Komplo teorileri ile gerçeklik arasında Ortadoğu'da yaşananlar

Vahap Uluç Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Ellie Foreman-Peck

Son yıllarda, yaşanan her gelişmeyi komplo teorileri üzerinden açıklamak büyük bir alışkanlığa dönüştü.

Özellikle Ortadoğu'da yaşananlar bütünüyle komplo teorileri üzerinden anlatılır hale geldi.

Ortadoğu'da olumsuz bir gelişme yaşanmışsa bunun arkasında ya Amerika ya İsrail ya Kaf Dağı'nın arkasındaki Anka Kuşu misali ne idiği belirsiz "dış mihraklar" ya da adeta tanrısal bir gücü ifade eden "üst akıl" denilen bir güç aranmaktadır. 

Komplo teorilerinin konformist kolaycılığı da onu popüler hale getiriyor herhalde. Aslında komplo teorisi kurmak da ciddi bir birikim gerektirir.

Birtakım güçlerin hangi amaçla şöyle ya da böyle hareket ettiğini belli bir birikim ve okumaya dayalı bir şekilde analiz etmeyi gerektirmektedir. 

Oysa bizdeki komplo teorileri neredeyse bütünüyle entelektüel birikimden azade o anda akla gelenlerden ibaret bilgilerden oluşturulmakta.  

Daha doğrusu bizde oluşturulmuş bir "komplo teorisi paket programı" vardır. Bu paket program olayın ismi değiştirilerek her olaya uygulanır. 

Ortadoğu'da, nedense, hiçbir şey doğal yollardan gelişmiyor; her gelişmenin arkasında bu paket programın aktörleri olan ya Amerika ya Batı ya da "üst akıl" gibi güçler bulunmakta. 

Küresel güçlerin sadece Ortadoğu değil dünya ölçeğinde yaşanan gelişmelere ilgisiz kaldığını iddia etmiyoruz, kuşkusuz.

Ancak bu güçler öylesine abartılmaktadır ki -tam bir akıl tutulmasını ifade edecek şekilde- bırakınız ekonomik, sosyal ve siyasal kaosların mimarı olmalarını yerine göre Kovid-19 gibi küresel hastalıklar icat etmekteler, hatta hatta 6 Şubat depremi gibi depremleri tetikleyebilmekteler. 

Hedefi kitleleri yönlendirmek olan siyasilerin buna ilişkin manipülatif söylemleri belki anlaşılabilir de üzücü olan bu yola başvuranların önemli bir kısmının olaylara bilimsel açıdan bakması gereken unvanı isminden uzun akademisyenler olmaları.

Komplo teorileri, büyük ölçüde "aşırı yorum"dan ibaret keyfi değerlendirmeler iken veriler üzerinden olgular arası ilişkileri izah eden bilimsel yol ise ayağı yere basan ve çoğu defa gerçeklerle örtüşen açıklamalardır. 

Komplo teorileri, yaşanmış on olaydan bir tanesini açıklıyorsa bilim bunun dokuzunu açıklar.

Onun için bilimsel yoldan olayları değerlendirmek varken her defasında komplo teorilerine tenezzül etmek gerçek bir bilim insanının, aydının tavrı olmamalıdır.

Ortadoğu'da yaşananların arkasındaki nedenlere tekrar dönecek olursak; bir kere Ortadoğu'da Sümer şehir devletlerinden bu yana kavga hiç eksik olmadı.

Bir zamanlar -daha ABD ve İsrail devleti kurulmamış iken- devletin otoritesinin olmadığı ya da zayıf kaldığı dönemlerde aşiretler düzenli bir şekilde karşılıklı saldırılar gerçekleştirirdi; Mezopotamya'nın uçsuz bucaksız düzlükleri aşiret beylerinin birbirlerini teke tek dövüşe davet ettikleri savaş meydanlarıydı. 

Yüz yıllarca Arap Şammara ve Şarabi gibi aşiretler talancılığı temel geçim kaynakları haline getirdiler; daha zayıf olan aşiret haraç vererek daha güçlü olanın şerrinden korunmaya çalıştı.

İmparatorluklar döneminde de kavgalar hiç eksik olmadı, bu coğrafyada. Modern devletler döneminde ise bu çatışmalar yeni biçimler almaya başladı.

Ortadoğu'da yaşanan olumsuzlukları komplo teorilerine başvurmaksızın modernleşme kavramı üzerinden bilimsel yoldan izah etmek pekala mümkündür.

Modernleşme, durgun suyun bulanıklaşması şeklinde ifade edilir. Geleneksel toplumdan köklü bir kopuşu ifade eden ve her şeyin alt üst olduğu bu modernleşme süreci Lucian Pye'in yerinde tespiti ile  çok sayıda bunalımı içinde barındırmaktadır:

Kimlik bunalımı, meşruiyet bunalımı, katılım bunalımı, nüfuz bunalımı, bütünleşme bunalımı ve dağıtım bunalımı.

Modernleşme ile tanışan her toplum kuşkusuz bu sürecin bir parçası haline gelir. 

Ancak Batı, bütün bu bunalımların üstesinden gelerek söz konusu bunalımı bir düzene dönüştürebildi.

Örneğin İngiltere, katılım bunalımı ile karşılaştığında kimlik ve meşruiyet bunalımını çoktan halletmişti.

Sömürgelerden elde ettiği kaynaklarla da kısa sürede kaynak bölüşümü herkesi memnun edecek düzeye getirildi.

Oysa Ortadoğu neredeyse iki yüz yıldır bu bunalımlarla cebelleşmekte. Aşiret ve tarikat kimliğinin hala dip diri ayakta durduğu Ortadoğu'da üst kimlik dini kimlik mi milli kimlik mi olacak; ne doğal ne de yapay yollardan asimile edilebilmiş etnik grupların talepleri nasıl karşılanacak; yönetimde meşruiyetin kaynağı insan iradesi mi tanrısal irade mi olacak?

gibi temel soruların dahi hala cevaplandırılamadığı; nepotizmin ve kayırmacılığın dağıtım meşruiyetine izin vermediği bir coğrafyada yaşanan gürültü patırtıyı anlamak çok zor değildir herhalde.

Daha somut bir örnek üzerinden anlatalım. İç savaşın hemen öncesinde (2009-2010) iki üç defa Suriye'ye gitme şansım oldu.

O zaman yaklaşık 400 bin nüfusa sahip Haseke'de tek bir market dahi yoktu. Zaten Suriye tarafına geçtiğinizde zaman makinesine binip bizim 40-50 yıl öncesine gitmiş gibi oluyordunuz. 

Ülkede yaşanan yoksulluk her yönden kendini gösteriyordu. Aslında Nusaybin Gümrük Kapısı'nda şahit olduklarımız birçok şeyi anlatıyordu.

Gümrükte çalışanlar -her miktar paraya tenezzül edecek şekilde- aleni olarak rüşvet alırdı. 

Memurlar bizim Anadolu köylerinde düğün ve taziyelerde kullanılan plastik sandalyelerde oturuyordu; müdürün oturağının farkı sandalyenin altına düzensizce, sıradan bir ip ile bağladığı yastıktı.

Kurumda asılı Esad'ın posteri mevsimlik işçi olarak çalışan bekar evlerinde asılmış futbolcu posteri misali dört köşesi koli bandı ile duvara yapıştırılmıştı.

Bu anlamda Suriye'de iç savaşın 2008 küresel ekonomik krizin hemen sonrasına denk gelmesi tesadüfi değildir.

Suriye'de ekonomideki zayıflığın somut göstergesi Roger Owen ve Şevket Pamuk'un "20. Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi" isimli kitabı olsa gerek.

Yaklaşık 400 sayfada bütün Ortadoğu ekonomisinin anlatılabildiği kitapta Suriye ekonomisini anlatmak için 5-6 sayfa yetmiş.

Halbuki örneğin Almanya'nın bir yıllık ekonomisinde yaşanan gelişmeleri anlatmak için dahi ciltlerce kitap yazmak gerekir. 

Ülkenin sosyolojisi en az ekonomik az gelişmişlik kadar sorunluydu. Azınlık olan aleviler çoğunluk olan Sünnileri yönetiyordu, yaklaşık 200 bin Kürt vatandaş dahi değildi. İslamcı gruplar Hama'da katledilmiş geri kalanı yurt dışına kaçmıştı.

Bu olumsuzluklar karşısında Suriye toplumu, otokratik bir yönetim tarafından, insanların simit gibi araba tekerliğinin içine sıkıştırılıp yüksek bir tepeden aşağıya doğru yuvarlatıldığı Mezze Askeri Cezaevi benzeri sembolik öneme sahip işkencehanelerin verdiği göz dağı ile yönetiliyordu.

Diğer yandan insanları olup bitenler karşısında bilinçlendiren üniversiteleşme ve aynı zamanda onları dünya ile buluşturan (cep telefonu ve uydulu televizyon kanalları) iletişim teknolojisi ciddi bir yaygınlık kazanmaktaydı. 

Bütün bu olumsuzlukları ve çelişkileri içinde barındıran bir sistemin çökmesi için dış mihraklara ya da üst akla ihtiyaç var mıdır acaba?

Suriye'deki durum üç aşağı beş yukarı modernleşmenin beraberinde getirdiği bunalımların üstesinden gelememiş Mısır, İran, Libya, Irak, Yemen ve diğer Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için de geçerli.

Son kertede, Ortadoğu'da yaşanan gelişmelerin nedeni şu metaforda sorulan soruda gizli olsa gerek: Ev sahibi avlusunu temizleyememiş, bir sürü çöp birikmiş.

Kargalar gelip bu çöpü karıştırıyor ve ortaya kötü kokular yayılıyor. Bu kokunun müsebbibi kargalar mı yoksa ev sahibi mi?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU