Sessiz Tilki Operasyonu

Özgür Uyanık Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Akşam 6’daki maç için sabah 8’de uyanıp, birkaç saat yol yaptıktan sonra 11 gibi Dortmund’a vardık.

Almanya’da küçük tarihi merkezler hariç kentler genelde karaktersizdir. Fakat Dortmund sadece renksiz ve sıkıcı yanıyla değil biçimsiz çirkinliğiyle de rahatsız edici bir yer.

Kuzeyde “Ruhr” denilen madenci bölgesinin merkezinde kalan bu şehir ve çevresi Almanya’nın en düşük gelirli yeridir. Romanlar, Türkler, Araplar ve diğer yakın doğulu göçmenlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu mahalleler işsizlik oranının en yüksek olduğu gettolardır.

Almanya’daki gettolaşmanın dışlanma ve kendi kaderine terk edilmekten daha derin bir anlamı var: En alttaki yoksulluğun kuşaklar boyu kontrol altında tutulduğu bir proje.

Türkiye’den gelen bazı akademisyenlerin sandığının aksine bu mahalleler Türkler ve diğer azınlıklar tarafından kurulmadı; bizzat devlet eliyle oluşturuldu. Buradaki nüfus, ömrü en fazla yarım asır sürecek madenlerde 3 kuşak boyunca tüketildi.

Onların çocuklarına miras işte Gelsenkirchen gibi işsiz kentleri kaldı.

Bugün çalışabilecek bir iş bulanlar ise dedelerinden çok daha az sosyal güvenceye boyun eğmek zorunda.

Almanya genelinde kiralık bir ev bulmak neredeyse imkansızken Ruhr kentlerinde boş binalar göze çarpar. Suç oranının yüksek olduğu bu şehirlerde bakımsız binaların sakinleri genelde uyuşturucu bağımlısı, psikolojik problemleri ya da fiziksel engeli olan yalnız insanlardır…

Dortmund merkezine vardığımızda milli takımı desteklemeye gelmiş birkaç bin kişi vardı. Kent merkezinden stada doğru yapılacak yürüyüşe kadar bu sayı 20 bini geçti.

Dortmund merkezinde toplanan çoğu gurbetçilerden oluşan taraftar kitlesi TFF’ye bağlı bir otobüsten çalınan birkaç şarkıya eşlik ediyordu. Hemen herkes kırmızı-beyaz formayla gelmişti ve tabi çok sayıda Türk bayrağı dalgalanıyordu.

Dışarıdan bakıldığında bu taraftar kitlesinden güçlü bir milliyetçi karakter yansıyordu. Fakat daha yakından bakıldığında büyük bir organizasyon eksikliği ve kültürel belirsizlik hissediliyordu.

Büyük bütçelere sahip futbol federasyonu Avrupa Şampiyonası için ne doğru düzgün bir marş besteletmiş ne de bir şarkıcı getirmişti. Dahası yapılacak tezahürat bile belli değildi. Doğal tribün liderleri ve bir kale arkası tribünü olmadığı için saatler boyunca “Türkiye, Türkiye, haydi, haydi...” tekrar edilip duracaktı.

Taraftarın bir an olsa eğlenerek katıldığı tek yaratıcı eylem “erik dalı” çalıp oynamaktı.

Ancak insan, memleketin tek türküsü bu mu diye düşünmeden edemiyor.

Voleybolcu kadınlarımız tüm dünyaya bu türküyü öğrettiler. Futbolcular neden bir başkasını bulamasın?

Futbol tribünündeki bu kültürsüzlük ve tekdüzelik tam da Almanya iklimine ve özellikle Dortmund’a çok uygundu.

Oysa Türkler 60 yıl önce bu ülkeye büyük kitleler halinde geldiklerinde bohçalarında rengarenk elbiseler, her biri sanat ürünü olan örgüler, danteller; türküler, halay, horon ve zengin bir sofra vardı.

Türkiye’nin büyük kentlerine bile ayak basmadan, köyünden kalkıp gelen bu halkın binlerce yıllık kültüründen bugün geriye kala kala bir “döner” kaldı.

Kuşkusuz gurbetçiler hayatın her alanında varlar. Fakat onları doktor, bilim insanı, hukukçu, akademisyen değil dönerci olduklarında “Türk” sayıyoruz.

Bu yüzden Cumhurbaşkanı Steinmeier Türkiye ziyaretine yanında “Federal Almanya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı” ile ödüllendirdiği, Uğur Şahin’le Özlem Türeci’yi değil bir dönerciyi getirdi.

Yıllar önce Brezilya ve Paraguay’da birkaç asır öncesinin geleneklerini koruyan eski Evangelist Alman Kolonilerini görmüştüm. Eski bir Alman lehçesiyle konuşmaya devam ediyorlardı ve köy içinde para kullanmıyorlardı. Saf bir emekçi ve köylü karakterleri vardı.

Birçok Güney Amerika yerlisi kültürünü koruyamazken, asimilasyon ve soykırıma tabi tutulurken bu az nüfuslu Alman kolonileri nasıl varlığını bozulmadan sürdürmüştü?

Bu sorunun cevabı, Almanların başından itibaren Avrupalı fetihçiler arasında yer aldığı gerçeği üzerine kuruludur. Onları yok etmek ya da medenileştirmek isteyen bir otorite hiç olmadı.

Fakat gerçeğin bir bölümü de Almanların nasıl yaşayacaklarını ve kültürlerini muhafaza edeceklerini bilmelerine dayanır.

Türkiye’den Almanya’ya gelen gurbetçilerin bu ikisinden de yoksun olduklarını anlayabiliyoruz.

Güney Amerika’ya fetihle taşınan Almanlar geldikleri yere benzer ama çok daha verimli topraklar buldular. Amazon çevresinde her türden etkiden bağımsız yalıtılmış koloniler kurdular.

Ve onlar daima bulundukları toprağın efendisi olarak görüldüler. Varlıklarına saygı duyulduğu için yüzyıllar boyunca kendilerini korumayı başardılar.

Gurbetçiler, Afrika’dan Güney Amerika plantasyonlarına taşınan köleler değillerdi ama fetihçi olarak da gelmediler bu coğrafyaya.

1970’lere kadar “geçici işçi” statüsünde görüldüler. Kalıcı oldukları anlaşıldığında ise hep marjinalleştirilmeye çalışıldılar.

10 yıl kadar önce eski Alman Başbakanı Merkel “yarım asırlık entegrasyon projesinin başarısızlıkla sonuçlandığını” söylemişti.

Peki Almanya’nın gerçekte hiç entegrasyon politikası oldu mu?

Almanya’nın kendi içinde bile bir entegrasyonu başarabilecek kadar yeterli kültürel altyapıya sahip olduğu kuşkuludur.

Bunun en güncel örneği de Duvarın yıkılışından 35 yıl sonra bile Doğu Almanya ile Batı arasındaki sosyal, siyasi ve ekonomik uçurumdur.

Bugün Almanya’daki en büyük problem ne asimile edilemeyen Türkler ne de aniden gelen 1 milyon Suriyelidir.

Almanya’nın en büyük toplumsal sorun Doğu ve Batı Almanlar arasındaki eşitsizlik ve kültürel çatışmadır.

Türkler ya da diğer göçmenler sayısı ne olursa olsun hiçbir zaman bu ülkede siyasal bir probleme dönüşmediler. Fakat bugün ülkenin batısı ve doğusu arasındaki uyumsuzluk Alman siyasetindeki en önemli fay hattıdır.

Bu fay hattı AfD gibi yıkıcı sonuçlara yol açacak marjinal bir hareketin ülkenin doğusunu kalesi haline getirmesini sağladı.

Çünkü gerçek bir entegrasyon projesi için güçlü bir kültürel altyapı ve kendine özgü dönüştürücü tarihsel deneyimlere ihtiyaç vardır.

Ne yazık ki Almanya kendine özgü bir kültür ve örnek bir dönüştürücü tecrübeden yoksun.

Diğer yandan gurbetçiler, Almanya’da ya da Türkiye’de, kendini ifade etmeyi bilmiyor. Bu yüzden kendilerini dönüştüremeyen bu otoritenin “karşı göründüğü” her şeye sarılıyorlar.

Almanya’da gurbetçilerin 10’da 9’u gerçekte tam anlamıyla seküler bir hayat sürdürürken, çoğu SPD gibi merkez sol partilere oy verirken ve yine sendikalaşma oranı en yüksek azınlık olmayı sürdürürken bile Türkiye’de AKP’yi destekliyor.

Bu onların kendini ifade etme biçimi. Çünkü AKP’yi desteklediklerinde bir isimleri var: Alman medyası onlardan Türk olarak bahsediyor. 

Futbol da buna benzer bir alan.

Milli takımın Almanya maçlarında elde edebileceği herhangi bir başarı gurbetçiler için varlık yokluk meselesi.

Bu insanlar milli takımın en ufak başarısını aylar, yıllarca bıkmadan umut edip, her imkanlarıyla destekliyorlar.

Onların, Alman toplumunun kimliksizliği içinde, kendilerini gerçekten bir varlık olarak hissedebildikleri ve ifade ettikleri tek şey futbol.

Yeni kuşak Türkiye göçmenleri farklı tabi: Onlar, gurbetçileri uyumsuz ve Almanları rahatsız eden kaba bir kitle olarak görüyorlar.

Yarın herkes işe gidecek, Almanlar akşam 9’da yatıyor; “niye gece yarılarına kadar korna basıp insanları rahatsız ediyorsunuz” diyorlar.

İşyerindeki Alman arkadaşları da gurbetçilere “altı üstü bir maç kazandınız, neden bu kadar çok seviniyorsunuz” diyorlar.

Aslında bu rahatsızlığın altında yatan bir kural var: Bir ülkenin en büyük azınlığının ülkenin geri kalanı tarafından tehdit olarak görülmesi.

İşte Merih Demiral’ın “kurt işareti” böyle bir sahnenin tam ortasında çıktı.

Merih’in “kurt işareti” sol ya da liberallerin sandığı gibi faşist bir simge olarak değil; adeta bir Roma arenasında, gurbetçilerin kendilerini özdeşleştirdikleri bir kölenin, kendinden çok daha güçlü bir gladyatörü yendiği anda yaptığı zafer işareti olarak algılandı.

Gurbetçiler açısından bu işaretin Orta Asya, Ülkücülük hatta Türk milliyetçiliğiyle ilgisi olmayabilir. Zira Almanya’daki Türk kökenliler arasında milliyetçiliğin güçlenmediği; aksine Türkiye ile bağlarının hızla zayıfladığı biliniyor.

Artık gurbetçilerin büyük kısmının Türkiye’ye dönme hayali yok.

Eğer işin içine Alman ve Türk otoriteleri karışmamış olsaydı meselenin politikayla ilgisi olmadığını bile iddia edebilirdim.

Fakat Alman İçişleri Bakanının açıklaması ve buna karşı Türk Dışişlerinin cevabıyla konu uluslararası bir krize dönüştü.

Türk otoriteleri gurbetçiler için değil iktidar için bir propaganda fırsatı bulduklarını düşünerek meseleye yaklaştılar.

Fakat gerçek şu ki birçoğumuzun tüylerini diken diken eden bu işaret, sadece yaptığı seküler çağrışım sebebiyle bile iktidarın dokusuna uyumsuz.

Zaten yıllarca “Rabia”yı dağa taşa yazan iktidar bir haftada “kurt işareti”ni unuttu.

Alman otoriteleri ise gurbetçileri suçüstü yakalamış gibi devlet ve bütün medya araçlarıyla harekete geçti. Neredeyse tüm Türkleri marjinal ilan ettiler.

“Türklerin hepsi faşist” demeye kadar vardırdılar.

İşin ilginci bu koroya Afganlar, Suriyeliler bile katıldı.

Almanya’daki Arap kökenli sosyal medya fenomenleri, o sırada patlak veren Kayseri olaylarını gösterip; “faşist Türkleri durdurmazsak bizi burada da linç etmeye kalkarlar” diye kampanya yaptılar.

Bu arada maç sırasında, ırkçı slogan “Türken Raus”tan esinlenen, Avusturya tribünlerinden atılan “Ausländer Raus” tezahüratı mevzu bile olmadı.

Merih Demiral’ın yaptığı işaret Türkiye’ye yalnızca yarı final oynama şansını kaybettirmedi, aynı zamanda milyonlarca gurbetçinin marjinal, bastırılması gereken azgın bir kitle olarak yaftalanmasına fırsat verdi.

Oysa bizde “Bozkurt işareti” olarak tanınan bu simge Alman okullarında “Leisefuchs” yani “Sessiz Tilki” olarak bilinir.

Öğrenciler ders esnasında ne zaman kendi aralarında konuşsalar, öğretmen çenesi kapalı, kulakları havada, dikkatini vermiş sessiz bir tilkiye benzeyen bu işareti yapardı.

2019’da Avusturya’da bu işaretin yasaklanmasından sonra Almanya’da da okullarda eskisi gibi kullanılmamaya başladı.

Bu olaydan sonra anlaşılan Avrupa’da Sessiz Tilki ile beraber Türkler de daha az görünür olacak.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU