Güzel şeylere dair: Özlem Anar ve İhsan Oktay Anar ile röportaj

Ezgi Özsan, Independent Türkçe için Özlem ve İhsan Oktay Anar ile konuştu

Kolaj: Independent Türkçe

Gökyüzüne kış mevsiminin hâkim olduğu aralık ayını, sevilen yazar Özlem Anar'ın "Gümüş Kordon" başlıklı kitabına ve edebiyata dair yapılacak olan bir söyleşiyle aydınlatmak için İstanbul'dan yola çıkıyorum.

İzmir'e vardığımda Alsancak'ta sahil şeridinin uzun uzun çınlayan ışıltıları ve havadaki sessizlikle karşılaştıktan sonra Karşıyaka'ya geçiyorum.

Girne Bulvarı'nda bulunan apartmanlarındaki zarif ve sıcak atmosfer, yazar İhsan Oktay Anar'ın da söyleşiye katılacağını öğrendiğimde daha anlam kazanıyor.

Üçümüzün karamsar yönlerini ve sıkıntıları unutturan sohbet ise tüm samimiyetiyle başlıyor.

O anda kayıt cihazının düğmesine basıyorum... 


Çocukken ya da gençken o ilk işlerde çalışırken, yazar olacağınızı hiç hayal ettiniz mi?

Özlem Anar: Aslına bakarsanız hayal ettiğimi söyleyemem ama yazı yazmanın son derece zevkli bir şey olduğunu çok erken yaşta kavradım.

Öncelikle, çok okuyan bir çocuktum. Çevremdeki yaşıtlarımdan, onların yakınlık kurduğu ilgi alanlarının dışında sevdiğim ufak tefek şeyler vardı ama açıkçası pek çok kitap tesadüfen de olsa, özellikle de doğru kitaplar çok doğru, hatta hiç beklemediğim yerlerden önüme düştüler.

Mesela orta okula giderken bizlere bir tasvir çalışması verilmişti, yani herhangi bir kişi betimlenecekti. Ben de sınıftan bir arkadaşımı anlattım ve o çok beğenildi.

Daha sonraki yıllarda da bunun izlerini taşıdım, özellikle lise yıllarımda, edebiyat gibi dersleri bana çok kolay gelmeye başlamıştı. Öte yandan, fizik veya matematikten farklı olarak ilgim daha çok sosyal bilimlere yöneldi.
 

 

"Gümüş Kordon" adlı kitabınızın hikayesinin çıkış ve bitiş noktası olan ana duygu ve düşünceleriniz nelerdi? 

Özlem Anar: Kitabımı yazmadan önceki yazın, her zamanki gibi eşimle kitapçıları sık sık dolaştık, orada kişisel gelişim bölümüyle ilgili çok sayıda kitaplar olduğunu gördüm. Çok fazlaydı ve çoğunu da tanımıyordum ve okumamıştım.

Sonra tanımadığım birinin kitabının 120 bin baskı yaptığını gördüm. Önce inanamadım, şöyle bir kitabın sayfalarını karıştırdım, işte "Hayat bizlere aynadır, sen kendini sev" benzerinde böyle klişe cümleler, dizeler gördüm. Yani herhalde birçok kadın bunları plajda, işte ne bileyim, tatilde motivasyon olsun diye okuyordur, diye düşünüyordum.

İşte tam da o anda bir karakter canlandı gözümde, daha doğrusu beni ansızın heyecanlandırdı, üstelik eşimde de böyle oluyor. Hayalinde bir sahne oluşur, onu bir kelime heyecanlandırır ya da bir cümle, ondan sonra arkasını getirir.

Beni de öyle bir karakter gelip buldu ve heyecanlandırdı. Bir telaş aldı beni aniden, zihnimde canlananları anlatmak için iyi bir neden arıyordum, şimdiyse hepsi canlanıyordu işte.

Daha sonra da kişisel gelişim konferansları veren, kendisine dinleyiciler de bulabilen bir kadın olsa, işte böyle bir insan nasıl bir hayat yaşar? Dış dünyaya gösterdiği hayatın arkasında nasıl bir hikâye var?

Bütün bunları iyice düşünmeye başlamıştım, böyle ortaya çıktı işte.
 

Özlem Anar
Özlem Anar 

 

"'Önce zarar verme' derler... Asıl kural 'önce zarar görme' olmalı"

Üretilen şeylerle birlikte hayatın bize getirdiği sürprizler ya da zorluklar olur. Size de kitaplarınız aracılığıyla gelen sürprizler ya da zorluklar var mıydı?

Özlem Anar: Belki bu vesileyle şimdi düşünüyorum da, galiba ne zorluk oldu ne de başka bir şey. Yalnız yine de, ilk yazdığım romanım basıldığında apartmanımızda bir hanım oturuyordu.

Hâlâ da çok severim onu, temiz bir insandır, duyulmuş tabii ilk kitabım basılınca. Bana karşılaştığımız merdiven basamaklarından "Ay tebrik ederim Özlemciğim, yazar olmuşsun" diye seslenmişti.

Tabii bu duyduğum cümlede geçen şu, "Ay!" en önemli kelimeydi. Herhalde bu benim hayattan aldığım en olumlu tepkidir, evet, gerçekten de öyleydi.  

İnsanın kendinde ara sıra bulduğu bir sürpriz olur. Belki de sürpriz demek yerine değişim, dönüşüm demeliyim. Ben de onları yazarken sürekli değişip dönüştüm. Bu bakımdan düşününce sahiden ufkunuz açılıyor.

Bir de zihninizde mi demeli yoksa ruhunuzda mı bilmediğiniz odalar olduğunu keşfediyorsunuz, o odalarda, "Sen bunları biliyordun da bugüne kadar neden farkında değildin?  Bu bana nereden geliyor ve dahi bana neler yazdırıyor" gibi sorularla karşılaşıyorsunuz.

Çünkü bazen yazının başına oturduğunuzda ne yazacağınızı bilmiyorsunuz. Hatta biraz da böyle şeydir yazmak belki, nitekim ben yazarım demekten de pek hoşlanmıyorum.

Aslında, sadece yazmayı seviyorum. Kısa ve yoğun tempolu çalışıyorum, eşim de bilir hatta, sabah 4'te kalkar yazmaya koyulurum.


"Yazmak metodik bir şey değil, transmetodik belki... Hatta doğal, nefes almak gibi"

İhsan Oktay Anar: Sahiden de hani bir yazar imajı vardır, varoluş buhranında alnı kırışmış, kaşları çatılmış, ciddi, asık suratlı. İşte Özlem de ben de böyle yazmayız, yazacaksak eğer.

Sahiden de Özlem'i ben uyandığımda sabah romanı başında bulurum yazdığı zamanlar. Hiç duraksamadan tıkır tıkır yazar, konuşur gibi, sanırsınız ki klavyeyle yüksek hızda konuşur.

Yani Özlem için yazmak zorlamasız ve doğal. Benim de elim klavyeye giderken ne yazacağımı bilmem. "Bakalım ne yazacağım" diye içimden geçirdiğim olur. O da ben de yazmak için tabiatımızı zorlamayız, yani zoraki ve azimle yazmayız.

azı genç yazarların kendilerini zorladıklarına şahit olurum. Ben de öyleydim, sıfır beceriyle işe başladım. Nedense buna inanan çıkmıyor, bu işin bir reçetesi, tekniği olduğunu düşünüyorlar belki.

Oysa yazmak metodik bir şey değil, transmetodik belki. Hatta doğal, nefes almak gibi.


"Bütün romanlarım aşağı yukarı en fazla 2 aya dek uzamıştır"

Özlem Anar: Gerçekten öyle gelişiyor. Bazen de, kahvaltı bittikten hemen sonra bir saat kadar uyurum. Ondan sonra da yeniden kalkıp çalışırım. Gece bir daha kalkıp yararım, sonra tekrar uyurum, ardından uyanıp bir daha masa başında olurum.

Size şunu da söylemeliyim; bir önceki kitabımı, "Pisi Pisine" adlı kitabı 20 günde yazdım. O sırada babamın yoğun bakımda olduğu zamandı. Pandeminin en yoğun olduğu günlerdi. Aşılar çıkmamıştı ve yoğun bakımlarda yer bulunamıyordu.

Babam da o kadar dikkat etmemize rağmen yakalanmıştı bu virüse. Temaslı olduğumuz için eve kapatılmıştık. Babama zar zor yer bulundu hastanede. Evde yerimde duramıyordum, şimdi düşünmeyi bile istemeyeceğim kadar kötüydüm.

Eşim bana şöyle dedi, "Kendini oyalayacak bir şey yap, istersen roman yaz". Önce itiraz ettim tabii, bu haldeyken nasıl yazabilirdim...

Daha sonra bir baktım ki eşim benim tezgâhımı kurmuş, yani yazdığım masayı demek istiyorum, hem bilgisayarı hem de dijital programları tekrar yüklüyorsunuz, abone yenileme, unutulan parolayı alma gibi. Uzun sürüyor o işler bilirsiniz.

Bütün bunları gerçekten de benim adıma tek tek yaptı, üstelik de bir güzel her şeyi düzenledi, fakat dedim ki nasıl başlayacağım şimdi? içeri gittim ve günlük ev işlerimi yaptığım sırada aklıma bir deyim takıldı, "Pisi Pisine".

Ama böyle "pisi pisine kötü" veya "pisi pisine, göz göre göre şu duruma düştüm" anlamına gelen şekilde değil, iki kedi "pisi pisine konuşuyor" gibi. Bu beni heyecanlandırdı. Oturdum ve bu başlığı attıktan sonra kitabı bu kısacık sürede yazıverdim.

21 Aralıkralık akşamı geç vakitte romana son noktayı koydum. Sabaha karşı telefon sesiyle uyandığımda babamın bu dünyadan ayrıldığını biliyordum. Günlerce tek başına eli bile tutulmadan bildiği tek duası roman olan kızının yüzünü bile görmeden gitti.

Herkes onun gibiydi o sıralarda ama bu benim acımdı. Romanın son bölümlerinde yazdıklarımın arasından geçirdim onu hüzünlü vakur duruşuyla. Güzel yeşil gözleriyle etrafa baktı beni görmeye çalıştığı açıktı. Bense gözyaşlarıyla onun ruhunun derinliklerine bakarak yalnız olmadığını fısıldadım.

Belki duydu beni, belki hafifledi benliği ve roman karakterlerimden birinin ağzıyla bana veda etti. Ben de onu uğurladım tüm sevgimle.

"Bir dahaki sefere daha güzel olacak" sözleri yankılandı zihnimde. "Küçük Ağacın Eğitimi" adlı romanda okumuştum bu sözü.

Ölmek üzere olan büyükanne torununa söylemişti tüm inancıyla bu cümleyi. Merhametin benim kalbimdeki gücüyle inanmaktan başka şey yapamazdım. Veda ve yeni başlangıçlara yüreğimi açarak yazdım o satırları. 

Bütün romanlarım aşağı yukarı böyle en fazla 2 aya dek uzamıştır. Bir bakıma, ara vermeyi tercih etmiyorum, çünkü ne zaman ara versem kitaplarımdan uzaklaşıyorum, onları atıyorum çöpe.

Nedendir bilinmez, çıkıveriyorum aniden havasından, belki de soğuyorum.

O yüzden, şimdi son bir roman daha var, bu huyumu bildiğim için onu hızlıca bitirdim, yani en azından çatısı oluştu. Haliyle, yıl başından sonra başına yeniden geçip birtakım düzeltiler yapmayı planlıyorum.
 

Özlem ve İhsan Oktay Anar, Independent Türkçe için Ezgi Özsan'ın sorularını yanıtladı
Özlem ve İhsan Oktay Anar, Independent Türkçe için Ezgi Özsan'ın sorularını yanıtladı

 

"Felsefe bir ana gibidir, sürekli doğuyor doğuruyor"

Peki hem felsefe hem de edebiyat ile olan bağınızı düşünürsek, ikisinin birleşimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizin için kitaplarınızda ortak noktaları nelerdir?

Özlem Anar: Öyle ki felsefe bir ana gibidir, öğrencilerime hep bu şekilde anlatırım Sürekli doğuyor doğuruyor. İşte ondan ilk kopan bilim dalları; fiziktir, matematiktir, bütün şeyler hep onun bağrından çıkmış.

Mesela felsefe yaşlanmış, kenara oturmuş, sayısız torunu olan bir yaşlı kadın gibiyse onun dizi dibindeki çocukları torunları arasında bir de edebiyat vardır. Ben böyle bir bağ kuruyorum. Kaynak orası.

Diğer yandan, felsefeyle hiç ilgisi olmayan birinin iyi bir yazar olması tabii ki mümkün. Var da böyleleri ama aslında oradan beslendiğini sadece tahayyül etmiyor ya da bunu aklına getirmiyordur, belki de aslında filozof olduğunu bilmiyordur.

Bu yüzden, kaynak orası gibi geliyor bana. Yine de sonuçta ne söylersek söyleyelim pek doğru olmayacaktır, değil mi? 


"Yazarken kişinin kendini bilme cesareti göstermesi belki yerinde olur"

İhsan Oktay Anar: Kısmen katılıyorum. Özlem'in kullandığı bir terim vardır: "Aşırı bireyselleşme." Eşim bunu insani şekilde kullanır, ama ben onun gibi değilim. O, iyi.

Felsefecilerin sevdiği iki söz vardır, "Bilme cesareti göster" ve "Kendini bil" diye, bunların daha gösterişli Yunanca-Latincelerini söylemeyeceğim, çünkü yine aynı anlama gelecekler.

İşte yazarken kişinin kendini bilme cesareti göstermesi belki yerinde olur. Bazıları kendini keşfetmek yerine kendini inşa etmeyi, gerçekleştirmeyi seçebilir ki bu da bir yol.

Sanki gerçek dışıymışım gibi kendimi gerçekleştirme yoluna gittiğimi sanmıyorum. Belki kendimi o kadar özel hissetmedim. Özlem de böyledir. Yazdıklarında berraklık, samimiyet var.

Belki yazarken kendine bakıyor ve gördüklerini yazıyor, bilemem. Bu tür şeyleri konuşma ihtiyacı duymayız. Daha çok, mesela birlikte suluboya yaparken bir ağaçtaki renkler, bir kelebek veya bulutlar hakkında konuşuruz.

Onu güldürmeyi de severim. O da beni gerçekten güldürür. Elbette biliyorum, felsefe kişiyi adeta bir yarı-tanrı yapar. Ancak yarım yamalak bir tanrı olmaktansa tam bir insan olmalı belki, veya olmaya çalışılmalı.

Ancak felsefe aslında yalın olmasına rağmen aşina olmayanlar için gösterişli ve süslü bir alan. Hal böyle olunca kişi yalınlıktan karmaşıklığa, karakterden imaja, doğallıktan sahteliğe varabiliyor. Yani aşırı bireyselleşebiliyor.

Öyle ki eskiden bir eser için kötü derdik, şimdi o yetmiyor, ‘vasat' diye bir tabir icat edildi.

Oysa vasat, yine bir değer ifade etmez mi? Mesela halk için tasarlanmış kaplumbağaya benzetilen şu Alman arabası vasat. Ancak bir Ferrari olmasa bile bu haliyle iyi.

Anladığım kadarıyla "vasat", rekabet ortamı içindeki, benzerleri yani birer yedekleri olan ve sıradan olmaya katlanamayacak kadar kendilerini özel hissetmeye mecbur kişilerin baş vurdukları bir terim.

Bir aşırı bireyselleşme hali. Tıptaki Anomaliler de aşırı bireyselleşmedir. Yine de bunlar emin olamadığım şeyler. Konuyu değiştirsek?
 

 

Bazen fabl türünde yazılmış bir kitap, roman aslında bize unuttuğumuz neyi geri getirir? Özellikle de sanat aracılığıyla sunduğumuzda neyi bizlere yeniden kazandırır?

Özlem Anar: Bunu pek dile getirmesem de her şeyin bir ruhu olduğunu, hatta eşyaların bile ruhu olduğunu düşünmüşümdür. Mesela sokakta hayvanlara bakmadan geçemiyorum.

Kedi ya da köpek olmaksızın onlarla ne zaman göz göze gelsem benimle hep konuştuklarını hissederim. En azından ben konuştuğumda anladıklarını hissederim.


İhsan Oktay Anar: Ağaçlarla da konuşur. Sanki onları sevip okşar, bazen dokunmaya kıyamaz. Vicdan adına ahlak adına ne öğrendiysem Özlem'den öğrendim.

Bir kuş gözlemcisiyim. Vaktiyle çağırmak için kuş sesi çıkaran bir şey almıştım. Bana tepki göstermişti, kuşları kandıracağım için, onlara acımıştı.


Özlem Anar: Çocukken hayvanları sevmeye izlemeye bayılırdım. Şimdiyse, okutuyorlar mı hala çocuklaraı bilemiyorum ama sesini duymadığımız, düşüncelerini bilmediğimiz bir canlının bize seslenmesi, bize bir şeyler anlatması yani fabl türünde olduğu gibi onlar dile gelir.

Ve ister istemez kendimizi onların yerine koyarız. Onların sesini duyunca siz elbette hala sizsiniz ama tavırlarınız hemen değişiyor, birden siz olmaktan çıkıyorsunuz. O anı çok seviyorum.

Ayrıca onlarla birlikte yaşıyoruz, aynı dünyayı paylaşıyoruz ve onların sesi olmak birçok yazarın denediği bir şey zaten. Konuştuklarında hayvanların bizden daha insani olduğunu hissediyorsunuz.


Dünya edebiyatından takip ediyor ve nelerden ilham alıyorsunuz?

Özlem Anar: Sorunuz bana şunu çağrıştırıyor; hani tek tek üzümleri toplayıp sıkarak bir küpte biriktirip şarap yapmak gibi. Ama o şarabın tadını veren, o tek tek üzümlerdir.

Hem Türk hem de yabancı yazarlar olsun, hatta bazen hiç tahmin etmediğiniz bir yerde okuduğunuz rastgele bir fıkra olsun, onların sıçrattığı bir mürekkep lekesi bile size ilham verebiliyor.

O yüzden, birini ya da iki tanesini öne çıkarmak diğerlerine haksızlık gibi geliyor bana. Üstelik edebiyat çok zengin bir dünya. Dolayısıyla her yazar bence  oturup kendi şarabını, kendi içkisini imal ediyor.

Birinin bağı başka oluyor, diğerinin bağı başka... Benim ürettiğim bağ bambaşkayken, dünyanın herhangi bir yerinde yazan insanın daha farklı oluyor. Bu gerçek bir zenginliktir. Farklı şehirlerden yazılmış mektuplar gibi düşünebiliriz.


Sadece gördüğünüz şeyleri yazmaktan öte, yaşadım dediğiniz ya da yaşamak için yaşamla iç içe olmanın önemli olduğunu düşünerek deneyimlediğiniz şeyler oluyor mu?

Özlem Anar: Biraz garip bir bilgi olabilir ama bazı yazarlar vardır ve hiç gitmediği şehirleri yazan Kafka'yı size örnek verebilirim. Oysa Amerika'ya hiç gitmemiş kendisi, öyle değil mi?

Ve misal olması için şöyle söyleyebilirim; benim eşim İstanbul'da çok az bulunmuş, ama yine de İstanbul'u yazıyor. Sahiden bunun olması gerekmiyor, sahip olduğunuz hayal gücü onu tamamlıyor ama tabii ki sizin yaşadıklarınızdan da bir şey mutlaka ki yansıyor.

Hani o şarabın içindeki üzüm taneleri gibi, orada bir tane olarak siz de varsınız. Yani özellikle ben kedilerle ilgili yazdığım, kısa kısa kedilerin hayatlarından bahsettiğim bölümlerde benim de hayatımdan parçalar var.

Onları biraz daha hüzünle yazmış olsam da, ya da belki de bilerek yazdım, ama yine de birçoğu kurgudur. Aslında bu güzel, iç ferahlatan bir karışımdır. İçinde hayal gücü de var kurgu da.


Herkesin farklı ilham kaynakları vardır, öyleyse Özlem Anar olarak siz nelerden beslenirsiniz?

Özlem Anar: Özlem olarak, ya da sizin sorununa karşılık olarak bir yazar olarak ilham aldığım veya beslendiğim şeyler bir hayat yelpazesi. Bazen bu hiç belli olmuyor. Bir film karesi de olabiliyor.

Bir romanda okuduğum herhangi bir vecize, bir gün batımından tutun da işte bir çiçeğin rengine kadar, ya da tanımadığım bir yazarın bir kitabı elime geçer, onu okurum ve yeni bir sözcük de bana ilham oluverir. Nihayetinde insan umutlanacağı şeylerden heyecanlanır diyebilirim. 


Sizce yaratıcılık cömertlik gerektirir mi? Bir insanın bilgisini, bildiği ya da bilmediği şeylere zaman harcayarak yaratıcı bir biçimde başkalarıyla paylaşması bunu gerektiriyor mu? 

Özlem Anar: Cömertlik kelimesini bu açıdan düşünmemiştim ama en azından bir yazar, bir insan olarak asla kötü bir şey yapmazsınız.

Paylaşmak çok güzel bir duygu. Yani güzel bir yemek yapmışsınız, mesela garip gelecek ama, benim son zamanlarda en yeni icadım dolmaya pancar rendelemek.

Ve rengini harika bir kıpkırmızı yapıyor. Sonra arkadaşlarıma da yapayım diyorum, onlar da tatsın. Biri gülümserse siz de gülümsersiniz.

Yani duygularımızı taklit ederiz, bu da bizi birbirimize bağlar. Mutluluk da böyle. Birini mutlu ettiğinizde, onun gülümsemesini görünce siz de gülümsersiniz, mutlu olursunuz.

Herhalde bunun gibi düşünüyorum cömertlik konusunda. Ama yazarken bunları amaçlamıyorsunuz. İçinize sindiyse yaptığınız şey beğeniyorsanız ki diğer insanlara da bu yüzden sunuyorsunuz, haliyle bir içe sinme oluyor, bazen şişirme bir iş yaparsınız, aman dersiniz, bu biraz istediğim gibi olmamış diye düşünürsünüz.

Öyle romanlar da olabilir ama benim yazdıklarımın içime sindiğini söyleyebilirim. Güzeller ya da çok iyiler anlamında söylemiyorum. Sadece içme sindi, o yüzden birilerine de ikram etmek bana iyi geliyor. 


"Bir nevi, benim şansım eşim oldu"

O halde yazmaya başladığınız ilk yılların şimdiyle nasıl bir bağlantısı olduğunu düşünüyorsunuz? 

Özlem Anar: İlk yazdığım yazıları hatırlıyorum da tabii onlar kötüydü. Ancak bazıları yazdıklarımı beğenirdi. Ama bir nevi, benim şansım eşim oldu.

Hatta onunla beraber şöyle bir anı yaşadık, bana bir blog açmıştı. Çünkü bir bloga nasıl yazacağımı, kaydedeceğimi bilmiyordum. Galiba her şey asıl böyle başladı.


İhsan Oktay Anar: Ona dedim ki buraya yaz. Çünkü arkadaşlarına doğum günlerinde  hediye yerine canla başla hikaye hatta roman yazıp veriyordu.

İki arkadaşına birer roman yazıp verdi. Bu kişilerden biri kendisi için yazılan romanı okumamış olmalı ki aylar geçtikten sonra kitabın adını bile hatırlamadı. Bir iki kişi dışında bu hep böyle oldu.  

Türkiye'de az kitap okunduğunu biliyoruz, ama insanlar ki bunların neredeyse tamamı üniversite mezunu, ressam, müzisyen idi, kendileri için yazılan bir romanı, hikayeyi bile okumadılar.

Anladığım kadarıyla ne kendilerine ne romana ne de onu yazana değer veriyorlardı. O yüzden önerimle Özlem buraya, bloğa yazmaya başladı...

Daha sonra, Özlem blog açınca acaba kim okuyor diye düşünmeye başladı. Ben de gizlice VPN ile onun bloguna bir Bangkok'dan, bir Fransa'dan, hatta ertesi gün Suudi Arabistan'dan, Kanada'dan bağlandım.

Tabii o da blogda kimler okuyor diye görüyordu. Ardından bana "Bak, Araplar bile okuyor, bak Kanadalılar da burada, baksana İhsan, Fransızlar da çok sevmiş!" diyerek birden çok sevindi, aşka geldi.  

Ondan sonra canla başla yazmaya devam etti. Sonra onu romanlaştırdı. Fakat her şey benim farklı ülkelerden farklı farklı kişilermişim gibi onun bloguna girmem ile oldu.

Özlem bilgisayarı hiç bilmez, onun için bir sihirli kutudur. Bütün dünyada okuyucuları olduğuna bu sayede inandı. Bu da ona cesaret verdi. Bu sayede oldu.

Elbette bunu ondan sakladım. Hani bir hikâye vardır, bilir misiniz, Rüzgar ile Güneş bahse girmişler, hangimiz daha güçlüyüz, mesela aşağıda yürüyen bir adamın ceketini hangimiz çıkarabiliriz diye.

Önce rüzgar başlamış, esmiş, estikçe esmiş, ama adam ceketine daha bir sıkı sarınmış. Nihayet fırtınaya dönüşmüş, ama nafile, başaramamış. Nihayet sıra güneşe gelmiş.

Bu kez o, ışıklarını yollamış, ısıtmış. Adam da ceketinin bir düğmesini açmış. Güneş daha bir ışıyıp etrafı ısıtınca adam bütün düğmelerini çözmüş, nihayet çıkarttığı ceketi koluna alarak kuş cıvıltıları eşliğinde kırda yürümeye devam etmiş.

Özlem için açılan blog, gelen okuyucular ve bütün bunlar onun ceketini çıkarmasına, aslında korkmadan yazmasına olanak tanıdı.

Ama korkarak itiraf etmeliyim ki onun çok kızacağını düşündüm. Eğer gerçeği ona anlatırsam başıma neler gelir diye düşünmeden edemedim.


"Ne kalp ne şevk. Çünkü zamanla en kötü yazıların bile çabayla güzelleşeceğini gördüm"

Özlem Anar: Oysaki ben gerçeği duyduğumda dedim ki; bu benim için şu ana dek yaptığın en güzel şeylerden biri. O yüzden ne olursa olsun, şevk kırmamak lazım. Hiç incitmemek.

Ne kalp ne şevk. Çünkü zamanla en kötü yazıların bile çabayla güzelleşeceğini gördüm, o dönemlerden geçtim. Öğrencilerimi bütün bunların iyi olabileceğine dair hep motive ederdim. En kötü not alanları bile. Haliyle yazı da öyle bir şey gerçekten...

Ne var ki, herkes doğduğundan itibaren iyi yazmaya dair yeteneğe sahip olamayabiliyor. Yine de ben önemli yazarların ilk yazdıklarını okumayı çok isterdim.

Mesela Kafka'nın ya da bizim yazarlarımızın ilk defterlerindeki müsveddeler çok değerli. İlk cümleleri. Değil mi? İlk cümlelerin anlattıkları.

O yüzden şevk kırmamak önemli bir işte. Zaman önemli bir faktör. Yani sadece edebiyatta gelişim için değil, her konuda bu böyle…


Günümüz konusu olan teknolojiyi kullanıyor musunuz? 

Özlem Anar: Evde teknoloji konusunda her daim uzman olan İhsan'dır. Neredeyse her şeyi tamir eder. İnsanın kendi başına bir şeyi yapabilmesi, becermesi çok önemli.

Bozulan bir şey ona meydan okur hemen işe girişir. O yüzden onun bu çabasını ve uğraşını görmek harikadır her zaman işte.

Bizse bunu nasıl dönüştürebiliriz, nasıl yararlanabiliriz, nasıl günlük hayatımı kolaylaştıracak hale getirebiliriz, diye düşünüyoruz hep.

Artık tabii kalem ve kağıt çıktı hayatımızdan, klavyeyle hallediyoruz işleri. O yüzden çalışırken hep açık kalır bilgisayar.


Peki yaratıcı olmak için aralıksız elinizde uzun süre kalemle bekler, sonra da yazar mısınız?

Özlem Anar: Aslında elimizde fırça ve boyalar, kağıtlarla birlikte suluboya yapıyoruz, kartpostal büyüklüğünde kağıtlara. Kafelerde oturarak bazen de ilhamı kovalıyoruz bu boyalar ile belki de.

Bazen birkaç kişinin, ama daha çok çocukların dönüp baktığı oluyor. Tabi çizimin ustası İhsan, çizimi iyi.

O ise beni renklerin ustadı ilan ediyor, belki teşvik etmek için. Hatta şimdi kalemden çok fırça var yani 2 senedir.

Dilerseniz size de hediye edelim yaptığımız küçük bir sulu boya resmi:
 

 

İhsan Oktay Anar: Aslına bakarsanız bazen Özlem'i resim yaparken seyrederim. Yüzünde hep bir mutluluk, bir keyif ifadesi olur. Bir gün dayanamadım, o karşımdayken gizlice bu fotoğrafını çektim.

Eşimin yüzünde görünen mutluluğun maliyeti çok düşük. Kırtasiyeciden alınmış bir sulu boya ile cebe sığacak bir resim defteri sadece.

Ne tek taş yüzük ne 3-5yıldızlı otelde tatil ne de bir araba... Zaten ikimizin de ehliyetimiz ve arabamız yok. Birlikte resim yapıyoruz, çünkü insan bir şeyin resmini yapmadıkça o şeyi göremiyor.

Kalemle yazı yazabilen herkes resim de yapabilir. Bakmayı, görmeyi öğrenirsiniz. Ancak akıllı telefonlar nedeniyle bakmanın yerini fotoğrafını çekme aldı.

Hoş, çektikleri fotoğraflara da baktıklarını sanmıyorum ama durum bu. Öte yandan dünyayı hayran bırakan bir ressamımız var, Eşref Armağan, doğuştan görme engelli. Ama dokunarak, elleriyle herkesten daha iyi görüyor.

Çünkü sanatçı ne yapar eder görür. Bunun yanında çeşitli sergileri olmuş bir ressam arkadaşım var. Geçenlerde bana resmi bıraktığını söyledi.

Anladığım kadarıyla yapay zeka işleri bozmuş, artık rekabet edilemiyormuş. Düşündüm bir insan kendini böyle bir zevkten nasıl mahrum edebilir diye.

Olsa olsa resmi sevmiyordur veya onun yerine resmin getireceği ünü, başarıyı, gösterişi seviyordur. Bunlar biraz umut kırıcı.

Mesela ben orta düzeyde keman çalabilen birinin yetenek seviyesine erişmek için edebiyat hayatımdan ta baştan vaz geçerdim.

Çünkü bu 12-13 yaşlarında başlanacak bir şey ve artık çok geç. Fakat geç olmasına rağmen bu kez evde keman yapıyorum, bu ona erişebildiğim yegane yol. İçeride küçük odayı atölye yaptık. İşim gücüm orada.  

Toplam 3 keman yaptım. Son 5 yılda öğrenmek için 2 bin saate yakın çalıştım.

Akçaağaç gibi sert ağaçları kese kese ellerim nasır tuttu. Övünerek arkadaşlarıma gösteriyordum, bakın emekçi eli diye. Çünkü insan eliyle düşünür.

Beyindeki korteks ne ise eldeki nasır o. Ancak şimdi bizim yerimize akıllı olacak dijital cihazlar geliştirildi, Bu da bizi büyük bir mutluluktan yoksun bırakıyor.
 

 

Tabletinizdeki eskiz, çizim arşivinizi görebilir miyim?

İhsan Oktay Anar: Mesela şu deniz manzarası. Üzerinde yayılan ışık. Denize bakarken gözümüz böyle güzel şeyleri arıyor sanki.

Denizin güzelliğini daha iyi görmek, sindirmek için onun resmini yapıyorsunuz. Resmi belki yırtıp atacaksınız veya bir köşede kaybolacak, ama gördüğünüz haliyle resim hep zihninizde, yani sizde kalacak. Bu güzel bir duygu değil mi? 


Kitaplarınızı yazarken ilham almak için keşif yapar mısınız? Ve bu sizde nasıl bir duygu uyandırır? Diğer yandan yaşamın güzelliklerini, estetik dilinden yararlanır mısınız? 

Özlem Anar: Anlattığım karakterler sanki eve gelen bir misafirmiş gibi olur.  Hani o kişi hakkında çok az şey bilirsiniz, ama size yine de renkli yahut ilginç gelir, tanımaya konuşmaya başlarsınız.

Çok geçmeden seversiniz de, yahut sevecek hale getirirsiniz. Bazen kızsanız da hemen affetmenin bir yolunu bulursunuz, sınıftaki öğretmen gibi diğer karakterlerle iyi geçinmelerini sağlarsınız.

Bazen tam tersi, kızdırırsınız, ardından gönlünü alırsınız. Ama hep seversiniz. Sanırım biraz böyle işte. Malzeme toplamak veya keşif yapmak değil de bazı şeyleri zaten bildiğinizi fark edersiniz.

Bu, kendiliğinden olur. Haydi malzeme toplayayım demezsiniz. Yani insanları obje yerine koymazsınız. Onlar aklınızda kalır. Yazarken böyle bir malzemeye zaten sahip olduğunuzu görürsünüz.

Siz de onların aklında kalırsınız, kim bilir, belki onların içinde bir yazar varsa o da sizi romanına karakter seçmiş olabilir.


İhsan Oktay Anar: Evet, birlikte sokak sokak dolaşır ve birbirimize öyle espriler yaparız ki bunlar bize ilham olur. Anlatmaya değer, ilginç mutluluk verici şeyleri sokaklardan hasat ederiz.

Hemen herkes hakkında eğlenceli şekilde fikir yürütürüz. Mesela, bir adamın elinde bir petrol şirketi anahtarlığı görünce orada düşünürüz, belki iflas etmiş bir benzinlik sahibidir ve şimdi ev ev dolaşıp başına geçirdiği kilotla kadın iç çamaşırları pazarlıyordur, Mercedes'inin kalan son iki taksidini ödemek için.

Doğru olması gerekmez, sadece düşünürüz. İlham ya da keşif yoktur. Çünkü ikimizin de Amerika'yı keşfetmek gibi bir niyeti olmadığını söyleyebilirim.

Bir Amerika, bir Avustralya keşfetmek isteyecek kadar büyük oynarsanız işte bu adamı kaçırırsınız. İnsanlar hakkında sonucunu ölçebileceğimiz tahminlerde de bulunuruz.

Mesela vapur iskeleye yanaşırken, önce kim yerinden kalkacak, en son kim çıkacak, hangisi sabırlı ve kim sabırsız, öyle olmalarının sebebi ne, şık giyindiğine göre sevgilisiyle mi buluşacak, tahminlerde bulunuruz, bahse gireriz.

Genellikle Özlem kazanır. Üstelik taklidini yaptığı da olur, oyunculuk yeteneği var. Güldürür. Bence bu önemli. Yazan biri mutlu olmayı bilebilmeli ki bunu kitaplarında başkalarına aşılayabilsin, ayrıntılarıyla, baktıklarıyla, gördükleriyle.

Yani kütüphanede mesela Hegel'i açıp sayfaları çevire çevire, böyleymiş ah, işte Geist, işte fenomenolojisi, bak bu rasyoneldi ansızın reel oluverdi, vay başımıza gelenler demeden masum bir neşenin peşinde koşuyoruz.

Bizim dünyayla ilişkimiz genellikle böyledir. İnsanların neşeye ihtiyacı var, bir yerlerden bulup onlara getirmek gerekiyor. 
 

İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar

 

"Galiba sanatı ve edebiyatı haddinden fazla ciddiye alıyoruz"

Öyleyse yaşamda mutluluğa yer tutan, bunu sağlayan nedir, diye sorsam…

İhsan Oktay Anar: Onun yerine edebiyatta ve sanatta mutluluktan bahsedeyim, daha doğrusu sanatçının hitap ettiği kişilere verdiği hazdan, mutluluktan, ayrıca nasıl bir dinleyici, seyirci veya okurun bir sanat eserinden tam anlamıyla haz alabileceğinden, mutlu olabileceğinden.

Bakın size bir Yeşilçam filmi anlatayım hem de siyah beyaz: Boğaz'daki yalılardan birinde uçarı bir genç, diyelim ki Ekrem Bora yaşamaktadır.

Yalının bahçıvanı Münir Özkul'dur, onun bir de gözü gibi sevdiği güzel kızı, Belgin Doruk vardır. Kötü adamın gözü bu kızda olsun.

Kız ise Ekrem Bora'ya diyelim ki kapılmıştır. Baba, Münir Özkul çok endişelenir ve Ekrem Bora'yı öldürtmeye karar verir.

Ancak kızı, babasının tuzağını öğrenir ve sevdiği adamın kılığına girer. Sonuçta baba, Ekrem Bora sandığı kendi kızını öldürtür. Film yahut trajedi işte bu. Yeşilçam filmlerini küçümsüyoruz.

Fakat anlattığım film aslında Verdi'nin Rigoletto operasının hikayesinin aynısı. Yok eğer hikayeden değil sadece müziğinden hoşlandım derseniz, o dönem seyircisinin, neden hikayeden de hoşlandığını size sorarım.

Demek ki Verdi'nin hedef aldığı dinleyici başka, siz başkasınız. Bir örnek daha vereyim: Özlem'le operaya gitmiştik. Rossini vardı. Önce üvertür çalındı. Bu da aslında o dönem için girişte şakalaşan, konuşup gülen seyircileri salona davet için çalınır.

Derken temsil bir aryayla başladı. Tenor aryayı söylerken ben de onunla birlikte aynısını mırıldanıyordum, galiba biraz yüksekçe sesle. Öyle ki Özlem beni dürttü.

Galiba yandaki hanımlar rahatsız oluyormuş, kendilerini veremiyorlarmış. Oysa aryanın sözleri aşağı yukarı şöyleydi:

Değerli konuklar sessiz olunuz, ressamlar nasıl ki beyaz tuvale resim yaparlarsa biz müzisyenler işimizi sessizliğe işleriz.


Yani Rossini eser başladığı halde salonda hâlâ şakalaşan, gülen, bağıra çağıra gevezelik yapan o dönem seyircisinden bu aryayla susmalarını rica ve istirham ediyor.

Sizce Rossini kimin için besteledi? O dönemin taşkın ve neşeli seyircisi için mi, yoksa eserlerini ağıt dinler gibi, namaza durmuş gibi ciddiyetle dinleyen günümüz seyircisi için mi?

Sorum şu; Siz, bu iki seyirciden hangisi olmak isterdiniz?

Çünkü ikinci seyirciye göre her eser serioso, yani neşeli olsa bile "ciddi" icra edilmektedir. Biraz gülümseyelim lütfen, hatta bu ‘ciddi' müziğin bazen uykumuzu getirmesine de izin verelim.

Bir arkadaşımın, gittiği senfoni konserinde uyuyakalan, üstelik horlayan bir dinleyiciyi öfkeyle ayıpladığını hatırlıyorum.

Oysa mesela, Bach'ın Goldberg varyasyonları, uykusuzluk çeken bir soylunun klavsencisi için yazılmıştır, adam yatak odasında klavsenden bu müziği dinleye dinleye belki uyur diye.

Bach'ın varyasyonlarını dinlerken uyuyakalmak mı isterdiniz, yoksa sonuna kadar dikkat ve ciddiyetle dinlemeyi mi?

İkincisini istediyseniz bu eseriyle Bach size hitap etmemiş ve siz de onu pek algılamamışsınız demektir.

Sanatın verdiği mutluluk hakkında son bir örnek anlatayım: 12 yaşımdayken Antalya-Serik'te öğretmen olan ablama gitmiştik.O zamanlar televizyon bile yoktu.

Ama Antalya festivali düzenlenmişti. Bunun için antik Aspendos tiyatrosuna Devlet Opera ve Balesi gelecekti. Oraya gittik. Çeşmebaşı balesi ve galiba Giselle de sahnelenecekti. Hem de o yıllarda.

Anfitiyatro olduğu gibi civar köylerden gelen, çiftçilik veya hayvancılıkla geçinen insanlarla doldu. Bale devam ederken mangallar yakılmış yeniyor içiliyor, alkışlanıyor, el çırpıp tempo tutuluyor, kısacası herkes çok eğleniyordu.

Öyle sanıyorum ki 2000 yıl önce bu sahneye çıkanlar da böyle seyrediliyor veya dinleniyordu. O gün Aspendos Antik Tiyatrosu'ndaki kadar mutlu seyirci bir daha hiç görmedim. Galiba sanatı ve edebiyatı haddinden fazla ciddiye alıyoruz.

Bu da şuna benziyor biraz. Pertev Naili Boratav'ın Nasrettin Hoca derlemesini bilirsiniz, biraz açık saçıktır. Kitap çıktığında fıkralara isyan eden çok oldu. Televizyonda birini görmüştüm, galiba akademisyendi.

Fıkraların sahte olduğunu söylüyor ve "Nasrettin Hoca bizim büyüğümüz, ona saygılı olmamız gerekir" diyordu.

Bu, Cem Yılmaz'ı "Türk Büyüğü" olarak görmek ve onu ululamaktan farklı mı?

Rossini'yi ciddiyetle dinlemek veya aslında bir mizahçı olan Kafka'yı asık suratla okumak da bunun gibi. Seyredin, okuyun, gülün. Gülmek çok basit, zorlaştırmayın. Samimi olun. Ama bunu en iyi Özlem başarıyor.


Kendinize özgü bir yazma tarzınız, aslında içten, huzurlu, sakin, insanı rahatlatan bir tarz var. Biraz bahsedebilir misiniz?

Özlem Anar: Elbette tarz veya stilde şunu yansıtmayı hep istemişimdir; karanlık şeyler değil de insanlara sadece aydınlık şeyler sunmayı.

Öyle ki, onlara umut vermeyi istiyorum. Kötü bir olayı bile daha pozitif olan başka bir perspektiften anlatmayı seçiyorum. Hani, böyle de yorumlanabilir diyerek hayatta ölüm var, hastalık var, acı var, daha yaşamadığımız, belki de yaşayıp sustuğumuz bir sürü şey var ve olmaya da devam ediyorlar.

Bütün bunları acıtmadan, incitmeden, bağışlayıp gitmesini isteyerek, hatta belki de mümkünse okurlara moral vererek yazmak çok önemli benim için.

Belki de bunları kendime söylüyorum bunu bilemem. Ama bazen trajedi gibi gördüğümüz şeylerin arkasından bambaşka mucizeler kendini gösterebiliyor. O yüzden, kırmayı, dökmeyi tercih etmiyorum. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU