Said Nursi son derece sıra dışı bir isim.
Sultan Abdülhamid'in devrilmesine neden olan 1909 31 Mart Hadisesinden sonra çıkartıldığı Divan-ı Harp Mahkemesi'nde yaptığı savunma son derece şaşırtıcı.
Şeriatçılık isnadıyla yargılanan Nursi'nin savunmasına geçmeden evvel hadiseleri hatırlayalım.
İttihat ve Terakki'nin ortaya çıkışı
Osmanlı modernleşmesinin entelektüel alt yapısını oluşturan hareket, birbirleriyle dostluk ve ülküdaşlık ilişkisi ile bir araya gelen zaman zaman da sert bir biçimde kavga eden Jön Türkler tarafından oluşturulmuştur.
Bu grup çoğunluğu Sultan Abdülhamid tarafından Avrupa başkentlerine gönderilen öğrenci ve devlet bürokratlarından oluşmaktaydı.
Sultan Abdülhamid bu yapıyla zaman zaman ilişki kurup önemli bir kısmının ülkeye dönmesini sağlamış makam ve mevki tahsis ederek kendi gözetiminde tutmuştur.
Ülkeye dönmeye ikna edemediği birçok kişiye ekonomik olarak zor duruma düştüğünde maddi destek sağlamıştır.
Öte taraftan Mısır'ın elden çıkması, Kıbrıs'ın İngilizlere bırakılması, Tunus'un Fransızlar tarafından işgal edilmesi, Ermenilerin taşkınlıkları, Duyunu Umumiye İdaresi ve ağır vergiler Abdülhamid'e yönelik muhalefeti başka bir boyuta taşımıştır.
1889 yılına gelindiğinde ise Tıbbiyeliler olarak bilinen Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane okulunun öğrencileri İbrahim Temo isimli hocalarının yönlendirmesiyle Sultan Hamid'e karşı gizli toplantılar yapmaya başlamışlardır.
Hamamönü ve Rumelihisarı'nda gizli bir biçimde bir araya gelen öğrenciler devletin kurtuluşu adına çareler aramaya koyulmuşlardır.
Bu toplantılar sırasında Rusya ve İran'da meydana gelen meşruti hadiseler ciddi bir biçimde konuşuluyor ve Namık Kemal'in şiirleri ile ateşli nutuklar icra ediliyordu.
Toplantılara katılım süratli bir biçimde artıyor ve yapı kendi içinde hiyerarşik bir düzen alıyordu.
1896 yılında örgütün İstanbul ayağı ortaya çıkarılmış; Suriye kolu, 1897 yılında ciddi bir darbe girişimine hazırlanırken tespit edilerek sorumluları tutuklanmıştır.
Örgüt deşifre edilmiş sorumluları cezalandırılmış olsa da memleketin her bölgesinde kendisine taraftar bulmaya devam etmiş ve yükselişi engellenememiştir.
1907 yılına gelindiğinde özellikle Selanik ve çevresinde güçlü bir örgütlenme meydana getirmiştir.
Kendi içinde farklı fraksiyonlara bölünmüş hareket bu süreçte tek çatı altında birleşmeyi başarmıştır.
İttihatçılar dağa çıkıyor
Sayıları neredeyse 10 bin civarına yaklaşan İttihatçılar, Sultan Abdülhamid'i devirmek için fırsat kolluyordu.
Beklenen fırsat Reval Görüşmeleri sonrasında elde edilmiştir. 1908 yılında Ruslar ve İngilizler Osmanlı'ya karşı atılacak adımları müzakere etmiş ve iki taraf büyük ölçüde anlaşmıştır.
Reval Görüşmelerinde Osmanlı'nın adeta paylaşılması sonrası İttihatçılar, Abdülhamid yönetimini duruma karşı basiretsiz kalmakla suçlamıştır.
Bu zor durumdan kurtuluş yolunun meclisi tekrar açılarak fiili olarak meşrutiyet sistemine dönmekle mümkün olacağını iddia etmiştir.
Bu doğrultuda 3 Temmuz gününde önce Niyazi Bey Ardından da Enver Paşa dağa çıkarak devlete isyan etmiştir.
Suikastlar başlıyor
İsyancıların devlete karşı dağa çıkması sonrası Yıldız Sarayı'na memleketin dört bir tarafından telgraflar gönderiliyor, bir an önce meşrutiyete dönülmesi telkin ediliyordu.
Sultan Abdülhamid ilk olarak Balkanlar'da başlayan isyanın yayılmasını engellemek için Ferik Şemsi Paşa'yı bölgeye gönderdi.
Şemsi Paşa, isyan bölgesine varmasından kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu Atıf Bey tarafından vurularak öldürülmüştür.
Bu haber Yıldız Sarayı'nda bomba etkisi yaratırken İttihatçıların önü arkası kesilmeyecek suikastlarının da başlangıcı olacaktır.
Kısa sürede kendisini toparlayan Yıldız Sarayı, Ferik Şemsi Paşa'nın yerine Müşir Osman Paşa'yı gönderdi.
Bu kez gelen haber daha korkunçtu, Osman Paşa görev yerine vardıktan kısa bir süre sonra esir edilerek İttihatçı isyancıların eline geçmişti.
İstanbul'da da olaylar kontrolden çıkmış, topçu birlikleri Yıldız Sarayı'nın bilgisi dışında 101 pare top atışı gerçekleştirmişti.
Bu, padişah değişikliğinde yapılan bir gelenekti; olaylar giderek kontrolden çıkmak üzereyken Selanik'ten gelen haber bardağı taşıran son damla olacaktır.
İsyancılar Sultan Abdülhamid'in emri dışında Selanik'te meşrutiyetin yeniden ilan edildiğini duyurdular.
Sultanın iradesini hiçe saymak anlamına gelen bu kararı normal şartlar altında kabul etmek mümkün değildi, ama olayların daha fazla kontrolden çıkmasını istemeyen Yıldız Sarayı bu durumu tanımak zorunda kaldı.
İttihatçıların bu zaferi Sultan Abdülhamid için sonun başlangıcıydı.
İttihat ve Terakki tek başına iktidar olur
23 Temmuz 1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş ve kısa bir süre içinde milletvekili seçimlerine gidilmiştir.
Yurdun büyük bir bölümünde gizli bir şekilde teşkilatlanmış İttihat ve Terakki Cemiyeti seçimlerde de bu gücünden yararlanmıştır.
Yapılan seçimlerde yaklaşık yüzde 99 oy olarak devlet yönetiminde söz sahibi olan tek merci konumuna yükselmiştir.
Ülkede esen hürriyet ortamında kadın hakları güçlendirilmiş, dernek ve siyasi parti açma hakkı tanınmış ve en önemlisi medyaya büyük bir serbestlik sağlanmıştır.
Halk gelişmeleri başlangıçta pek anlayamasa da yapılan yeniliklere ciddi bir tepki göstermemiştir.
Kurulan meclisin en büyük çıkmazı tıpkı ilk mecliste olduğu gibi mebusların kısa bir süre içinde kendi bölgelerinin menfaatlerini ülke menfaatlerinin önüne taşıması olacaktır.
Gücünü büyük ölçüde İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne kaptıran Sultan Abdülhamid kolayca pes edip kenara çekilecek biri değildi, zaten İttihatçılar da Sultanı devirmeyi göze alamamış yalnızca gücünü sınırlayabilmişlerdi.
Sultan Abdülhamid zaman zaman mebusları Yıldız Sarayı'na davet edip onlarla istişare etmeyi deniyordu; ancak tüm teşebbüsleri karşılıksız kalıyordu.
Medyada ise kendisine yönelik ağır ithamlar yapılıyor, Sultan Abdülhamid toplum karşısında küçük düşürülüyordu.
Bir karşı darbe teşebbüs: 31 Mart Vakası
İttihat ve Terakki'nin uygulamaları kısa süre içinde belli kesimlerin tepkisini çekmeye başladı.
Mektepli subayların alaylı subayları tasfiye etmesi ve ulemanın rencide edildiği bazı eylemler hoşnutsuzluğa sebep olmaya başlamıştı.
6 Ekim 1908 günü Kör Ali isimli bir şahıs peşinden sürüklediği ulemadan küçük bir grubu Yıldız Sarayı'nın önünde topladı.
Ateşli bir biçimde "Şeriat isteriz!" naraları atması üzerine Sultan Abdülhamid balkona çıkıp kalabalığı dağıtmak için "Merak etmeyiniz, istekleriniz yerine getirilecek" cevabını verdi.
Bu cevap sonrası cesaretlenen taşkın kalabalık eylemlerini daha sonraki günlerde de devam ettirmiştir.
Karagöz oynatılan salonları basmış ve sokakta dolaşan kadınlar tartaklamıştı.Kör Ali ile başlayan olaylar zinciri orduya da sirayet etmişti.
Abdülhamid'e yakın Hassa ordusu Cidde'ye gönderilmek istenmiş; ama Hassa ordusu kuvvetleri bu durumu kabul etmeyince Balkanlar'dan getirilen Avcı Taburları, Hassa ordusunu çapraz ateşe tutmuştur.
Haber kısa sürede İstanbul'da yayılmış, Mahmut Muhtar Paşa'nın Hassa ordusunda hayatını kaybeden çavuşların cesetlerini ibret-i alem olması için asmak istemesi bir karşı darbenin fitilini ateşlemiştir.
İsyan ateşi kısa sürede İstanbul'da bulunan bütün askeri birliklere yayılmış, üstelik kalkışmaya sebep olan Avcı taburları da İttihatçılara karşı başlatılan isyana destek verip Sultan Ahmet Meydanında toplanan kalabalığa dâhil olmuştur.
İttihatçılar kendi silahıyla vuruluyor: Mecliste peş peşe suikastlar
İttihat ve Terakki Cemiyeti, gerçekleştirdiği suikastlarla gücünü pekiştirmişti; ama bu kez terör rüzgârı aleyhine dönmüştü.
İstanbul'da hızla yayılan karşı darbe şehri adeta kaosa sürüklemişti.
Sokağa çıkan kadınlar linç ediliyor, gazete binaları basılarak yağmalanıyor ve yakalanan mektepli subaylar hemen oracıkta öldürülüyordu.
Bu saldırılarda en nihai hedef ise meclis ve hükümetti. Şeriat yanlısı olduğunu söyleyen darbeciler Adliye Nazırı (Bakanı) Nazım Paşa'yı İttihatçıların önemli ismi Ahmet Rıza Bey zannederek öldürdü.
Olayın şoku atlatılmamışken bu kez Hüseyin Cahit zannedilen Lazkiye Mebusu Hüseyin Arslan Bey'in öldürüldüğü duyuldu.
Olaylar giderek kontrolden çıkmış, şehir teröre tamamen teslim olmuştur.
15 Nisan 1909 sabahında darbe Yıldız Sarayına sıçramış, Asar-ı Tevfik savaş gemisin toplarını Yıldız Sarayı'na doğru çevirmesi isyancıları daha da öfkelendirmiş, gemiye baskın yapılarak geminin kaptanı Ali Kabuli Yıldız Sarayı önüne getirilerek Sultan Abdülhamid'in engelleme teşebbüslerine rağmen linç edilerek katledilmişti.
Esasen bu olay, darbenin Sultan Abdülhamid'in kontrolünde olmadığı ve çığırından çıkan bir hareket olduğunu ortaya koyuyordu.
Tüm bunlara rağmen Sultan Abdülhamid'in olayları yatıştırmak için tüm ordunun saygı gösterdiği Edhem Paşa'nın öncülüğünde gönderdiği heyet de olayları yatıştırmayı başaramamıştır.
İsyancılar meclisi de tamamen ele geçirmiş, yanlarına Şeyhül İslam Ziyaeddin Efendi'yi de alarak meclis kürsüsünden taleplerini okumuşlardır.
Karşı darbeyi bastırmak için Hareket Ordusu yola koyulur
Dükkânlar kapatılmış, fırınlar açılamamış ve İstanbul büyük bir sıkıntı içine düşmüştü.
İttihat ve Terakki, İstanbul'daki sınırlı birliklerle olayı yatıştıramayacağını anlayınca dışardan destek istemiş ve bunun üzerine Hareket Ordusu Çatalca önüne gelerek burada konuşlanmıştı.
Bu sırada Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, Abdülhamid'in huzuruna çıkarak istifasını sundu.
Durumu haber alan darbeciler büyük bir sevince kapılarak neredeyse tüm teçhizatını sevinçle havaya sıkıyordu.
Çatalca önünde konuşlanmış Hareket Ordusu ise şehre girip isyancılar teslim almak için artık son hazırlıklarını yapıyordu.
Çoğu çetelerden, henüz öğrenci olan askerlerden, memur hatta tüccarlardan oluşan Hareket Ordusu'nun başında Mahmut Şevket Paşa vardı.
Ordunun iki numaralı ismi olarak da Enver Paşa bulunuyordu. Her geçen gün sayısı artan bu orduya donanmanın da destek vereceğinin anlaşılmasından sonra şehre müdahale etmek için tüm şartlar oluşmuştu.
Abdülhamid son cuma selamlığında
Hareket Ordusu 23 Nisan 1909 bir cuma günü İstanbul'a girmeye başladığında Sultan Abdülhamid son kez cuma selamlığına çıkmıştı.
Kaosa teslim olmuş şehirde Sultan'ın hiçbir ağrlığı kalmamıştı. Selamda kendisini karşılamaya gelenlerin sayıca azlığı artık Sultan Abdülhamid'in Osmanlı siyasetinde de bir gücünün kalmadığının işaretiydi.
Yine de başıboş isyancıların dışında Sultan Abdülhamid'e bağlı Hassa ordusu ve Kürt taburları şehirde uzun sürecek bir direniş için yeterli teçhizata sahipti.
Sultan Abdülhamid ise kısa süre içinde gerçekleşen elim olaylar sonucu İstanbul halkının büyük zarar gördüğüne şahit olmuştu.
Ayrıca tabiatı itibariyle naif bir kişiliğe sahip olan Sultan şehirdeki terör havasının artık bir son bulmasını istiyordu. Bu yüzden kendisine yapılan direniş tekliflerini reddetti.
Buna rağmen kendisine bağlılığını bildiren Hassa ordusundan üç tabur teslim olmayı reddederek Hareket Ordusu'na karşı silahlı mücadeleyi tercih etti.
Son derece kanlı çatışmalardan sonra bu taburların tamamı yok edildi ve Hareket Ordusu kısa bir süre içinde şehre hâkim olmayı başardı.
Ve Sultan Abdülhamid tahttan indiriliyor
Sultan Abdülhamid, 31 Mart 1909 yılında gerçekleşen hadiselerin tarafı değildi.
Olayların önüne geçmek için de elinden geleni yaptı; ama isyancılar onu dinlememişti.
27 Nisan 1909 yılına gelindiğinde işgal altında bulunan Yıldız Saray'ında yapılacak son bir iş kalmıştı: Sultan Abdülhamid'i tahttan indirmek.
Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesi için öncelikle bir fetva hazırlanması gerekiyordu.
Fetvayı daha sonraları cumhuriyet döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı için önemli görevler üstlenecek İttihat ve Terakki mebusu Elmalılı Hamdi Yazır bizzat kaleme aldı.
Bu metin, Hal Fetvası Emini Hacı Nuri Efendi'nin önüne geldiğinde büyük bir şaşkınlık yaşayan Nuri Efendi metne fetva vermek yerine derhal istifasını sundu.
Fetvaya göre Abdülhamid'in tahttan indirilmesi için üç büyük suç işlemişti: 31 Mart'a sebep olmak, Kuran yaktırmak ve israf suçları.
Sultan Abdülhamid'e yöneltilen suçlar inandırıcı değildi. Sultanın 31 Mart'ı engellemek için gösterdiği çabayı neredeyse tüm İttihatçılar biliyordu.
Kuran yaktırdığına dair iddialar doğru ama eksikti, Sultan Almancadan tercüme edilen Türkçe mealleri toplatmıştı.
Bu eserler son derece kötü tercüme edilmişti ve yanlış bilgilerle doluydu.
İsraf konusu ise inandırıcılıktan son derece uzaktı, çünkü Abdülhamid cimri denilecek düzeyde tasarrufluydu.
Hacı Nuri'nin istifasından sonrası İttihatçıların onu ikna çabaları sonuç vermiş; ama Nuri Efendi son maddeyi değiştirmiş ve hal etmek yerine Sultan Abdülhamid'in tahttan çekilmesini istemenin ya da kararı meclise bırakmanın daha doğru olacağını tavsiye etmiştir.
Fetva çıkarıldıktan sonra meclis kararı hızlıca onaylamış ve geriye durumu Sultan Abdülhamid'e tebliğ etmek kalmıştır.
Sultan Abdülhamid'e yapılan tebliğ
Sultan Abdülhamid'e hal edildiğine dair tebliği yapan heyet Ermeni Aram, Laz Arif Hikmet, Selanik mebusu Yahudi Karasu ve Draç mebusu Arnavut Esad Toptani'den oluşuyordu. Heyettekilerin neredeyse hiçbiri Türk değildi.
Kararı hüzünle dinleyen Sultan Abdülhamid'in Çırağan Sarayı'nda kalma isteği de reddedilerek Sultan Abdülhamid mahiyetinde bulunan 38 kişiyle beraber aynı günün gecesi İstanbul'dan Selanik'e gönderildi.
33 yıllık uzun İkinci Abdülhamid saltanatı sona ermiş, devlet ise tam bir kaos ortamına sürüklenmiştir.
Said Nursi yargılanıyor
Sultan devrildikten sonra tam bir cadı avı başlatıldı. Divan-ı Harbi Örfi mahkemesine çıkartılanlar evvela Sultan Ahmet Meydanından geçirilerek duruşma salonuna getiriliyordu.
Ve meydan sallanan cesetlerle doluydu. Bu yolla hâkim huzuruna çıkan kişi korkudan eli ayağı tutmaz bir halde kendisine isnat edilen suçları çaresiz ve sessizce kabul makamında bulunuyordu.
Kürt Said, korku bir kenara daha mahkemeye çıkar çıkmaz duruşmanın başkanı Hurşit Bey'e meydan okuyarak sözlerine başlıyordu:
Ahireti bütün gönlümle istiyorum…
Beni oraya yollamak ceza değildir. Elinizden geliyorsa beni vicdanımla cezalandırınız. Ya yoksa ondan gerisi azap değil, bir şereftir benim için.
Bu konuşmadan sonra sinip yeni hükümetin merhametine sığınacağı yerde işlediği kötülükleri şedit bir biçimde suratına haykırır:
Bu haydut hükümet, istibdat döneminde akla düşmandı, şimdi ise hayata düşmanlık ediyor. Eğer hükümet böyle olursa yaşasın delilik! Yaşasın ölüm! Zalimler için yaşasın cehennem!
Sonunda mahkeme üzerindeki şoku attıktan sonra belki de Said'e sorulmaması gereken tek soruyor sorar:
Sen de Şeriat istemişsin?
Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira Şeriat; adalet ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin istediği gibi değil.
Mahkemenin devamındaki soru yine Said'in zekâ pırıltılarına sahne olur:
İttihad-ı Muhammedi'ye dahil misin?
Maal iftihar en küçük üyelerindenim, fakat benim tarif ettiğim gibi ve bana gösteriniz o ittihattan olmayan kimdir?
Said Nursi savunmasında kendisini bağladığı isimler de son derece şaşırtıcıdır; çünkü tamamı Abdülhamit muhalifi isimlerdir ve ayrıca Yavuz Sultan Selim göndermesi de bölge siyaseti için düşüncelerini de ortaya koymaktaydı.
Ayrıca saydığı diğer isimler de onun İslamcılık fikrinden ne anladığını ortaya koymaktaydı:
Özetle Sultan Selim'e biat etmiştim. Onun İslam Birliği fikrini kabul ettim. Zira o Kürdleri uyardı, onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim Cemaleddin Afgani, Mısır Müftüsü Merhum Muhammed Abduh, Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendi, Namık Kemal ve Sultan Selim'dir.
Nihayet Said Nursi, 31 Mart sırasındaki tavrını şu sözlerle ortaya koyacaktı:
Martın 31. gündeki hareketi iki-üç dakika uzaktan seyrettim. Topluluğun taleplerini duydum. Yedi renk hızla çevrilse beyaz göründüğü gibi diğer taleplerdeki fesadı binde bire indiren yığınları anarşiden kurtaran ve fertler elinde kalan genel siyaseti mucize gibi koruyan ‘şeriat' sözü yalnız göründü. Anladım ki iş fena. İtaat yitik öğüt etkisizdir. Değilse her zamanki gibi o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim.
Daha önce Abdülhamit'e Yıldız Sarayını üniversiteye çevirmesi ve biriktirdiği serveti halkın eğitimi için harcaması teklifi/eleştirisi yapan Said, bu kez İttihat ve Terakki'yi hedef alacaktı:
Adı meşrutiyet manası istibdat olan, ittihat ve terakki adını da kirleten bu şube-i hafife (İttihat ve Terakkiyi kast ediyor) muhalefet ettim. Herkesin bir fikri var. Ben de hürüm. Selamet-i millet için bir fikrim var.
…
Övünmek gibi olmasın biz Kürt'üz. Aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.
...
Ben hakiki meşrutiyete bağlandığımdan, istibdat hangi şekli alırsa alsın isterse meşrutiyet elbisesini giyinip onun adını alsın rast geldiğim yerde tokatlayacağım.
…
Ey ulül emr! (Mahkeme heyetine hitaben) kendisiyle milletime hizmet edeceğim bir haysiyetim vardı, kırdınız. Halka nasihatimi tesir ettirdiğim bir şöhretim vardı, mahvettiniz. Şimdi usandığım zayıf bir hayatım var, eğer idamdan esirgersem kahrolayım.
Nursi'nin savunmasının belki de en can alıcı sözleri sona sakladıklarıydı:
Geçen yıl tımarhanede okuduğum dersi şimdi bu okulda tamamladım. Musibet zamanının uzunluğundan uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhani lezzeti ola masum ve mazlum olmamın hüznünden yararlandım. Ümidim odur ki birçok masumun kalbinden elem ve acının hararetiye tütan ah ve vahlar, rahmetli bir bulut oluşturacaktır.
Said Nursi 31 Mart'ta gösterdiği tavır gerçekten takdire şayandı. Korkup geri adım atmaması ve mahkemede yaptığı savunma tarihe geçecek cinstendi Said Nursi ile ilgili zaman zaman bazı iftiralar ve yanlış yorumlamalar bu değerli aydını özellikle gençler arasında okunup bilinmesini zorlaştırmaktadır.
Örneğin kendisini müridi olarak gösteren bazı kimseler Risaleler isimli eseri için müellifin kullandığı "yazdırıldı" ifadesini ilahi bir kelammış gibi yorumlamaktadır.
Müellifin neyden bahsettiğini bilmeyen hasımları da rahmetliyi bidatçı sanıyor.
Bazı eserler geçmişe ağıttır. Hele toplu bir medeniyetin yıkımın eşiğinde olduğu düşüncesi ve iddiasındaysa müellif benliğini anonimleştirir, kendini soyutlar.
Bu gelenek Cervantes'in Don Kişot eseri ile başlar. Yazar kitabın ilk sözüne "Bu kitabın yazarı ben değilim" der.
Cervantes'e göre, mealen, tüfek icat olmuş mertlik bozulmuştu. Soylu şövalyelerin yerini namussuz toprak ağaları almıştı.
"Yahu dediğinden bir şey anlamadık be adam, Türk örnek ver de anlayalım" diyeceksiniz.
Yahya Kemal Beyatlı birçok yazısının/eserinin başında "Bu şiir bana yazdırıldı", "Bu eser bana yazdırıldı" gibi ifadeler kurar.
Ona göre yıkılan ve kendisini rüzgarına bırakması gereken mevhum Büyük Osmanlı Medeniyetidir.
Said Nursi, köyden çıkıp gelmiş bir koçer değildi. Bulduğu kütüphaneleri adeta yalayıp yutan ve Allah vergisi güçlü bir hafızaya sahip bir mütefekkirdi.
Dönemin şairlerinin ve yazarlarının gündemindeki bu ağıt meselesini bilmediğini düşünmek ancak budalalıktır.
Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin başta olmak üzere Batı meselesini işleyen şairlere şerhler yazacak kadar zihni açık ve günceli takip ettiğini biliyoruz.
Mehmet Akif, Nursi'yi överken de Batı'yı ve günceli bu denli iyi bilirken geleneğe olan vukufiyetine hayrandı.
Said Nursi'nin bu sözdeki kastı tam bir bahsi geçen "ağıt"tır.
Cervantes ve Yahya Kemal'den farklı ağıt yaktığı İslam Medeniyeti'dir.
Bunun gibi birçok konuda müellifin söylediklerinden çok müritlerinin yanlış anlamaları Said Nursi'yi hakkıyla ele alıp işlemeyi metinler arası göndermelerini imkânsız kılmaktadır.
Elbette bu zulme uğrayan tek müellif o, olmadığı gibi bu konudaki en mazlum isimlerden birisi olduğunu söyleyebiliriz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish