Amerika Birleşik Devletleri (ABD) seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Donald Trump ipi büyük farkla göğüsledi.
Kıta Avrupa'sında ise ulusal-sağ partiler ya iktidara geldi ya da iktidarın kapılarını iyiden iyiye zorluyor.
Özetle, yeryüzünün muhtelif coğrafyalarında genel bir "sağ yükseliş" olgusundan bahsetmek pekâlâ mümkün.
Küresel ana akım medya mecralarındaki "analistler" dünyanın adım adım bir tür yeni "faşist" döneme girdiğini düşünedursun, eldeki nesnel ve somut veriler bambaşka bir manzarayı işâretliyor.
Kamuoyunun manipülasyonuna yönelik icra edilen "etiketleme diktası", sağ yükselişin benimsediği anlatıdaki hassas ayrıntıların bir ânda buharlaştırılmasına yarıyor.
"Faşizm geri geliyor" kısayolunun bünyesinde cisimleştirdiği dayanılmaz hafiflik, kolaycılık ve entelektüel gevşeklik öylesine ayyuka çıktı ki, onun "düşünme" noktasında en tembel kitleler nezdindeki propaganda gücünü dahi yitirmesine sebep oldu.
Peki, ama gözün "gör" dediği hakikat ne ve nerede?
"Woke" kültürün ana silâhlarından olan "politik doğruculuk" ilkesi (ve pratiği) öyle bir susturucu ki, olan bitene salt "olan"ın zâviyesinden bakmayı bile engelleyip bilinçlere perde indirebiliyor.
Günümüzde sağın anlatısı esasen "woke tahakkümü"ne ve onun totaliter emellerine karşı örgüleniyor.
Ana şablon şu: "Devlet" aygıtı küreselciliğin woke virüsüyle enfekte siyasal-ekonomik-kültürel seçkinler zümresince zapt edilmiş, hatta esir alınmış vaziyettedir.
Bu zümrenin nihâî hedefi, hayatın her ânını ve şubesini birinci elden tasarlamak ve denetlemektir.
Sıradan insanların en temel özgürlüklerine göz dikmiş bir neo-mutlakıyet tasavvurunun yürütücüsü konumundaki bu zümreye karşı milletler direnmek mecburiyetindedir.
Direnmedikleri takdirde kimliksizleşecek, cinsiyetsizleşecek, bağsızlaşacaklar.
Direnmedikleri takdirde kısıtlayıcı iklim tedbirleriyle işlerinden olacak, mülklerini kaybedecek ve topraktan koparılacaklar.
Direnmedikleri takdirde tarihleri silinecek (yeniden formatlanacak), gelecekleri tek-tipleştirilecek, kendi bedenleri üzerindeki iktidarlarını dahi kaybedecek ve gerek ulusal/kültürel/medeniyetsel gerekse de bireysel nitelikli özerk varlıkları bu zümrenin avucundaki "Leviathan" tarafından öğütülecek.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Burada bir antagonizma seziliyor: mutlakıyete karşı özgürlük.
Mutlakıyet içeren, mutlakıyet dâvâsı güden bir ideolojiye-metodolojiye nispetle verilen bir reaksiyon söz konusu.
Reaksiyonun temel ateşleyicisi ise -doğal olarak- özgürlük istenci.
Özgürlük levhasına tutunuş çok-boyutlu. Akıl, beden, mülkiyet, çalışma, aidiyet ve hatta beslenme özgürlüğüne değin geniş bir yelpaze kuşatılıyor.
Woke zümrenin oyuncağı olmuş "devlet düzeni"nin giriştiği, yaptığı veya yapmak istediği her şey "diktatoryal" karakterli ve sıradan insanların bütünüyle "varoluş kavgası"na hücum etmek için kodlandığı yaklaşımı hâkim.
Bu zümrenin çizdiği "meşru" sınırlarda düşünmek, bedeninin tasarrufunu bu zümreye teslim etmek, mülkünü bu zümreye devretmek, emeğini yalnızca bu zümrenin uygun gördüğü koşullarda vermek, aidiyetini bu zümrenin izin verdiği "makul" kategorilerle kurmak ve bu zümrenin onayladığı tarzda beslenmek mevzubahis… Daha ablukacı bir mutlakıyet olabilir mi?
Sağ işte bu dinamikten besleniyor.
Konvansiyonel medyanın, merkez siyâsetçi sınıfının ve ılık sol kültür dairesinin "komplo" addettiği bu "projeksiyonlar demeti", milletler nezdinde çok büyük karşılık buluyor. Fransız düşünür Charles Maurras'ın deyimiyle "reel ülke", "kurumsal ülke"ye karşı mevzileniyor.
Peki, gölgesinin büyüdüğü iddia edilen "faşizm" bu işin neresinde? Veya bir yerinde mi?
Faşizm'in antropolojik keyfiyeti farklıydı ve "Yeni İnsan"ın yaratımına odaklıydı. Burada, aksine, "insan"ın alışılmış "normal"inin muhafazası arzusu öne çıkıyor.
Faşizm'in bazı varyantlarının, bilhassa da nasyonal-sosyalizmin, "totaliter" angajmanı çok sarih ve belirgindi. Oysa çağdaş sağın bu zihniyetten ifrit olduğu aşikâr.
Keza Faşizm'deki devletçilik-devletperestlik anlayışı bugün gelişen sağda neredeyse devlet düşmanlığının kıyılarında geziniyor.
Okuyucunun "ya ırkçılık? ondan ne haber?" dediğini duyar gibiyim.
1938-sonrası faşizmin ve zuhurundan itibaren nasyonal-sosyalizmin biyolojik mahiyetteki ırkçılığından, özellikle de Yahudi karşıtı ırkçılığından günümüzdeki sağda esamisine rastlamak kabil değil.
Tersine, Siyonizm'i merkeze koyan, hücre çekirdeğini Siyonist ilhamla teşekkül eden bir zihniyetin filizlendiğinin altını çizmekte fayda var.
Günümüz sağ okumasında geçer akçe "medeniyetler ayrışması". Başka bir deyişle, biyolojik ırkın yerini medeniyet havzaları aldı.
Aynıların aynı yerde toplanması gerektiğinden hareketle, medeniyet havzalarının kaynaşmak yerine "oluş" sınırlarını net olarak belirlemesine taraftarlık mevcut.
Bu bağlamda başvurulan "Yahudi-Hristiyanî Medeniyet" tarifi ve beraberindeki değerler manzumesi, sağın "savunma hattı"nı teşkil ediyor.
Şüphe yok ki yukarıdaki anlatı oldukça Amerikanvârî. Bu tesadüfî değil elbette.
Zira pek çok ayrı söyleşimde ve makalemde bir hususu ısrarla vurgulamıştım: 11 Eylül-sonrası süreçte Amerikan sağı Avrupa'da sağının genetiğiyle oynadı ve onu kendine benzetti.
Artık Amerikan sağı ile Avrupa sağı arasındaki duvarlar pek alçak ve farklılıklar pek cılız.
11 Eylül paradigmasının kökleşmesinden evvel iki "gelenek" birbirinden geceyle gündüz kadar uzakken, şimdi bu mesafe anlamsızlaştı.
Öyle ki, sanırım bundan böyle monoblok bir "Batı sağı"ndan (sadece coğrafî "Batı"dan değil, topyekûn "mânâ" Batı'sını mühürlüyorum) söz edilebilecektir.
Gelelim ufukta şekillenen (daha doğrusu "olan") sağ olgunun tahlilini akışkanlaştırıcı teşbihe.
"Faşizm" mukayesesi bayat olduğu kadar yanlış da.
Peki, ama ya liberalizmle olan karşılıklı çekim? Ona ne demeli?
17'nci-18'inci yüzyılların orijinel (ilk) liberalizmiyle eşleşmeler yadsınamayacak sayıda.
Sonradan dönüştüğü "şey"i ve bugün yuvalandığı "yer"i bir kenara koyarsak, başlangıç liberalizmi mutlak monarşiye karşı gelişti, harlandı.
Gerçekten de orijinel liberalizm, mutlakıyete karşı müthiş bir reaksiyondu.
Sadece siyasal değil, sosyal-ekonomik-kültürel mutlakıyete de şiddetli bir itirazda bulundu.
Kendi başına hiçbir kıymet arz etmeyen halk "yığını"nın, tebaa konumundaki sıradan insanların bireysel varoluş kaidelerini, özgürlük alanlarını, mülkiyet haklarını savunarak ilerleme kat etti.
Ne var ki orijinel liberal tarihin sonraları "unutturulan" bir çehresi, bir "kara kitabı" daha vardı.
Neydi o?
Hollandalı Hugo Grotius'tan İngiliz John Locke'a, İskoç David Hume'dan Alman Immanuel Kant'a ve Fransız Alexis de Tocqueville'e kadar orijinel liberalizmin neredeyse tüm teorisyenlerinin buluştuğu "o" ortak noktalar, "üstünlükçü medeniyet" ve "beyaz insan" idi.
Grotius, köleliğin yılmaz bir savunucusuydu. Keza Locke da öyle. Hume'ın "zencilerin aşağılığı" üzerine yazıları unutulmuş değil.
Kant'ın da sıklıkla ırkî-ırkçı tasniflere başvurduğu biliniyor. Nihayet Tocqueville'in Müslümanlarla ilgili -en hafif tâbirle- "yabanî" yorumları hâlâ basılan kitaplarında baştan aşağıya duruyor.
Zaten "woke" kültür dediğimiz hâdisenin, küreselciliğin nüvesinin ilk kritiği de buralara, bu isimlere yönelmiyor mu?
Kendisine bir "ahlâkî meşruiyet zemini" inşâ etmek açısından akıllıca olduğu kesin ancak akabindeki uçuk-sapkın adımlarını "örtmeye" yetmediği de açık.
Velhâsıl, günümüz sağ dalganın -izlediği seyir ve anlattığı hikâye itibarıyla- "tarihsel çıkışı" bana "faşizm"den çok "orijinel liberalizm" gibi geliyor.
Buna, "orijinel liberalizmin, liberalizmin dönüştüğü 'şey'den aldığı intikam" da diyebiliriz belki.
Eskisiyle yenisi arasındaki bir "kutup mücadelesi" misâli. Hareketin özünü bu şekliyle çözümlediğimizde taşlar daha isabetle yerine oturuyor.
Batı sağı, "devlet aygıtını mutlak kontrol eden woke zümresine" karşı sıradan insanın özgürlüğünü, onun alışılmış "normal"ini ve "olağanca yaşamı"nı savunmak tezinde mutabık kalmıştır.
Bunu da orijinel liberalizmden aldığı feyzle yaptı, yapıyor. Böylelikle Faşizm'in eski "iblis"lerine ve "hortlak"larına da hiç "bulaşmıyor".
Orijinel liberalizm ezelde bir "beyaz insan ideolojisi"ydi. Bugün Batı sağı, onu yeni koşullara -her şeyden önemlisi de ihtiyaç duyduğu kıstaslara- göre uyarlıyor, güncelliyor, canlandırıyor ve pratiğe döküyor.
Doğrusu, Batı'da meydana gelen "ulusal-sağ momentum"da (sağ-popülist, ulusal-muhafazakâr, "cumhuriyetçi" vb. sürümlerin hepsi dâhil) bir Mussolini'nin izlerinden çok, bir Locke'un imzasına denk gelmek çok daha olası…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish