30 Ağustos Zafer Bayramı: Yokluktan zafere, zaferden yokluğa

Serkan Yıldız Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

30 Ağustos "Zafer" Bayramı

Merak ediyor musunuz neden "zafer" bayramı?

Mesela; "Kurtuluş Bayramı" olamaz mıydı?

Nitekim düşman işgalinden kurtulmuştuk.

Hatta "Kuruluş Bayramı" da olabilirdi. Tüm patırtı ve kıyametin sonunda yeni bir ülke kurulmuştu.

Ama "Zafer Bayramı" demişiz. 

Hak edilmiş bir bayramdı… Tartışmasız. 

Nasıl ve neden?

Olayların en başına gidelim ve Mustafa Kemal'den dinleyelim:

"Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir mütareke imzalanmış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harbe sürükleyenler kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Padişah ve halife olan Vahdettin, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta.

Ordu, sayıca ve silahtan yoksun, perişan ve dağılmış bir halde. Osmanlı ordusu, savaşın kaybedilmesi sonucu her tarafta zedelenmiş, ağır şartları olan bir mütareke imzalanmıştı.
 

Halk, fakrü zaruret içinde yorgun ve ümitsiz bir durumda. Millet, canından bıkmış, artık her şeyi kaybettiği kanaatine varmış ve bu kanaatle son kararını vermiş bir halde.
 

İstanbul Hükümeti, aciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız kendi şahsını, belki de bir dereceye kadar kendi menfaatini kurtarabileceğini zannediyor. Hükümetin başında, zayıf, şahsiyetsiz bir padişah ve onun yanında, kendilerini kurtarmak için memleketi felakete sürükleyenler.

(Mustafa Kemal Atatürk,
Büyük Nutuk,
Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, 1927)


Durum ve tablo buydu.

Peki, sonrasında ne oldu?

Aynı kitapta "1919 senesinin Mayıs 19'uncu günü Samsun'a çıktım" diyor ve hikâye yeniden yazılmaya başlanıyor.

Kurtuluş Destanı… Zafere giden yol…

Ancak yine de pekiyi başlamıyor;

…Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta…


Yani yapayalnız ve halkından başka bir güce güvenmiyor.

Sonrasını ortalama ilköğretim seviyesinde "Türkiye Devrim Tarihi" okuyan, gören herkes biliyor.

Bilmeyenler veya bildiğini iddia edenler ise fes takıp ortalıkta deli gibi dolaşıyor ya da o delilerin ardında koşturuyor orası da ayrı. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Konumuza dönelim;

3 yıl gibi kısa bir sürede durum ve imkânlar bu seviyedeyken düzenli bir ordu kuruluyor ve 26 Ağustos 1922 sabahı topçuların namlularından çıkan gürültüler ile düşman kovuluyor ve ülke "zafere" kavuşuyor. 

Buraya kadar tamam.

Sonrasında ne oluyor? 

İnsanları kul, halkı ümmet haline getirmiş, onları aç-sefil-cahil bırakmış, vergi ve asker kaynağı olarak görmüş, yozlaşmış ve kaçmak zorunda kalmış idareciler ile onların çürümüş sistemi yerine "halkın kendi kendini yönettiği bir sistemle" genç cumhuriyet doğuyor.

Devrimlerim ardı arkası kesilmiyor.

Ve 10 yılda ülke 100 yıl ileri gidiyor. 

İşte asıl "zafer" budur bence… 

Dağıtmayalım Efendiler, devam edelim…

Sonra neler oluyor derseniz?

Gün oluyor ve dut kurusu - süpürge tohumu…

Tarihler 30 Ağustos 2024'ü gösteriyor.

Yani bugünü… Bu sabahı…

Ve ülkenin içinde bulunduğu durumu yazalım;

İnsanlar hayat pahalılığından, temel ihtiyaçlarına ulaşamadığından dolayı perişan halde.

Hastanelerden basit bir hastalık için, tedavi olmak adına randevu almak imkânsız.

İnsanlar ateş pahası özel sağlık kuruluşlarının kucağına atılmış.

Paranız yoksa ölün deniliyor ve sürünerek mümkünse!

Vergiler komik isimler almış ve zulme dönmüş.

Gençler umutsuz, işsiz ve mutsuz.

Her biri kısa yoldan yurt dışına çıkma derdinde.

Gelir dağılımındaki eşitsizlik sosyal medyada herkesin gözleri önünde.

Hayaller ve gerçekler…

Eğitim sistemi çökmüş.

Üniversite giriş sınavlarında sayısal ve sözel doğru cevap oranları tek basamaklarda.

Ömrünü emeğe - üretime - hizmete vermiş emekliler açlık sınırının çok çok altında.

Pazar artıkları için kavgalar yapılıyor.

İkinci bir işte çalışmadan yaşamak mümkün değil.

Ve ne yazık ki herkes o işi bulabilecek kadar da şanslı değil.

Kamuda siyasallaşma almış başını gitmiş.

Sözüm ona "onlardan" değilsen işler fena halde sarpa sarıyor.

Artık "onlar" her kimse, hangi tarikatın hangi kolu ya da hangi derneğin, partinin neresine üyeyse?

Eşitsizlik, adam kayırma, liyakatsizlik kulaklardan taşıyor. Kamu gücene sahip olanların utanmaz derecede lüks yaşamları almış başını arşa dayamış.

Üç maaşlı, beş maaşlı çalışanlar ve onların pudra şekeri sever burjuva mirasçıları…

Durum buyken tam olarak şöyle diyebilir miyiz peki; 

Halk, fakrü zaruret içinde yorgun ve ümitsiz bir durumda. Millet, canından bıkmış, artık her şeyi kaybettiği kanaatine varmış bir halde.


Evet, durum tam olarak da böyledir. 

Olayları net görelim efendiler; 

Türk lirası, yabancı paralar karşısında pul olmuş. Alay konusuna dönüşmüş.

Tarım ve hayvancılık politikalarındaki yetersizlik, gıda fiyatlarının artmasına ve ülkenin dışa bağımlı hale gelmesine neden olmuş.

Temel gıda maddelerinde dahi ithalata bağımlı hale gelinmiş.

Sanayi üretimindeki gerileme, ülkenin kendi kendine yeterlilik kapasitesini tehdit edeli çok olmuş.

Üretim yok, tarım yok, hayvancılık yok.

Kuru soğanı - buğdayı dahi dışarıdan almak zorunda kalmışız.

Ürettiğimizi sandığımız tek şey İHA ve SİHA'lar. Onu da özel bir şirket üretiyor ve onunla gurur duyuyoruz.

Avuçlarımız acıyana, sesimiz boğazımıza dar gelene kadar.

Diğer yandan, Avrupa'ya beyaz eşya satan özel bir şirketin ürettiği ekmek kızartma makinası ile gurur duymaktan hiçbir farkı da yoktur bu madrabazlığın!

Ama günümüzde en nadir ve en zor bulunan; "utanma" duygusu…

Diğerleri yok tamam da o hiç yok!

Tüm komşu ülkelerle düşman olmuşuz.

Din temelli topluluklarla yakın ilişkiler kurmak için, onlara güzel görünmek hatta onlara sempatik durmak adına inanılmaz uluslararası hatalar yapılmış ve hala daha da yapılmaya devam edilmektedir.

Modern ve çağdaş dünyaya karşı sırtımızı dönüp, gerici - yozlaşmış ve zamanın tozlu raflarında kalmış topluluklara kucak aşmışız.

Bu da ne yazık ki bizi artık onlardan biri yapmanın arifesine getirmiştir.

Müreffeh bir Akdeniz ülkesi olmak varken Ortadoğu bataklığına saplanmış bir ülke olmak için çabalamışız.

Ve sanırım başarmak üzereyiz…

Biraz daha gayretle olur, yaparız bunu da.

Bitti mi?

Ne yazık ki bitmedi, üstelik daha yeni başladık bile diyebiliriz; 

Parlamenter sistem yerini "başkanlık" denilen tek adamlığa bırakmış ve alınılacak önemli kararlar, o tek adamın görüşlerine bırakılmış.

Ve zaman zaman o seçilmiş tek adamda "kandırıldığını" söyleyerek hatalarını kabul etmiş. 

Elbette ki, insandır o da. Hatasız kul olmaz. Ama devlet yönetimi de hata kabul etmez!

Hata yapıldıysa gereği yapılır, özür dilenmez - helallik istenmez.

O gereği de "istifadır"! 

Yani "devlet terbiyesi"ni de unutalı çok olmuş…

Geçelim…
 


Daha bitmedi; 

Ülkenin bilim, sanat, yaşam alanları siyasallaşmış, üretmeleri gereken değerler yerine bir zümrenin ya da siyasi bir ideolojinin emrine girmiş, onların fikir ve düşüncelerini bilim, sanat, yaşam diye servis etmeye başlamış.

Neredeyse mağaraya girecek hale gelmişiz bu alanlarda…

Kişisel hak ve özgürlükler ciddi şekilde zarar görmüş.

Siyasi yargı, keyfi tutuklamalar ve kutuplaşma felaket boyutlarına ulaşmış.

Sokakta fikirlerini söyleyenler tutuklanıp, zindanlara atılırken, ülkeyi soyanlar, trafikte insan öldürenler elini kolunu sallayarak dolaşmaya başlamış.

İnsanlar konuşmaktan korkar, fikirlerini ve düşüncelerini yaymaktan çekinir olmuş. 

Ki, TC Anayasası'nın 25'nci maddesi "Düşünce ve Kanaat Hürriyeti" başlığı altında şöyle der:

Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebeple olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.


26'ncı madde daha da güzeldir:

Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet, resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.


Bundan sonrası için yorum sizindir.

Ne yazık ki listemiz daha bitmedi.

Ve pek bitecek gibi de durmuyor.

Ancak kalem; acımasız ve korkusuz.

Üstelik onu tutanlardan, kullananlardan daha da korkusuz.

Hâlbuki o kalemi koruyacak 25 ve 26'ncı maddeleri de yok.

Bu cesaret nereden gelir ki böyle?

Aptallıktan olsa gerek…

Gerçi o maddelerin olmasının da bir önemi yok artık.

Nasılsa yazıldığı yerde duruyor…

Pek uygulandığına şahit olmadık.

Hâl böyle, durum buyken soruyorum size;

Böyle "zafer" olur mu?

Bu kazanılmış bir "zafer" midir?

Söyleyin bana efendiler, bu nasıl bir bayramdır?

Biz neyi kutlayacağız şimdi?

Neyin şenliklerini yapacağız?

Nasıl sokaklarda o zor günleri anıp, saygı ile ömrünü bu topraklara vermiş insanların arkasından saygı duruşunda bulunup, dualar edeceğiz?

Biri kalkıp gelse ne deriz? Nasıl bakarız yüzlerine?

Bırakın suratımıza tokat atmayı, tükürmeyi, o öfke dolu bakışlarına nasıl cevap vereceğiz?

Yokluk içinde kurulmuş bir ülkeden şu an daha da yokluğun içine düşmüş bir ülkeyi onlara nasıl açıklayacağız?

Yokluktan zafere, zaferden yokluğa gidişin mantıklı açıklaması nasıl olur?

1930'ların modernleşmiş Türkiye'sinden şu an 100 yıl daha geride olduğumuzu onlara nasıl izah edeceğiz?

Bırakın Allah aşkına, insanlarla eğlenmeyin!

Böyle "Zafer Bayramı" mı olur?

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU