içine düşmüş olacağını öne sürmekte beis görmüyor.
Bu tezi kabul etmeyenleri de yozlaşmış, çürümüş, aşırılar ya da “mankurtlar” (kısacası dekadanlar) olarak niteliyor.
23 Haziran İstanbul yerel seçimlerinde momentum kazanmış olan CHP-İYİ Parti-Saadet Partisi (ve HDP) muhalefet bloğu ise, ülkenin bir çöküşe doğru gittiğini ama bunun dışarıdan koordine edilmiş bir saldırıdan daha çok, iktidarın yanlış iç ve dış siyasetinden kaynaklandığını ileri sürüyor.
Muhalefet bloğuna göre, dekadansın odağında, iktidar sürecinde giderek “dönüşen” AKP’nin bizatihi kendisi ve tercih ettiği -kamu yararını büyük ölçüde bir yana bırakmış- iç ve dış politikalar yatıyor.
Özetle; önemli, tarihi bir sınamayla, meydan okumayla karşı karşıya Türkiye. Bu, net.
Tartışmalı olan ise, bu zor durumun (“meselenin”) nasıl tasvir edilmesi gerektiği, bu temelde ne tür çözümlerin uygun olacağı ve bunları yaşama geçirecek dinamiklerin ve aktörlerin nasıl ortaya çıkacağıdır.
Bu sorulara iktidar-muhalefet söylemlerinin ötesinde bazı yanıtlar geliştirmeye çalışacağız.
Ancak başından söyleyelim ki, uzun yıllar küresel sisteme entegre olmakla övünürken birdenbire emperyalist güçler söylemine, komşularla sıfır sorun ilkesini ileri sürerken birdenbire değerli yalnızlık övgüsüne geçiş, iktidar bloğunun “beka” ile ilgili argümanlarının altını oyuyor, bunların büyük ölçüde iç politikaya yönelik popülist manivelalar olduğunu akla getiriyor.
Bu durum, Türkiye’nin dış politikada sorunlu bir dönemden geçtiğini göz ardı etmemiz anlamına gelmez elbette.
Ama Türkiye’nin “beka” meselesinin içeriden dışarıya doğru bir nedenselliğe sahip olduğunu ima eder ve çözüm arayışlarının birincil lokasyonunu da -böylece- ülkenin içine çeker. Öncelikle ülkenin iç dinamiklerini mercek altına almayı gerektirir. Öyle yapmaya çalışalım.
Dekadans çarkı: Ekonomik ve siyasi rant kaygısının dominant hale gelmesi
Eski IMF Başkan Yardımcısı ve Türkiye üzerine önemli eserler vermiş Anne Krueger gibi bazı önemli iktisatçıların ortaya koyduğu “rantiye davranışı”, “rant arayışında olan toplum/devlet” gibi terimler dekadans içine yuvarlanan Türkiye gibi ülkeleri anlamak için yaşamsal önemdedir.
İlginçtir ki, Krueger bu konuda yayımladığı 1974 tarihli önemli makalesinde, iki örnek olay olarak Hindistan ve Türkiye’yi ele alır.
Farklı nedenler bir araya gelerek, bir noktada, siyasi iktidarların kararları, önemli ölçüde siyasi ve iktisadi rantlar yaratma ve bu rantları iktidarı “ileri taşıyan” gruplara dağıtma saikiyle alınır hale gelebilir.
Günümüz Türkiye’sinde -daha kötüsünü görünceye kadar- bu güdünün zirve yaptığını söyleyebiliriz.
“Farklı nedenler” derken, Türkiye için bunların başında, devlet sistemi içindeki güçler ayrılığının fiilen sona ermesi gelir. Türkiye’de yürütme erkinin, yargı ve yasamayı kontrol altına aldığı açıktır.
İkincisi, Türkiye’de iktidar gücünü sınırlayan, denetleyen siyasi, toplumsal ve ekonomik kurumların giderek işlevsizleşmesidir.
Siyasi partiler yanında, bir yandan sivil toplum örgütleri, bir yandan da medya büyük bir zafiyet geçiriyor.
Muhalefet partileri, iktidar bloğunun artan engelleme, baskı ve tehditleri altında demokratik karşı ağırlık merkezi oluşturmakta zorlanıyorlar.
İkinci ve sonuncu grup ise, büyük ölçüde iktidar tarafından zapt edilmiş -adeta devletleştirilmiş- durumda.
Daha kötüsü, bunların çoğunun, kendilerinin bizzat rant dişlisinin parçaları haline dönüşmüş olmaktan büyük keyif alıyor olmaları.
Aşırı güç temerküzü sürecinin, belli bir süre içinde, rantçı bir ekonomi politik düzene yol açması zaten kaçınılmazdır.
Rantiye işleyişin sistem içindeki egemenlik düzeyini etkileyen farklı unsurlar ülkeden ülkeye değişir. Ancak bu unsurların içinde özellikle “iktidarda geçen süre” önemlidir.
Siyasi gücün iktidar süresi görece kısaysa -örneğin ABD’de olduğu gibi 4 ya da en fazla 8 yıl ise- dekandansa götüren siyaset yaklaşımlarının yaygınlaşma ve kalıcılaşma olasılığı oldukça düşüktür.
Ama iktidar süresi uzadıkça, siyasi güç sahipleri dekadan yaklaşımlarını “yeni normal” olarak görmeye başlarlar ve bunu halka kabul ettirmede mesafe de alabilirler.
Güç paylaşım normlarına riayet edilmesi, devlet harcamalarından tasarruf edilmesi, ülke kaynaklarının optimal biçimde kullanılması gibi önermeler dar kafalılık olarak nitelenir.
“Büyük” düşünmeyi “küçük” insanlar beceremez.
Dekandansın resmi: Ekonominin ve demokratik siyasetin iflası
Rant temelli ekonomi politik uygulaması yaygınlaşmaya başladığında, dekadans zaten çoktan başlamış demektir.
Ülkenin kaynakları rasyonel kullanılmadığı için ekonomi giderek dinamizmini kaybeder ve kaçınılmaz olarak krizlere sürüklenir.
İktidar, uzun dönemli ekonomik durgunluk ya da kriz ortamını, kendi siyasi geleceği için yüksek risk olarak görür. Bu riski nasıl algılayacağı, oldukça önemlidir.
Rant temelli olarak yaklaşım ağır basarsa, yararlanan grupların da özendirmesiyle, iktidar ekonomide risk almaya meyilli hale gelir.
Bu hallerde, iktidarın “kısa yol” arayışları artar –illiberal, kısa vadeli yol ve yöntemler daha sonuç alıcı görünmeye başlar.
İktidar, “yeni normal”e itirazları azaltmak için ülkenin siyasi ve toplumsal yaşamını daha doğrudan kontrol altında tutmaya yönelir.
Otoriterleşme eğilimi artar.
Devlet mekanizması, liyakat esasına göre göreve gelmiş bürokratlardan ziyade, “siyasi rant” olarak dağıtılan pozisyonlara getirilmiş aparatçikler tarafından işletilmeye başlar.
Devlet içten içe çürür.
Siyaset giderek “sertleşir”; iktidar, oyunun kurallarını çarpıtmak için onulmaz bir iştiyak duymaya başlar, çünkü artık siyaset sadece siyaset değildir, aynı zamanda ülkenin ekonomik kaynakları başta olmak üzere hemen her şeyi üzerinde kurulmuş bir egemenlik, son sözü söyleme tekelidir.
Siyaset ile piyasa, devlet ile toplum arasındaki “göreceli özerklikler” ortadan kalkmıştır.
Hem üretken piyasa ekonomisi, hem de çoğulcu demokrasi bloke edilmiştir.
Türkiye’de son dönemde olan tam da budur.
Erdemli bir sisteme doğru: Kurumsal reformlar, konjonktür, yeni(likçi) aktörler
Türkiye’nin önündeki meydan okuma, güçler ayrılığını, demokratik denge ve denetlemeyi, devlet-piyasa ve devlet-toplum ilişkilerini yeniden düzenleyebilmektir.
Siyasi gücü ve refah üretim yollarını “normalleştirecek” sistemik bir reformu yaşama geçirebilmektir.
Rant kanallarını olabildiğince tıkayan, üretken bir ekonomiyi ve demokratik bir siyaseti adeta doğallaştıran, erdemli davranışları özendiren/pekiştiren bir kurumsal “teşvik sistemi” ortaya konabilir.
Bu yapılırken, iki önemli yol gösterici vardır;
Bunlardan birincisi, Türkiye’nin kurumsal mimarisinin izlediği patikalardır. Ülkenin tarihi birikimden yararlanmak elzemdir.
Ancak, bunu bir saplantı haline getirmemek de önemlidir, çünkü yenileştirilmiş kurumlar -ikinci ilham kaynağı olarak- günümüzün küresel “iyi yönetişim” ilke ve trendlerini de yoğun olarak dikkate almalıdır.
Reformlar için en uygun konjonktür mevcut sistemin zafiyet geçirdiği kriz dönemleridir.
Kritik dönemeçlerde, “eski” sistemin kredibilitesi ve meşruiyeti azaldığı ya da yok olduğu için, hem sistemden nemalanan kesimlerin (önemli olarak, rant dağıtımında avantaj elde etmiş olanların) gardı düşer, hem de genel olarak toplum değişim fikirlerine daha açık hale gelir.
Ekonomi politiğin önemli ismi Mancur Olson, Almanya ve Japonya’nın 1945 sonrası muazzam kalkınmalarını buna bağlar.
Türkiye için, örneğin, 1980 ve 2001 krizleri böylesi kritik dönemeçlerdir.
Değişim/dönüşüm, kendiliğinden olacak bir şeyler değildir, siyaset ve toplum içinden aktörlerin “ortak” çabası ile ortaya çıkar.
Ancak teknokratik gerçekçilik ve tutarlılığa sahip bir reform ajandasını ve geleceğe yönelik heyecan verici, erdemli bir Türkiye hikayesini ortaya koyabilen ve toplumsal zeminden sağlıklı biçimde beslenen bir kadro değişime başarıyla öncülük edebilir.
Eğer muhalefet bloğu, rant “çeşme”sini kontrol edenlerin değişeceği bir idare-i maslahat programı önermek yerine, sistemde rant üretim kanallarını minimize etmeye yönelik radikal değişiklikleri içeren bir program ortaya koyabilirse, Türkiye mevcut kısır döngüden üretken/erdemli bir döngüye girebilir.
Yüzyıl kadar önce Ahmet Mithat Efendi’nin açtığı dekadans tartışması bir yandan da edebi bir tartışmaydı.
Dekadan olmakla suçladığı Servet-i Fünunculardan Tevfik Fikret ona “Timsal-i Cehalet” yazısıyla yanıt verdi.
En sonunda, Ahmet Mithat kendi başlattığı tartışmayı yine kendisi “Teslim-i Hakikat” yazısıyla tatlıya bağlamıştı.
Ne yazık ki, günümüzün dekadans tartışmasının, toplumun tamamını içine çekiyor olmasına karşın, oluşacak yepyeni bir siyasi konsensüs üzerinden türeyecek kapsayıcı bir toplumsal sözleşmeyle tatlıya bağlanması hiç de kolay görünmüyor.
Ancak umutsuz olmaya da yer yok. Akıl ve emek gerektiriyor.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish