Meta(sız) fizik ya da bir beden felsefesi olarak olimpizm

Ahmet Mansur Tural, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Bir zamanlar Yunan Tanrılarının biz gibi fâniler arasında yürüdüğüne inanıldığı Olimpos Dağı’nın eteklerinde binyılı aşacak bir gelenek doğdu. Atletik cesaretin, manevi saygının, beden, zihin ve ruhun mükemmel bütünlüğünün en saf hâliyle kutlandığı bir festivaldi bu. Bilindik ismiyle Olimpiyatlar. Ancak sakın karıştırmayın ne bu antik dünyaya ait oyunları ne de onun atletlerini modern vârisleriyle. Çünkü onlar Ὀλῠ́μπῐοι, yani Olimposlulardı. Antik Yunanlılar için onları tanrılar olarak çağırmak basit bir dil sürçmesi falan da değildi üstelik. Çünkü onlar Antik Yunan Tanrılarının temsil ettiği çeşitli mükemmelliyetleri bedenen olanaklı kılan, hatta beden, irade ve ruhun kusursuz harmonisini kendilerinde gerçekleştirenlerdi. Bu oyunları sözcükleri vasıtasıyla ölümsüzleştiren, galiplere sunduğu incelikli övgüleriyle şiirlerini dokuyan, daha sonrasında süreç felsefesinin başucu kavramı olacak olan oluş’u (γένος) Olimpiyatların harcına çalan Antik Yunanlı şair Pindaros da bundan başka neyi kastedebilirdi ki şunu şiirleyerek : Ἓν ἀνδρῶν, ἓν θεῶν γένος· ἐκ μιᾶς δὲ πνέομεν / ματρὸς ἀμφότεροι (Yalnız tek bir ırkı vardır insanlar ve tanrıların / Bir anneden ikimiz de nefes alıyoruz). Bu dizeleri aracılığıyla Olimpiyat ruhunun, daha doğru bir ifadeyle Olimpizm’in özünün atletik zaferlerden ziyade Tanrılarla insanlar arasında bir bağ kurma çabası olduğunu, insanın bedenen başlayan gelişiminin ruhen ve zihnen de kemale erişi olduğunu gözler önüne sermişti Pindaros. Benzer bir şekilde Modern Olimpiyatların babası Baron de Coubertin de Qu’est-ce que l’Olympism? (Peki nedir Olimpizm?) adlı makalesinde olimpizmin “hijyen ve medeniyetin üzerine inşa edilmiş, sanat ve düşünceyle çevrelenmiş viril sporların uygulanmasıyla ortaya çıkan [bir nevi] enerji dini, yoğun iradenin güç kültü” olduğunu söylüyor ve olimpizmin biricik temel ilkesinin bedenin, zihnin ve iradenin denge içerisinde harmanlanmadığı bir hayat felsefesi olduğunu gözler önüne seriyordu. Böylelikle Olimpiyatlar ilk bakışta sporun kültürle buluştuğu, çabaya ve güzel örneğe dayalı, ilahi ve ahlaki ilkelere saygılı insanî bir eğitim sistemi olarak kendini dünyaya duyuruyordu. Oysaki olimpizmi antik kökleriyle tekrardan diriltmeye çalışan Baron de Coubertin bu tanıtımında bir aksaklık hissetmiş olacak ki ölümünden kısa bir süre önce, belki yaklaşan dünya savaşının ve yükselen faşizmin olimpiyat ruhuna sızmasından duyduğu rahatsızlıktan olacak, 1936’da Modern Olimpiyatları tanımlamakta başarısız olduğunu itiraf ediverdi. Çünkü olimpizmle tanımladığı tüm bu değerler silsilesi 1936 Berlin Olimpiyatlarıyla ayaklar altına alınıvermişti. Elbette yine bedenin, zihnin ve iradenin bir birlikteliği söz konusuydu, ancak bu defa ahlakî değerleri insanın kusursuzluğunda yüceltmektense insanın bedenî ve mücadeleci tabiatının Nazi Almanya’sının propagandasına dönüşmesiydi Olimpiyatlarda sahnelenen. Hele ki İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle yaşanan Soğuk Savaş ve sonrasının Olimpiyatları da olimpizmin bu sıralanan değerlerine dönmek şurada dursun dopingler, cezalar, boykotlar vb. daha bir çok vakayla olimpizmin unutuluşuna, onun sadece köhnemiş, seremonilerde adının geçtiği hayalet bir kavrama dönüşmesine sebebiyet veriyordu. Olimpizm artık kimsenin üstüne kafa yormadığı, filozofların ve düşünürlerin ilgisini çekmeyen ansiklopedik bir terime dönüşüvermişti. Böylece günümüz olimpiyatları için Pindaros’un olimpiyatlara şiirlediği insanın ruhunun kalıcılığının, bedeninin yüceliğinin temsili olduğunu söylemek git gide güçleşiyor, bu oyunlar salt ticari bir eğlenceye evriliyordu. Hele ki Modern Olimpiyatların geniş ticari çıkarlarının yanına siyasi imajların ve yoğun medya tantanalarının da en ateşli hâllerinde eklemlenmesiyle beraber insanın kusursuza yakın harmonisindeki yüceliğini de ortaya koyduğu fikri her birimiz için unutulup gitmeye yüz tuttu. Bir zamanların milletler arası birlik ve beraberliğini, insanların atletik kusursuzluk arayışını, adil oyun, amatör ruh ve kutsala karşı saygılarını muştulayan Olimpiyatların artık amansız rekorların, ulusal kibirlerin, ahlakî değerlerin profanlaşmasının sahnelendiği bir gösteriye indirgenmiş olduğu aşikar değil mi? Bu sebeple modernliğin bu stadyumlarını gerek sporcu gerek izleyici olarak arşınlarken günümüz Olimpiyat Oyunlarının Pindaros’un senfonisini hâlen yaşattığını mı yoksa bu köklerini nostaljik bir tınıya, hoş bir sedaya indirgediğini mi sorgulamak zorunlu hâle geliyor. O hâlde ister istemez Baron de Coubertin sıklıkla cevap aradığı ancak hiçbir zaman cevaplayamadığı şu soruyu dönmüş oluyoruz : Peki nedir Olimpizm? Olimpiyatlar gerçekten neyi temsil ediyor?

Geçmişi şöyle bir yad edersek Olimpizm’in Pierre de Coubertin tarafından 1894’de modern olimpiyatlar fikrinin ilk kez gündeme geldiği dönemde ortaya atıldığını görebiliriz. İlk başta yalnızca Antik Olimpiyatlara öykünerek modern olimpiyatların düzenlenmesi fikrini kapsayan alelade bir sözcükken 1914 yılında olimpik değerleri ve kuralları kapsayan Olimpiyat İlkelerinin ilk kez duyurulmasıyla bu sözcük kavramlaştı. Coubertin’in kaleme aldığı bu ilk İlkeler’de olimpizm bedenin, iradenin ve zihnin tüm niteliklerinin bir denge içerisinde yüceltilmesi ve kaynaşmasına dayalı bir hayat felsefesi olarak açıklandı. Sonrasında da Coubertin’in bu ifadesi birçok farklı değişimlere tabi olarak birçok kez olimpiyatların ardındaki hayat felsefesi olarak kendisine yer buldu. Ancak olimpizmde değişmeyen tek anlayış bir hayat felsefesi olduğu iddiası değildi. Bunun da ötesinde atletik bir din olduğuydu. Her ne kadar dikkatimizi Roma’dan Antik Yunan’a kaydıran alman filologlar olsa da Coubertin’in bu olimpiyat fikrini oluşturmasındaki en önemli kaynak Lamartine da Costa’nın da tartışmaya açtığı şekliyle muhtemelen pozitivizmin babası Auguste Comte’un insanlık dini fikriydi. Zira Comte’a göre insanlık dini aşkınsallığı tümüyle reddeden ateist bir hümanizmdi. Bu da tanrının merkeziliğini bireyin aldığı ; insanın bireysel, sosyal, ahlaki, felsefi ve bilimsel her şeyin başlangıç noktası olduğu bir din anlamına geliyordu. Kısacası Comte insanın pozitif bilimler yoluyla her şeye vakıf olduğunu iddia ederek artık Tanrı’ya değil pozitivist insana tapınan bu anlayışı yerleştirmeye çalışıyordu. İşte Coubertin Comte’un insanlık dininden ciddi derecede etkilenmişti. Ancak Comtevari bir paradigma içerisinde kendi olimpizmini, yani atletizm dinini yaratmak yerine Comte’un çalışmalarında hor görüp hiç bahsetmediği bir fenomenin aslında bu idealle kusursuzca çakıştığını fark etmişti : bu fenomen antik olimpiyatlardı. Zira yukarıda da alıntıladığımız üzere Pindaros Olimpiyatların salt sportif bir organizasyon olmadığını, bunun bir nevi (yarı) tanrıların kültü olduğundan bahsediyordu şiirlerinde. Olimpiyatlar aracılığıyla şampiyonlar insanî tabiatlarının en üst noktasında boy gösteriyor ve birer Olimposluya dönüşüyorlardı. Tüm bu olimpiyat ateşi ise yeni tanrıları bulmak, onları selamlamak için yanıp tutuşuyordu zaten. İşte helenofil Coubertin Comte’un kendi dininin merkezine yerleştirdiği pozitivist insanının kültleşme sorununu fark etmiş ve bunu antiklerin homo olympicus’uyla çözmeye çalışmıştı. Zira, pozitivist insanın yalnız akli-pozitivist üstünlüğünün ötesinde Coubertin’in olimpik insanı beden, irade ve aklın kusursuz bir denge içerisindeki üstünlüğünü ortaya koyuyordu. Bu yolla olimpik insan, pozitivist insanın aksine kendi kahraman mitini inşa ediyor ve bu mitin etrafında profan olsa da bir dizi ritüel oluşturuyordu. Tıpkı günümüzde Yusuf Dikeç imgesinin olimpik insan kültünü nasıl tüm dünyada kendiliğinden inşa etmesinden anlaşılacağı üzere. Böylelikle de olimpizm yeni bir din olarak aslında karşımızda beliriyordu.

Ancak olimpizm bütünüyle kendi içerisinde tutarlı mitlerini atletik insan dininin etrafında kurabilecek kadar başarılı olamamıştı. Zira Coubertin’in inşa ettiği bu kavram profan bir çağın ürünüyordu. Bu sebeple de ruhsal açıdan içsel bütünlüğünü bir türlü sağlayamamıştı. Fransız sosyolog Jean-Marie Brohm’un eleştiri getirdiği üzere bunun da başlıca sebebi olimpizmin emperyal burjuvazinin taşıdığı değerleri olumlayan ideolojik bir üstyapıdan ibaret oluşundan kaynaklanıyordu. Yani olimpizm her ne kadar emperyal burjuvanın aristokrasiye öykünerek ortaya çıkardığı helenofil değerleri temsil etmeye çalışıyor olsa da modern olimpiyatların bizlere sunduğu kozmopolitik, eşitlikçi, ahlakî ve atletik değerlerin yüceltildiği bir olimpiyat anlayışı görünümünde etnomerkezci, ulusların kibrine dayalı, yer yer ırkçı ve hatta sömürgeci ilkelerdi. Bu açıdan olimpizm gerçekten de atletik ve seküler bir din olmayı her ne kadar kısmî olarak başarmış olsa da onun dinliği Marks’ın afyonu olmaktan öteye geçememişti. Hele ki başarı için doping, şiddet, rüşvet yoluyla olimpizmin ahlaki değerlerini sönümlenirken olimpizmin kendini kurtaramayışı da bu durumu git gide daha da görünür kılıyordu.

Bu sebeple her ne kadar sporu yaygınlaştırmak, herkesi spora teşvik etmek, toplumları sporla hem hijyene hem de bu hijyen dünyanın modern savaşlarına hazırlamayı başararak herkese belli ölçüde özgüven, otonomi, eleştirel bakış açısı aşılamış olsa da aslında olimpizm hiç de iddia edildiği gibi evrensel ahlakî değerleri yüceltmeyi başaramamış, aslî amacını gerçekleştirememişti. Zira, olimpiyatların iddia ettiği eşitlik ilkesi spor-politika filozofu Raphaël Verchère’in de Coubertin’in 1935 tarihli Berlin’deki konuşmasından hatırlattığı üzere pek de eşitlikçi değildi aslında. Zira, Coubertin bu konuşmasında sporu bütünüyle eşitliğe dayalı [atletik] bir aristokrasi olarak tanımlamıştı. Bu da aslında herkesin elinden geldiğince çalışıp çabalamasına rağmen şampiyon olamayacağını, şampiyonun fiziksel üstünlüğün yanında doping, şike, şiddet vb. birçok fenomenin döndüğü ciddi derece de eşitsiz bir ortamın aristokratı olduğunun itirafından başka bir şey değildi. Daha yalın bir ifadeyle Coubertin bu konuşmasıyla bazı sporcuların ne yaparlarsa yapsınlar belli dezavantajları yüzünden asla şampiyonlar sınıfına dahil olamayacaklarını normalleştiriyordu. Bu sebeple de olimpizm kavramı dışsal bütünlüğünü organizasyonel olarak her ne kadar sağlıyor olsa da aristokrasiye öykünen burjuva doğasından dolayı içsel bir krizden bir türlü kurtulamamış, iddia ettiği evrensel ahlakî değerlere bürünememişti.

Kısacası bu sebepler dolayısıyla bu kavramı kurtarmak için Coubertin’den artakalan atıl hâlini bir kenara atıp tekrardan olimpiyatların nasıl olduğundan ziyade neyi temsil etmesi gerektiğini düşünmemiz gerekiyor. Aksi takdirde olimpizm felsefî bir kavrama asla bürünemeycek ve içsel ve dışsal bütünlüğünü asla sağlayamayarak ideolojik bir söylem olarak parafelsefede takılıp kalacaktır. O hâlde olimpizmi gerçekten felsefi olarak düşünmek ve olimpiyatları tekrardan anlamlandırabilmek için gerek Devlet’iyle gerekse Kanunlar’ıyla bize olimpizmin normatif modelinin ne demek olduğunu söyleyen, kendisi de eski bir atlet (güreşçi) olan Eflatun (Platon)’a bakmakta fayda olacağını inanıyorum. Zira, Eflatun bedenin eğitimini korucular sınıfı üzerinden teorileştirmiş, ona felsefi bir dayanak sunmuştur. Böylelikle Eflatun’un paradigması içerisinde olimpizme hak ettiği felsefi ruhu kavuşturabiliriz. Ancak bunun için öncelikle Eflatun’un neden bedene ve mücadeleye bu derece önem verdiğini anlamamız, onun köklerini idrak etmemiz gerekir.

Eflatun’un yaşadığı toplum olan Antik Yunanlıların neredeyse her alanda son derece mücadeleci ve yarışmacı ruhlu oldukları hemen hemen antikite ile ilgilenen herkesin malumudur. Hatta kendisi de klasik filolog olan Nietzsche Yunanlıların, bilhassa Atinalıların mücadeleye ne kadar teşne olduklarından Homeros’un Yarışı’nda dem vurur. Yunanlılar yarışa ve mücadeleye o derece önem verirler ki yalnızca atletik-sportif yarışmalar düzenlemekle kalmazlar ; aynı zamanda tragedya, komedya gibi edebi yarışmalar da düzenlerler. Üstelik bu yarışmalar basit birer edebiyat ödülü falan da değildir asla. Bu mücadeleci ruh edebiyata da o derece sızmıştır ki Sofokles’ten tutun da Eshilos’a değin neredeyse tüm büyük antik yunan yazarları eserlerini bu yarışmaları kazanmak için kaleme almışlardır. Hatta bunun bir örneğini Eflatun’un Şölen eserinin platosu olarak kullandığı Agathon’un tragedya yarışmasında birinciliği kazanması üzerine evinde düzenlediği davetten anlayabiliriz. Bunun haricinde Yunan sofistlerinin agoralarda birbirleriyle belagat yarışlarının da şehirlilerin ilgisini her daim çeken mücadeleler olduğunu tarihi birçok kaynak bizi söyler. Hele ki Eflatun’un eserlerinde Sokrates’in diyalog aracılığıyla sürekli sofistlerle mücadele ettiğini göz önünde bulundurursak onun aslında felsefenin olimpiyatlarını düzenlediğini söylemek de pek yanlış olmayacaktır. Hele ki Devlet’te Sokrates’in ruhun parçalarından bahsettiği bölümde nous (zihin, ruhun aklî kısmı) ve epithumia (haz, arzunun fizikî tarafı)’nın yanında ruhun üçüncü bir parçası olduğunu söylediği thumos (canlılık, irade, bu bağlamda önereceğim haliyle yürek)’tan da bahsettiğini hatırlarsak olimpizmi nasıl kavramlaştırmamız gerektiği sorusuna da inanıyorum ki ciddi bir çözüm getirebiliriz. Zira, bilindiği üzere atletizm ruhu ne nous gibi pür bir akıl ne de epithumia gibi haz yahut arzudur. Atletizm ruhu bu ikisinin arasında bir sarkaç gibi salınan canlılığın ta kendisidir. Hem kısmî aklîdir (zira atletizmle ahlakî bir kemalat ortaya çıkar) hem de kısmî hazdır (zira atletizm zaferin arzulanması, zafere duyulan açlıktır). O, aklın ve hazzın dengede kalmasını sağlayan canlılık, yürektir. Tıpkı bir spor müsabakasında sporcunun ortaya koyduğu, sınırlarının aşma çabasında gördüğümüz yürekliliğidir Paul A. Cartner ve Peter Hufnagel’ın The Olympics of The Mind makalelerinde örnekledikleri gibi.

Ancak olimpizmi Eflatun’un thumos’u üzerinden kurmak rastgele bir kavramı sırf bazı benzerlikler taşıdığı için olimpiyatların felsefesine yedirme çabası falan da değildir. Zira, olimpiyatların ortaya çıkışında Coubertin’in de hedeflediği atletleri modern savaşçıların sembolü kılma fikri Sokrates’in Devlet’te ruhun bu parçalarıyla devletin parçaları arasında yaptığı analojiyle de örtüşmektedir. Sokrates ünlü devletinde üç sınıfın bulunacağını söylemiştir : filozof kral olan yöneticiler sınıfı, halk ve korucular. Filozof kral devleti yönetmesi bakımından devletin nous’udur. Halksa, daha geniş bir ifadeyle çiftçiler, zanaatkarla, tüccarlar arzuları doğrultusunda kendi ihtiyaçlarını doyurduklarından dolayı devletin epithumia’sıdır. Devleti hem düşmanlardan koruyan, hem de yönetici sınıf ile halk arasında dengeyi sağlayan korucularsa (askerler, günümüzde polisler) thumos’tan başkası değildir. Zira onlar bedeni olarak eğitilerek vücutlarının en üst sınırlarına ulaşmışken tümüyle halk gibi arzuları doğrultusunda irrasyonel hareket etmezler. Ancak asabiyete sahiptirler, korkusuzdurlar. Bedeni eğitimleri onları hem özgüvenli ve otonom kılmışken bu asabiyetleri, bir başka deyişle canlılıkları yalnızca bedeni kuvvetten ileri gelmez. Ayrıca musiki eğitimlerinden de ileri gelir. Zira, spor (anakronik olmayacak bir biçimde jimnastik) yoluyla bedenlerini eğitirken aynı zamanda musiki yoluyla (bu hususta marşların insanın duyguları üzerindeki etkisi asla unutulmamalıdır) de ruhlarını eğitmiştirler. Yani musikiyle nous’larını (akıl) ve sporla da epithumia’slarını (arzu) dizginlemiş ve dengelemeyi başarmışlardır. İşte bu sebeple thumos tam olarak da olimpizm kavramının göbeğinde durmaktadır. Zira, antik olimpiyatlara öykünen modern olimpiyatların homo atleticus’unu yaratabilmelerinin biricik unsuru sporcular da thumos’u oluşturabilmektir. Thumos, yürek, canlılık aslında olimpizmin bir felsefe olarak bize aşılamaya çalıştığı, daha doğrusu aşılaması gerekendir. Ancak yürek yoluyla git gide profanlaşmakta olan olimpiyatlar tekrardan bir değerler kültü inşa edebilir ve içsel (nous)-dışsal (epithumia) bütünlüğünü kurarak iddiası olan hayat felsefesine bürünebilir.

İşte birbirlerinden aykırı, birbirleriyle dokunmayan, dokunduklarında da birbirlerinin sözde hâllerinden ötesine geçemeyen bir imaj çizen felsefe ve sporun aslında Olimpiyatlar yoluyla nasıl bir hayat felsefesi oluşturduğunu incelemeye çalıştık bu yazıda. Olimpiyatların aslında sadece eğlence ve ticaretin bir arenası olmadığını, doğuşundan itibaren birincil amacının insanların hayatlarına felsefi bir bakış oluşturmak olduğunu tekrar hatırlamaya çalıştık. Her ne kadar modern olimpiyatlar olimpizm kavramının Coubertin sonrasında söylemden öteye geçememesinden kaynaklı felsefi tarafını yitirmiş olsa da, aslında hâlen Eflatun’dan hareketle ne kadar ciddi bir hayat felsefesi olduğunu (olabileceğini/olması gerektiğini) görmüş olduk. Olimpiyatları sadece izlemek ve eğlenmek amacıyla izlemek, ulusal kibre kapılmak aslında bizim de profanlaşmamıza sebebiyet verecektir. Oysaki olimpiyatlar bir pembe dizi yahut ucuz bir roman değildir. Gerçek anlamıyla bize yürek kavramını açıklayan, yürek etrafında evrensel bir kült kuran yeni bir hümanite dinidir. Onun sayesinde sporla haşır neşir olmanın ötesinde akıl ve bedenin nasıl uyuma kavuşturulacağını öğreniriz (öğrenmeliyiz). Bir hayat felsefesi olarak olimpizm işte budur!

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU