Monte Verità: Bir "vegan ütopya"nın mirâsı

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: monteverita.org

"Vegan" beslenme günümüzde artık neredeyse dünya çapında bir tartışma konusu. 

Etik kaygılarla bezeli bir yaşam kavrayışı itkisiyle veganlığı benimseyenlerin yanı sıra, veganlığı küresel elitlerin "iklim krizi" bahanesiyle dayattıkları bir zoraki dönüşüm şeklinde telakki edenler de var.

Öte yandan, veganlığı yalnızca "hip" olduğu gerekçesiyle, başka bir deyişle ana akım dalganın gerisine düşme ihtimalinin aşıladığı dayanılmaz anksiyeteyle kucaklayanların sayısı da yadsınamaz.

Oysa veganlık bir "21'inci yüzyıl icâdı" değil. Dahası, bugün "yeşilleşen" yahut "yeşilleşmiş" kapitalizmin açıktan endüstrileştirdiği bitki-bazlı işlenmiş gıda sektörüyle ve genel siyasal konformizmle taban tabana zıt bir felsefe bütününden süzülüp gelen bir "modern" zincir bile denilebilir.

İsviçre'nin Ascona bölgesindeki "Monte Verità" (Hakikat Tepesi) tepesinin 20'nci yüzyılın henüz ilk demlerinde ev sahipliği yaptığı sıra dışı hikâye ile ardından sarkıttığı karmaşık düşünsel-pratik miras, mevzubahis çelişkiyi fevkalâde sarih biçimde sergileyen cinsten.

Monte Verità, evvelâ 1900 yılında Avrupa'nın muhtelif ülkelerinden gelen birkaç dostun vahşi sanayileşmeye, teknikleşmeye, kentleşmeye, kapitalizme ve burjuva düzenine karşı romantik ama bir o kadar da kararlı bir başkaldırısını simgeliyor.

Belçikalı bir sanayicinin oğlu olan Henri Oedenkoven, partneri Karadağ doğumlu bir piyanist ve ciddi bir feminist olan (kadınlara yönelik, "Oyuncak bebek olmayı bırakın, gerçek bireyler olun" çağrısı meşhurdur) İda Hofmann, İda'nın kardeşi ve müzisyen Jenny Hofmann, Alman öğretmen ve mistik Lotte Hattemer ve Gräser kardeşler (Karl, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Ordusu'nda bir asker, Gustav Arthur ise bir şâir ve ressamdı) - yâni üç erkek ve üç kadın dönemin baş döndürücü hızla değişen dünyasına bayrak açıyorlar.

Bu vesileyle, palazlanan kitle-odaklı hareketlerin kolektivist diktasına nispetle bireysel özgürlüğü ve dahi özgürleşmeyi temel alan bir çıkışla, kurucular, merkezinde radikal ekolojinin, veganlığın, kadın-erkek eşitliğinin ve cinsel devrimin konumlanacağı bir kolonin öncülüğünü üstlendiler.

Ne var ki aralarında tam bir mutabakattan bahsedilemez. Koloninin kendini tanımlayacağı düzlem etrafında münakaşalar yaşandı. Gräser Kardeşler "doğal durum"a dönüşü hararetle savunurlarken, Oedenkoven bir kür merkezi inşâsını istedi. Oedenkoven'in görüşü ağır basınca, bugün bildiğimiz-öğrendiğimiz şekliyle "Monte Verità" ütopyasının işâret fişeği de atılmış oluyordu.


"Lebensreform" veya Yaşam Reformu: Ütopyanın felsefî kökleri

Almanca konuşan ülkeler havzasında 19'uncu yüzyılın sonlarında filizlenen Lebensreform hareketi yaklaşık olarak yarım asır kadar bahsi geçen coğrafyaya hükmetti. Anarşizan muhitlerden önde gelen nasyonal-sosyalist figürlere değin oldukça heterojen bir ideolojik dokuya nüfuz edebilen bu hareket, Monte Verità'nın deneyselliğini de doğrudan besledi.

Bireysel tamamlanma, (kozmik) "bütün"e mutlak intibak, doğaya dönüş (kentlerden uzakta doğaya yakın bir yaşam tarzının daha sağlıklı olacağı kanaati hâsıldı), liberal/dinî-tutucu idrâkin reddi ve özgür topluluklara dayanan "organik" bir nizâma duyulan inanç Lebensreform'un çekirdeğini teşkil ediyordu.

Bu anlamda merceğin esasen "birey"e tutulduğu, ana ölçütün "birey" olduğu gerçeğinin altı muhakkak çizilmeli. Lebensreformcuların kahir ekseriyeti "toplum, ancak bireyler kendi hayatlarını doğru düzenlerlerse iyileşebilir" tezini işliyordu. Her ne kadar Lebensreform genellikle "doğaya dönüş" mottosuyla tanınsa da vurgu "bireysel öz-reform"aydı. "Doğal" olana yaslanmak suretiyle "öz-reformdan sosyal reforma" anlayışı hâkimdi.

Lebensreform, çeşitli ruhçu-okült notalarla süslü bir alternatif (doğal) tıp, yoga, çıplaklık ve vejetaryenlik (bazen de veganlık) harmanı addedilebilir. Fakat "vejetaryenlik" (bazen de veganlık) başlığı özellikle irdeleniyordu. Gerçekten de Lebensreformcular etin ticarîleştirilmesine, hayvanların kanının "yemek" için dökülmesine şiddetle karşıydılar. Bu vasıfları zamanla belirgin bir "kültürel" karaktere evrildi. Öyle ki, 1900-1910'ların Berlin'inde 20'den fazla vejetaryen (bazen de vegan) lokanta faaliyete geçmişti bile.

Lebensreformcular çiğ besinler tercih ediyorlardı. Çoğunlukla aşı karşıtıydılar. Kimyasal ilaçların sıhhat vermek şöyle dursun, daha fazla hastalık tetiklediği görüşündeydiler. Et tüketiminin insanın bir kendi kendisini "zehirleme" yolu olduğuna inananları vardı. Et yemenin dünyadaki tüm kötülüklerin ve şiddet dalgalarının asıl sebebi olduğuna kâniydiler. Bunun yerine doğanın "kadim" yasalarıyla "uyumlanmayı" istiyorlardı.

Nitekim bu hareket bireyleri ve aynı düşünen bireylerden meydana gelen irili-ufaklı toplulukları tesiri altına almayı, hatta birinci elden yoğurmayı başardı. Monte Verità bunlardan biriydi.


Monte Verità'nın rutini

Kuruluşundan kısa bir süre sonra Monte Verità tüm Avrupa'dan entelektüellerin, sanatçıların, edebiyatçıların, ezoterik şahsiyetlerin ve siyâsî aktivistlerin bir buluşma noktası hâline geldi. 

Bunlar arasında iki kategori vardı: Yerleşimciler ve ziyaretçiler.

Yerleşimciler, 1904 yılında resmiyete kavuşturulan adıyla "Monte Verità Vejetaryen Kooperatifi Kolonisi" bünyesindeki yerleşik kişilerdi. Ziyaretçiler ise bahçıvanlık yapmayı kabul ettikleri takdirde yalnızca kendi elektrik tüketimlerini ödemek karşılığında tesislerde birkaç gün yahut birkaç hafta kalabiliyorlardı. Aksi takdirde yemeklerini ve konakladıkları odaları da ödemek durumundaydılar.

Monte Verità'da günler bahçıvanlık, güneş ve oksijen kürleri, dokuma, jimnastik ve sanat-edebiyat etkinlikleriyle geçiyordu.

Koloni'de alkol, tütün, kahve, çay, kakao, süt, bal, baharat ve hatta tuz yasaktı. Bedeni ve ruhu "uyarabilecek" nitelikteki ürünler, maddeler vb. menedilmişti. Bunun yerine bedeni ve ruhu arıtacak, pekleştirecek ve "doğa"yla iç içe geçirecek minvalde katı, neredeyse ilkel ve militan bir veganlık pratiği kurumsallaştırıldı. Bahçelerden elde edilen çiğ sebze-meyvelere dayanan diyet, Koloni'nin omurgasını oluşturuyordu.

Monte Verità'nın yerlilerinin günlük 12 saate varan mesai yaptıkları kaydedilmeli. Dolayısıyla bir "tatil beldesi"nden bahsetmek kabil değil. Herkesin çalıştığı, ürettiği bir "komün" pratiğinin varlığı çok açık.

Odun kabanlarda yaşayan erkekler ve kadınlar kendi kıyafetlerini dikiyorlar, dönemin "moda gereksinimleri"nden uzakta duruyorlardı. Erkeklerin ve kadınların ayrı "kür" sahaları vardı ancak çıplaklık paylaşılan bir değerdi. "Özgür seks" normdu ve hatta "evlilik" dışlanan, horlanan ve ayaklar altına alınan bir gelenekti. 

Ortak alanlar bağlamında ise lokanta, kütüphane ve müzik-gösteri salonları vardı.

Velhâsıl Monte Verità hızla bir "Sanatoryum" kimliğine bürünerek dönemin en çekici vejetaryen beslenme ve doğal terapi merkezlerinden oluvermişti. Ekolojik hassasiyet serdeden, "doğal yaşamı" önceleyen, hayvanların ve insanların sömürülmesine karşı duran, özgürlüğüne ve bağımsızlığa düşkün bireyler için bir "karşı-kültür" ve "modern yaşama direnç" kanalı açılmıştı.

Üstelik bu "bireyler" arasında dünyaca ünlü isimlerin yanında, çok farklı – bazen birbirinin hasmı fikir ufuklarından gelenler de olacaktı.


Liberteryen, proto-faşist ve bohem: Monte Verità'nın benzer benzemezleri

Ascona bölgesinin doğal bir manyetizması var. Ve bu manyetizma 1900'lerin başlarında zamanın isyankârlarını, dışlanmışlarını, marjinallerini ve dehâlarını kendine çekmeyi bildi.

Monte Verità'nın ziyaretçileri (ve müdavimleri) arasında anarşist teorisyen Piotr Kropotkin, psikanalist Carl-Gustav Jung, sosyolog Max Weber, anarko-pasifist yazar Gustav Landauer, Nobel ödüllü yazar Hermann Hesse, yazar Erich Maria Remarque ve Yahudi mistiği Martin Buber gibi isimler ilk bakışta parıldıyor.

Hermann Hesse'nin "Çıplak ve uyanıktım, tıpkı çakıllı korusunda bir geyik gibi" cümlesiyle özetlediği Monte Verità deneyimi, pek çokları için bir ilham kaynağıydı. Kimileri depresyonunu tedavi için, kimileri uyuşturucu müptelalığından kurtulmak için, kimileri entelektüel üretkenliğini kamçılamak için, kimileri de kendi kişisel hülyalarını topluluğa yansıtmak için soluğu Koloni'de aldı.

Bunlar arasında -sıralanan isimlere ek olarak- kesişen, çakışan ve trajik kopuşlarla birbirinden uzaklaşan birçok biyografik örnekten bazıları paylaşılabilir.

İlki Alman editör ve yayıncı Eugen Diederichs. Özgün bir isim zira Koloni'nin finansal hâmilerinden. Hesse'nin ilk yayıncısı. Öte yandan Alman milliyetçisi düşünür-yazarlarla da içli dışlı. Sponsor bulamayan milliyetçi içerikli yazılı materyalleri piyasayla buluşturuyor. Daha da ilginci, aşırı derecede militarist bir kişi olması ve siyasal tutumunu "devrimci muhafazakâr" olarak tarif etmesi. Deyim yerindeyse pasifistlerin, liberteryenlerin "cirit attığı" bu Koloni'ye nakdî destek sunması bazılarına şaşırtıcı gelecektir.

Bir diğeri Alman koreograf Rudolf von Laban. Laban, Koloni'de bir dans okulu kuruyor. Burada ileride Almanya'da ulusal üne kavuşacak olan Mary Wigman ile Yahudi kökenli Charlotte Bara gibi dansçılarla gösteriler düzenliyor. 

Wigman figürü mühim zira 1930'larda bizzat nasyonal-sosyalist Almanya'nın Propaganda Bakanı Joseph Goebbels kendisiyle iletişime geçecek ve fakat Wigman'ın "bireyciliği" rejimin kültür sorumlularının hoşuna gitmeyecekti. Buna rağmen teşviklerden faydalanmış ve sahne almayı sürdürmüştür.

Laban'ın "gösterilerinin" devasa tabiatını unutmamalı. Örneğin 18 Ağustos 1917 tarihinde saat akşam 18:00'da başlayan ve sabah saat 06.00'da sonlanan 12 saatlik "güneş" temalı bir koreografi sahneliyor. Meşaleler, fenerler ve davullarla dolup taşan bu gösteri, ileride Hitler Almanya'sı için tasarlayacağı pagan esintili kitlesel gösterilerin de temellerini atıyordu.

Tüm bu "renk cümbüşü"nü, orada hazır bulunan Yahudi kökenli anarşist ve eşcinsel yazar Erich Mühsam şöyle özetliyordu:

Buradaki bohem bize yeni bir kültürün yönünü gösteriyor.


Mühsam adanmış bir politik karakterdi. Monte Verità'dan bir "Mazlumlar Cumhuriyeti" yaratmak amacındaydı. 1904 (veya 1905) yılında yayımlanan kısa şiirinde Koloni'deki havayı -biraz da tiye alarak- aşağıdaki gibi tasvir edecekti:

Meyveler, sebzeler yiyoruz… Ve salata! 
Etten nefret ediyoruz; keza sütten ve yumurtadan da…
Biz vejetaryeniz; vejetaryenlere saldırırsanız, kafanıza cevizi yersiniz!


Mühsam'ın Koloni'de karşılaştığı "Fidus" lakaplı Hugo Höppener ise ressam olmasının yanı sıra sıkı bir Alman milliyetçisi, vejetaryen ve okültistti. Mühsam'la tanışıklığı olduğu belgelerle sabit. Fidus -kendisi eşcinsel değilse de- yayın hayatına 1896'da başlayan dünyanın ilk eşcinsel dergisi Der Eigene için çiziyor. Keza vejetaryen lokantalara özel çizimler yapıyor.

Fidus, 1932'de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ne giriyor. Fakat eserleri ne Goebbels ne de Hitler tarafından beğeniliyor. Pek çok kez sansürlendi ve hatta bir noktadan sonra yasaklanmanın eşiğine dahi geldi. Fakat Fidus'ün şansı, ezoterik yönelimleriyle tanınan dönemin Tarım Bakanı Richard Walter Darré oldu ve onun sâyesinde sergiler gerçekleştirebildi.

Bir dönem aynı idealler etrafında kenetlenen iki "ahbap"tan Fidus, İkinci Dünya Savaşı ertesi 1948 yılında vefât ederken, Mühsam, 1934 yılında Almanya'daki bir toplama kampında işkenceyle öldürülecekti.


Monte Verità'nın sonu ve mirâsı

Oedenkoven-Hofmann çiftinin ayrılmasıyla 1920 yılında Monte Verità'nın arazisi satıldı. 1926 yılına kadar bir grup sanatçı topluluğu bir "otel" misâli idâre ettiler. Bu yıllarda Monte Verità adeta bir "avangart sanat" yurduna dönüşse de maddî sorunlar galip geldi.

1926-1945 arası Hollandalı aristokrat Eduard von der Heydt'in mülkü olarak kalan Monte Verità, metamorfozları müteakip Heydt'in Hitler Almanya'sıyla iş birliği yaptığının ortaya çıkmasıyla İsviçre'nin Tiçino kantonunun yönetimine verildi. Bugün hâlâ bir "kültürel prestij" alanı olarak muhafaza ediliyor.

1960-1970'lerdeki Hippi hareketi veya günümüzdeki "vegan" rüzgârların, hatta militan ekolojistlerin modern ataları vardı. Fakat yaygın kanaatin aksine bunlar monoblok olarak "sol"dan yahut "sağ"dan çıkmadı. İkisinin de pınarlarından içerek, ikisinden de kusarak çıktılar.

İster "liberteryen" isterse de "faşizan" olsun, Monte Verità'nın benliğinde cisimleştirdiği bu "iki damar" hâlâ güncel, aktif ve yürürlükte. Ekolojizmin, veganlığın ve bireysel-özgür etiğin mevcutta "tek bir siyasallaşmış sürümü" varmış gibi gözükse de aslında en az iki "kurucu-sürüm"ü değerlendirmek isabetli olur.

Bugün "dünyamızı koruyalım" diyenlerle "zinde beden, zinde zihin, zinde soy" diyenler arasında "aşılmaz" gibi görünen uçurumun daha silik olduğu bir devir yaşandı. Tarih bunu ispatlıyor. 

Keza bugün siyasal bilimler literatüründeki "yeşil-kızıl" ile "yeşil-kahverengi" benzetmeleri boşuna değil. Batı'daki, bilhassa da Avrupa'daki "Yeşiller" akımın düşünsel-eylemsel menşeleri üzerine yapılan akademik "atışmalar"ın henüz başlarındayız. 

Monte Verità bu anlamda tahlile değer, son derece somut örneklerle bezeli bir laboratuvar işlevi gördü. Mirâsının da kendi varoluşu kadar -en hafif tâbirle- çetrefilli olduğu aşikâr.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU