Eski Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff, görevde olduğu dönemde yaptığı bir konuşmada "İslam Almanya'nın bir parçasıdır" dediği için bir medya kampanyası ile görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı.
Bu konuşmadan 11 yıl sonra, geçen hafta, Almanya'nın Die Zeit adlı saygın gazetesine verdiği bir röportajda Wulff, 7 Ekim sonrası Gazze olayları başladıktan sonra bir sürü nefret mesajı aldığını, bu mesajların bazılarında kendisinin "İran'a gidip şeriat düzeninde yaşaması gerektiğini", "İslam'ın Almanya'ya ait olmadığını" ve "İslam'ın Almanya'nın parçası olmasına müsaade etmeyeceklerine" dair keskin ve tehdit dolu ifadelerin bulunduğunu belirtti.
Bu açıdan Wulff'a yıllar sonra Gazze olayları bahane edilerek Alman halkı tarafından hala tepki gösterilmesi, görüntüde İsrail ile bir dayanışma tepkisi olarak yorumlanabilse de aslında Avrupa'nın ve Batı dünyasında var olan İslamofobi'nin dışa vurumundan başka bir şey değil.
Bu anlamda Wulff'un aldığı İslam ile ilgili tepkiler, yaşadığı kişisel tecrübeden ziyade aslında Batı dünyasının İslam karşısında kolektif tutumunu bir yansıması.
Hamas'ın Gazze'den İsrail'e yönelik 7 Ekim'de yaptığı saldırıda sivil insanların öldürülmesi ve esir alınmalarından dolayı farklı ülkelerde olduğu gibi, Amerika ve Avrupa'yı içine alan Batı dünyasında da siyasi ve toplumsal düzeyde ciddi tepkilere yol açması doğal bir refleks olarak görülebilir.
Neticede sivil insanların öldürülmesi ve antisemitist bir durumun savunulması mümkün değil.
Bu minvalde 7 Ekim sonrası başta ABD Başkanı Joe Biden olmak üzere, neredeyse bütün Batılı liderlerin İsrail'e giderek İsrail'in acısını paylaştıklarını ve İsrail ile dayanışma içinde olduklarını belirten beyanatlar vermeleri, zaten var olan silah yardımlarının miktarlarını artıracaklarını belirtmeleri, bu insani tepkinin yansıması olarak görmek mümkün.
Acak sonrasında ABD ve birçok Avrupa ülkelerinde görüntüde İsrail ile dayanışma politikası altında yaşanan süreç, özellikle Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar için çok farklı bir hal almaya başladı.
Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlara karşı izlenen politikanın ve verilen tepkinin detayına girmeden önce, öncelikle Batı'nın 7 Ekim sürecini kendi açısından nasıl yorumladığına göz atmak faydalı olabilir.
Bu anlamda ABD, Kanada ve Avrupa gibi Batı ülkeleri için 7 Ekim saldırısı bir milat olarak görülmeli.
Daha iyi ifade etmek adına bir analoji kurmak gerekirse bu durum ABD'ye yapılan 11 Eylül saldırıları olarak algılanmalı: Nasıl El-Kaide "aniden" ABD'ye saldırmış ve 11 Eylül sonrası süreçte bu saldırılar için Afganistan ve Irak gibi birçok ülkeye "bedeli ödetilmişse", Hamas'ın 7 Ekim saldırısı çerçevesinde Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlara bunun "bedeli" fikir özgürlüklerini daraltmak ve onlara yönelik bazı özel tedbirlerin almak adına bir gerekçe olarak gösterilmeye başlandı.
Bu durum öyle bir hal aldı ki 7 Ekim sonrası oklar ABD'de yaşayan Müslümanlara ve Filistin meselesinde Filistin'den yana tavır alan tüm insanlara çevrildi.
Dahası Trump, Biden hükümetinin İsrail'e her türlü desteğine rağmen seçim kampanyasında Biden hükümetini İsrail'e yeterince destek vermemekle dahi eleştirdi.
Hatta tekrar başkan seçildiği takdirde "antisemitist" olan kişileri sınır dışı edeceğini ve yenilerinin gelmemesi için onlara vize vermeyeceğini dile getirdi.
Bu anlamda antisemitizm suçlaması suistimal edilerek, küçük bir İsrail eleştirisi dahi hemen antisemitist bir tutum olarak algılanmaya ve bu kişilere karşı bir çeşit cadı avı başlatılmaya başlandı.
Örneğin İsrail'in Gazze'de sivil insanların ölmesine yol açan ölçüsüz saldırılarını protesto etmek için bazı üniversitelerde gerçekleşen protestolara ABD yönetimi ciddi tepki gösterdi.
Bu üniversitelerden elit üniversite kategorisine giren üçünün rektörünü kongreye çağırarak sorgulayan ABD yönetimi, başkanı oldukları üniversitelerde Filistin lehine yapılan protestolara destek verdikleri için bu rektörleri adeta azarlayarak hesaba çekti.
Pennsylvania Üniversitesi Rektörü Liz Magill bu sorgulama sonrası kamuoyu baskısına dayanamayarak istifa etmek durumunda kaldı.
ABD'nin bu aşırı İsrail yanlısı tutumunda mutlaka ABD'de bulunan güçlü İsrail lobisinin de payı büyük.
Harvard Üniversitesi profesörlerinden John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt, "The Israel Lobby" kitaplarında İsrail'in ABD devlet ve toplumundaki lobi gücünü çok detaylı bir şekilde anlatıyorlar.
Buna göre ABD'nin aşırı İsrail yanlısı tutumundan bu lobinin gücü göz ardı edilemez bir boyutta.
Fakat daha önce belirtildiği gibi, ABD'nin bu tutumunda İslam karşıtlığının ve Müslümanlara yönelik psikolojik baskı uygulamak istemesinin payı da dikkate alınmalı.
ABD'nin bu tutumunun bir benzerini Almanya'da ve Alman hükümeti tarafından uygulanan politikalarda da görüyoruz.
Her ne kadar 2023'ün mart ayında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun Almanya gezisi öncesi bin kadar Yahudi entelektüel ve sanatçı Alman hükümetine çağrıda bulunarak, Netanyahu'nun demokratik İsrail'de faşist hükümet ortakları ile teokratik bir düzen kurmak istediğini ve bundan dolayı Almanya'nın Başbakanı Olaf Scholz'dan gezinin iptal edilmesini istemiş olsalar da Alman hükümeti belki de malum tarihsel yükünden dolayı süreç boyunca asla bu yönde eleştirel bir inisiyatif almadı.
Bu durumun benzerleri yakın zamanda da gözlemlendi. Örneğin önceki Almanya Başbakanı Angela Merkel, 2016 İsrail Parlamentosu'nda yaptığı bir konuşmada İsrail'in güvenliğinin Almanya'nın güvenliği olduğunu ve İsrail'e saldıranın Almanya'ya saldırmış olacağını belirtmişti.
Bu çerçevede Başbakan Scholz’un her ortamda İsrail'in Gazze saldırılarının haklı olduğunu dile getirmesi ve Yahudi entelektüellerin faşist olarak nitelendirdiği bir hükümetin sivillere yönelik yaptığı saldırıyı İsrail'in kendini koruma hakkı olarak görmesi şaşırtıcı değildir.
Almanya, 7 Ekim sonrası İsrail hükümetine destek vermekle kalmadı, bu süreci Almanya'da yaşayan Müslümanlar için bir baskı unsuru olarak kullanmaya da başladı.
Bu süreçte Filistin lehine yapılabilecek gösteriler yasaklandı. Filistin lehine gösteri olmasın diye cuma namazlarında cami çıkışları adeta polis ordusu tarafından abluka altına alındı.
Almanya'nın İçişleri Bakanı Nancy Faeser, Almanya'da sıradan vatandaşların etraflarındaki antisemit olduklarına kanaat getirdikleri insanları polise ihbar etmelerini mümkün kılan bir yasa çalışması için olduklarını dahi açıkladı.
Bir çeşit Nazi dönemi benzeri bir uygulama olan bu durum Almanların o dönemde komşuları Yahudileri ihbar etmelerinin tarihsel devamlılığı olarak algılamak mümkün.
Ayrıca yeni çıkarılmak istenen vatandaşlık yasasında Almanya'da Hamas sempatizanı ve İsrail devletini eleştiren kişilere vatandaşlık verilmeyeceği yönünde yeni yasaya eklemeler yapılması da düşünülüyor.
ABD ve Almanya'da İsrail'e verilen kayıtsız şartsız desteği Kanada'dan Avustralya'ya, Avrupa'dan İngiltere'ye kadar tüm Batı ülkelerinde az veya çok görmek mümkün.
Bu sürecin asıl önemi yukarıda da vurgulandığı gibi, salt bir İsrail desteğinden ziyade Batı ülkelerinin bu süreci değerlendirerek kendi içlerinde yaşayan Müslümanlara yönelik yeni baskı enstrümanları oluşturuyor.
İspanya gibi bu sürecin istisnası birkaç ülkeyi saymak mümkün olsa da Batı cephesinde bu ülkelerde yaşayan Müslümanlar için gelecek pek de iç açıcı gözükmüyor.
Sonuç olarak dünyanın ihtiyacı olan antisemitist ifadelerde bulunmak ve İsrail’in meşruiyetini tartışmak yerine, zulüm nerede ve kim tarafından yapılırsa yapılsın buna karşı çıkan insanlardır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish