Yeni bir süreç yaşanıyor. Adı konmamış bir tür çözüm süreci diyenler de var ancak bu yaklaşım bana pek gerçekçi gelmiyor; Süleyman Demirel'in bu tip durumlarla ilgili söylediği bir söz vardı;
Doğmamış çocuğa don biçilmez.
2013-15 çözüm sürecinde ne oldu, neden bozuldu?
Kamuoyu önünde bununla ilgili bir yüzleşme, bir sorgulama yapılmadı.
Ama biliyorum ki hafife alınmayacak eksikliklerine karşın o süreç kıyas götürmeyecek biçimde çok daha katılımcı, şeffaf ve kurumsaldı.
Haziran 2013'te yapılan son "Akil İnsanlar" toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dillendirdiği "Dağda bir tek terörist kalmayana kadar çözüm olmayacak" minvalindeki cümlesi hâlâ aklımda.
Şimdilerde ise daha ötesinde cümleler kuruyor:
Bölücü caniler ya silahlarını gömecekler ya da silahlarıyla birlikte gömülecekler.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı tamamlıyor; "Suriye'deki terör örgütü YPG'nin varlığının ortadan kaldırılmasının an meselesi olduğu" yönünde demeçler veriyor.
Buna karşın, ABD'nin SDG ortaklığı, hatta İsrail'in Kürtlere olumlu yaklaşımı bir biçimde sürüyor.
Akla ister istemez devlet, Bahçeli'nin o ilk açıkladığı, "devletle ilgili duyduğu kaygı ve korkulardan hâlâ sıyrılamadı mı" gibi düşünceler geliyor.
Öcalan ise devletin olası korku ve kaygılarını anlayan bir yerden yaptığı açıklamalar ve girişimlerle siyasi süreci normalleştirmeye ve çözüme açık hale getirmeye çalışıyor…
Barış içinde bir arada yaşamak için
Yeni süreci zehirleyen zararlı eğilimleri etkisiz kılma yeteneğini geliştirmek önemli.
Bu bakımdan Kürt-Türk ilişkilerindeki tarihsel ilişkiyi anlamak önemli.
Emsal olsun, Kurtuluş Savaşı arifesinde İstanbul'da toplanan Meclis-i Mebusan'ın kabul ettiği Misak-ı Millî'nin gereğinin yapılmamasının nedenleri ve sonuçları ile yüzleşmek önemli.
Kemalist iktidar Lozan'da, Türklerin yaşadığı bölgeleri korudu, Musul-Kerkük örneğinde görüldüğü üzere Kürtleri gözden çıkardı, neden?
Tarih önünde bununla yüzleşmekten kaçınmamalı.
Nitekim Kürtlerin dışlanması sonucu tarihsel gerginlik, toplumsal kutuplaşmaya açıklık, savaş, çatışma, askeri darbeler süreklilik kazandı.
Cumhuriyet muasır medeniyet seviyesine ulaşmadıysa önemli nedenlerinden birinin bu olduğu açık değil mi?
Kanım o ki koşulları oluşursa Öcalan'ın "Demokratik Ulus" projesinin bu ve benzeri musibetleri aşmanın bir parçası olarak Misak-ı Milli sınırları içinde uygulamaya elverişli olduğunu akılda tutmak gerekir.
Türkiye'nin çatışmalara çözüm arama geçmişi esasen 1993'te Öcalan ile başladı, dolayısıyla Öcalan ile tamamlanması eşyanın tabiatına uygundur.
Bu tip "barış içinde yaşama"nın sürekliliğini sağlama girişimleri, barış için, barışın kalıcılığı için bir zorunluluk olduğunu unutmamalı.
Dünya ölçeğinde 50 milyonluk bir nüfusa ulaşmış Kürt halkının maalesef statü sorunu vardır.
Bu sürekli bir kriz kaynağıdır.
Dünya bu soruna çözüm getiremezse şayet, sadece kriz kaynağı değil, savaş kaynağı olarak da büyümesi kaçınılmazdır.
Sık sık üçüncü dünya savaşının çıkabileceği tehlikesinden bahsediliyor;
Ortadoğu'da olan bir bakıma bunun küçük çaplı biçimidir.
Türkiye de milli krizi ve savaşı sürekli kılan da budur.
Uzlaşı siyaseti için
Anlaşılan devlet o kadar zorlanmış ki Öcalan'a ihtiyaç duyma noktasında...
Öyleyse Öcalan'a doğru yaklaşmalı, afaki ve karşılığı olmayan suçlamaları bırakmalı, Mandela modeline tekabül etmeye elverişli Öcalan modelinin önünü kesmemeli...
Devletin çelişkili, çatışmacı siyasi rekabet yerine, yedeklenmeyen toplumsal uzlaşıya dayalı siyaseti teşvik etmesinin zamanı gelmedi mi?
Anlaşıldığı kadarıyla T.C. Devleti Öcalan ile görüştü.
Kanımca bu tek bir görüşmeyle de sınırlı kalmadı.
Ancak bu görüşme ya da görüşmelerde bir prensip anlaşması yapılmadı ya da yapılamadı.
Olan şu:
- Suriye'de, daha somut bir ifadeyle Rojava'da ilişkiler devletin istediği doğrultuda gitmiyordu.
- Suriye'ye önce MİT Başkanı İbrahim Kalın, sonra ise Dışişleri Bakanı Hakan Fidan gittiler. Amaçları Colani ile görüşerek Heyeti-i Tahrir-i Şam'ı (HTŞ) Kürtlerle çatışmaya ikna etmek, öncelikle de Kobani'yi işgal etmeye ikna etmekti. Colani başlangıçta "tamam" dedi ancak bu görüşmeden sonra devreye Amerika Dışişleri Bakanı Müsteşar Yardımcısı girdi ve özetle "Kürtlerle çatışmayacak, Fırat'ın batısına karışmayacak, müdahale etmeyecek, Kürtlerle anlaşacaksın" biçimindeki kararını Colani'nin önüne koyunca, Colani 29 Aralık 2024 tarihinde "SDG ile görüştük, SDG Suriye ordusuna dâhil olacak, 'SDG biz hazırız' dedi" şeklinde bir açıklama ile tutumlarını açıkladı.
- Amerikan isteği karşısında Colani Kürtlere ve Kobane'ye saldırmaya ikna olmuşken vazgeçerken, Kobani'yi iki koldan birden kuşatmaya aldıran, alan Türkiye'nin işgal hayalleri başka bir zamana kaldı (mı?)
- SDG Kuzeydoğu Suriye'de konumlanmış durumda. Şam'da belirleyici olmamakla birlikte belirli bir Kürt nüfus var. SDG'de bu nüfusa dayanarak, bir yanıyla da uluslararası ilişkileri (ABD vs.) değerlendirerek Şam'da verili gücünü koruma ve hükümette yer alarak güçlenme eğilimi var. Ama SDG bir şekilde güçlenerek hükümette yer alırsa, HTŞ'nin ya da siyasal İslamcıların Şam'da blok hükümet kurması zorlanır, hatta kuramayabilir de... Mesela Kürt kadınları hükümete girdiğinde, HTŞ'nin ya da Colani'nin tutumu ne olacak?
- Evet, SDG orduya katılmayı kabul etmiş ancak bu kabulün, uluslararası güçlerin, daha doğrusu ABD'nin güvencesiyle gerçekleştiğini de belirtmeliyiz.
- Batı Suriye'de laik sistem istiyor.
- Yabancı cihatçıların gönderilmesini,
- Anayasal sistem içinde ulusal gruplar, dini azınlıklar vs. temsil edilmesini,
- İsrail ile hiçbir şekilde düşmanlık eylemlilik (ifade sorunlu) içine girilmemesini,
- Hamas ve Hizbullah'a asla destek verilmemesini istiyor...
- Suriye'nin inşa sürecine uluslararası toplum destek verecek.
Başta ABD ve İngiltere olmak üzere batnını altı maddede somutlanan bu koşullarını HTŞ ve Colani Liderliği kabul etmiş durumda.
Colani İngiltere'siz bir şey yapamaz durumda herhalde.
Londra'yı Suriye'de Katar temsil ediyor.
Buna karşın 29 Aralık 2029'da İsrail Dışişleri Bakanı şu açıklamayı yaptı:
Şam'da bir hükümet yok, bir terör örgütü var... Hiçbir şekilde muhatap almıyor, ciddiye almıyoruz.
Suriye'yi bekleyen istikrar (mı?)
HTŞ 30 İslamcı örgütten oluşuyor. Her biri ayrı baş...
HTŞ'nin merkezi hâkimiyeti zayıf. Birbiriyle çatışan gruplar.
Son gelişmelerde alelacele toparlanıp gelmişler. Toplama bir yapı...
İslamcı bir düzen kurma iradeleri problemli.
Uluslararası güçler buna engel.
Bu, bir bakıma bu yeni bir çatışma alanı.
3-5 bin arasında değişen Suriyeli asker teslim olmadığı gibi henüz silahlarını da teslim etmemişler.
Lübnan çeperlerindeki dağlardalar.
Bir kısmı da Lazkiye ve Tartus çeperlerindeki dağlarda.
Epey güçten düşmüş olsa da Hizbullah var...
İran boş durmuyor, durmayacak gibi de görünüyor.
Irak'taki Haşdi Şabi ve Irak Hizbullah'ı darbe yemediler ve canlılar...
Buna karşın, ABD, İngiltere, İsrail Şii Yemen'e, yani Husilere hava operasyonu tasarlıyor.
Suudi Arabistan da kara operasyonu tasarlıyor.
Başlangıç... İyi geçmesi umuduyla!
Devlet ve iktidar cenahı o kadar sıkıştı ki çözüm Sayın Öcalan oldu ve Öcalan zorunlu olarak sürece dâhil edildi.
Türkiye Öcalan'ı sürece dahil etmekle birlikte, Öcalan kendini Erdoğan ve Bahçeli ile eşitleyerek sürece başladı.
Erdoğan, Bahçeli ve kendisinden oluşan "üçleme"yi ilan etti.
Yetinmedi, DEM Parti heyetini de doğrudan kendisi çağırıp görev vererek daha başında süreci yönlendiren bir pozisyon kazandı.
Hatırlayalım, Öcalan'dan örgütü dağıtması isteniyordu.
Buna karşı umut hakkı verilecekti kendisine…
Bebek katili bir teröristi vesselam…
Hepsi unutuldu.
Somut olarak ifade edilirse, sorunların ve dolayısıyla görüşmelerin merkezinde Suriye ve Rojava vardı ve var.
Suriye Milli Ordusu (SMO) şayet Menbiç'i, Baraj bölgesini ve Rakka'yı alabilseydi (ki Baraj Rakka'ya yakın)
Öcalan bu görüşmelerde olmayacaktı…
Yenilme, unuturlar!
Aynı dönemde SMO ve diğer Türkiyeci güçler tarafından Kobane iki koldan kuşatmaya alınmıştı.
Ancak SDG Menbiç'i yeniden kazanırken, Kürtlerin bulunduğu sahada Türkiyeci güçler uçak, helikopter, tank, top kullanamıyordu.
Ne ABD ne İngiltere izin veriyordu. Nitekim Eski istihbarat Daire Başkanı bu durumu şöyle itiraf ediyordu:
İngiliz İstihbaratı M16 geldi… Türkiye'ye açık uyarı yaptı. Türkiye'nin Kuzeydoğu Suriye'ye girmesini durdurdu.
Aksi takdirde girilecekti.
Türkiyeci güçler kurumsallığın oturmadığı ara dönemi oldubittiye getirmek istiyordu.
Ne var ki bu yönlü tüm girişimlerinde boşa düşme hali yaşandı.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, aslında devletle HTŞ arasında iki koldan kuşatma ve saldırı planı yapılmıştı.
İngiltere'nin yanı sıra ABD'de HTŞ'yi uyarınca, HTŞ kendisinin de içinde olduğu planlamadan çekilmek zorunda kaldı.
Netice olarak devlet hedeflediği sonucu elde edemedi.
Dikkat edilirse Türkiye uzunca bir süredir Gazze'nin lafını etmiyor.
Bu noktada Erdoğan Hamas' a "Kuvâ-yi Milliye" sıfatını yakıştırmıştı.
Devamında, "Bizi İsrail saldırısına karşı koruyor" da diyebilmişti.
Öte yandan yakın dönemde Gazze'de bir anlaşma yapılıyor.
Bu anlaşmanın en önemli maddelerinden biri "Hamas'ın yöneticileri Gazze'den çıkarılacak", Katar ise "çıkarılacak yöneticileri Türkiye'nin kabul edeceğini" açıklamakla birlikte, henüz Türkiye'den doğru bir ses seda yok…
Kuvvetler ilişkisi çok değişti.
Yeni dengeler oluşuyor…
Üstelik Hamas'ın yerine, iktidar olmuş HTŞ gibi başka bir kullanışlı araç var.
Umarım yanılırım ama sanırım Türkiye'den beklenen sesi duymayacağız.
Kabul edilse bile "Kuvâ-yi Milliye" söylemine uygun bir karşılama olmayacak…
Yenilme, unuturlar!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish