Zamanın aşırı yorumu: Orhan Pamuk'un Uzak Dağlar ve Hatıralar kitabı

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Saatler bütüne içkindir ve yazar bu mini mini anların hepsini hikâyeye taşır. Anlar bütüne bir aitlik sergiler, fakat kendisi de bir bütün olarak iç içe geçmiş daha büyük bir bütünü oluşturur.

Zamanla kaynaşmış, hemhal olmuş gitgellerle donanmış bütünsel yaşamda sanatçı bilgelik ufkunda kendini arar. Bu arayış, yokluktan var etme eğilimini öne sürerek "orada" bulunma amacını taşır.

Sanatçının dünya tarafından kuşatıldığı yönündeki fikri, bize "orada"yı işaret ederek, hayal dünyasının yaşamı gerçekleştirme arzusunda olduğunu kanıtlar.

Ne mükemmel olandır ne de kusurla rücu bulandır sanatçı; her iki noktanın ivmesiyle zamanını zamanın dışında tutandır.

Çünkü günler geçtiğinde, zaman onu herhangi bir takvim sayfasının yaprağında dondurduğunda, yani öldüğünde, zamanın akmaya devam edeceğinin farkındadır.

Bu yüzden sanatçı ya da yazar, mini anlardan oluşan gündelik hayatındaki sıradan, umutsuz, üzüntülü, hayıflandıran, tedirgin eden, mutluluk verici ve sevindirici anların içinde "orada" diye tasavvur ettiği yerden hikâyeler çıkararak yaşama tutunur.

Yaşam sürgüsünü herkesin elinde taşıdığını, fakat sanatçının sürgünün arkasında başka yaşamlar kurduğunu gösterir. 


Kontrol edilemeyenin dışa vurumu, kelimelerle kâğıda, fırçayla tabloya düştüğünde hayalin zapt edilmeyen sonsuzluğunu kavrarız.

Gündelik ölçütlerin sınırladığı, yaşamın hırgüründe bireyin içsel labirentinde baş başa bırakıldığı o anların birikimi, ister kağıtlara, ister taşlara, ister toprağa, isterse ağaçların gövdesinde belirsin bir yapıt olarak bizi karşılar.

Bu karşılaşma gözle görülmesi her zaman zor olan, yalnızca kalbin aşk boyutunda tezahür eden ve hissedilen bir duygu durumudur.

Zamandan ve kâinatın dokusundan azade, yalnızca kendi aleminde yaşanmamışı yaşanmış kılma çabasına giren aşığın zaman üstü ve dünyalar üstü sesi yankılanır artık.

Sanatçı, aşığın kalbini taşın, toprağın üzerine bırakıp, ağacın kovuğunda hem gösterip hem de saklayan olarak, aşığı güneşe çıkarandır. Aşığı işiten ve görülen kılar.

Gerçek ile gerçek olmayanın arasında yaşamı vadederek bu rolü üstlenir. Herkes kendi aşkında mağlup, mağlupluğunda aşıkken asıl zafer her ikisini taşıyabilmekte ve yaşamakta kabil olmaktır. 


Yazar ve sanatçıların yapıtlarının dışında kaleme almış olduğu günlükler bize zaman ve bellek kavramları arasında bir kapı aralar. Belleğe adanan zaman kavramı, geçmiş ile gelecek arasındaki sayısal bir veri olarak inşa edilmiş olsa da, sanatçının zamana aşkın yorumlama pratiği bir kendilik mabedidir.

İşte oluşturduğu bu yapıda, benlik duygularını, düşüncelerini ve hikâyelerini insani bir refleksle ışıklandırmaya çalışırken sanatçı yönünün buhranlarına da eğilir. Gündelik yaşam içinde bir defter aracılığıyla bir araya getirdiği yapay bellek, onun yaşam karşısındaki çıkmazlarına götürür. Belli bir biçim kaygısıyla ele alınmış, çokça işlenmemiş, çokça üzerinde durulmamış bir çırpıda dışarıya fırlamış duyumsamalar zamanda kalmayı öğrettiği gibi zamanının dışına itilmeyi de gösterir.

Ama öte yandan asli olan belleğin fragmanlarıyla da karşı karşıya kalırız. Yaşanmış, üzerindeki örtüyü kaldırmaya cesaret edememiş kararlar, eylemler yer alır.

Sanatçı güncelerindeki aşırı zaman kavramı gölgesinde, kelimelerle buluşmuş fikirler, duygular, hikâyeler aynı zamanda bir okurun içerisinde bulunduğu yaşam çıkmazlarına hitap edebilir.

Bir diğer önemli husus da yazar ya da sanatçının kendi ürettiklerine geri dönüştür günlükler. Olay mahallinde hem kendini hem de okurlarını bir kez daha dolaştırmaktır.

Bu dolaşma hali, sanatçının ölümünden sonra hayatta olanlara da doğacaklara da duyguların, düşüncelerin, hikâyelerin benzerliğinde, onlara yaşadıklarını ve yaşayacaklarını hatırlatır. 


Uzak Dağlar ve Hatıralar

Orhan Pamuk'un Uzak Dağlar ve Hatıralar kitabı, yazarın belli bir zaman aralığında kaleme aldığı gündelik yaşayışından ve yaptığı resimlerden oluşmakta.
 

 

Orhan Pamuk'un günlük tutma eylemindeki aracı yöntem, Montaigne'nin Denemeler kitabında söylediği, "Biraz mürekkep yalamış adamsam da, aklında bir şey tutabilen bir adam değilim" cümlesine denk düşer.

Ama Pamuk, ruhta cereyan eden imgeleri sadece kelimeler yoluyla değil, resimle de ortaya koyar.

Kelimeler yoluyla bize dünyayı resmedebilen, bunu göstermekte latif ve mahir bir yol sergileyen Pamuk, resimle bize bir şey anlatmaya kalkışmaz aslında, kendi içsel yolculuğu için ressamlık yanını sadece kendine sırdaş kılmıştır.

Geçmiş korkularını geleceğe taşırmış bir yazarın resim sanatına içten içe sarılışının tedirgin hallerine rastlarız:

22 yaşında içimdeki ressamı öldürdüm ve roman yazmaya başladım. 2008 yılında bir dükkâna girip iki büyük torba dolusu kalem boya fırça alıp küçük resim defterlerine korku ve zevkle resmetmeye başladım. Evet içimdeki ressam ölmemişti. Ama korkular içindeydi ve çok çekingendi. Yaptığım resimleri kimse görmesin diye defterlere yapıyordum. Hatta biraz suçluluk duyuyordum: Demek ki kelimelerin yetersiz olduğunu düşünüyordum. O zaman niye yazıyordum? Bu huzursuzluklar hızımı kesmiyordu. Resmetmeye çok hevesliydim ve her yere gene resmediyordum. 


Belki Pamuk için resim, henüz tam anlamıyla yüzleşemediği, içerideki ödeşmeyi kapatmamış bir alan olarak masada ve zihninde duruyor.

Çocukluğa dair bu sesin hâlâ yankılanıyor olması, onu içeriden ve dışarıdan çevrelemiş olması, baştan aşağı basit bir form gibi görülebilir.

Pamuk, bir çeşit kendini aşma varsayımıyla, bireyselliğe erişme özgürlüğünü hatırladığı şeyler üzerinden dönüştürme ihtiyacı güder.

Zamansal temeli olan resim sanatını, duyusal benlikten ayırarak belleğin temaşa ettiği deneyimi gizemli ve sırlarla dolu bir yerde saklamaktadır Pamuk.

Görülebiliyor ki, kendini malzeme olarak sunan sanat değildir, kişinin kendisidir. 


Orhan Pamuk'un yazarlığının yanında bir okur gözüyle kitaplara olan kişisel bakışı günlüklerde yer bulur.

Pamuk'un "Kitapları dünyayı hatırlattığı için değil unutturduğu için severiz" yorumu tartışmaya açık olduğu kadar yeniden yorumlamaya müsait bir cümledir.

Pamuk'un bahsettiği, sürekli "orada" diye yankılanan yer mi dünya? Yoksa gerçek dünya mı?

Belki de kendini özgür hissettiği, yaşamak için can attığı, her okurun da bulunduğu yerden başka bir yere götüren dünyadır Pamuk'un bahsettiği dünya.

Herkesin dünyası farklı bir yere temas etmek ister, yaşamadığı ama yaşamak için can attığı yere.

Cemal Süreya'nın TRT'deki röportajda sarf ettiği, "1944 yılında Dostoyevski'yi okudum. O gün bugün huzurum yoktur" demesinin yanında, Melih Cevdet Anday, Rahatı Kaçan Ağaç şiirinde, "Ona bir kitap vereceğim /Rahatını kaçırmak için" dizeleriyle kitaplarla aramızdaki ilişkiye yönelik bir başka yorum getirir. 
 


Orhan Pamuk'ta zamanın aşırı yorumu bir yana, gerçek dünyayla kendisi arasında ördüğü bağın yansımasına, olmak istediği dünyanın manzarasına rastlarız.

Onun için, sadece manzara resmi çizmek bir görüntü değildir, kâinatta yalnızlığına sıkıca sarılmış, korkularla uyanan bir bireyi görürüz.

Onun nazarında yaratılmış bir manzara, bu dünyada olmak bu dünyanın dışına çıkma arzusudur aynı zamanda. 

Manzaranın kendisi değil, ama yaptığım bu resim böylece bana içimdeki dünyayı anlatan, hatırlatan bir şey oluyor. Ama manzarada asıl önemli olan şu güvenlik duygusu! Önüm açık, etrafım boş, yukarılarda bir yerde güvendeyim… demek. Manzara görmeyi, Manzarayı seviyoruz, çünkü dünyaya, âleme yüksekçe bir tepeden bakmak zevkine sahip olanlar; korunmuş, öldürülmemiş… Manzara bir korunma duygusu veriyor bana. Ama bir hatıra yanı olduğunu da hissediyorum. 


Bir yazarın yaşadığı coğrafyayla ilgili kaygıları, korkuları elbette sadece haber bültenlerindeki söylemlerinin ışığında değerlendirilmeyecek kadar insani bir boyuttadır.

İnsanların sokak ortasında güpegündüz öldürüldüğü bir ortamda, sanatçı olsun yazar olsun bu korkuyu yüksek sesle dile getirme yöntemine günlüklerinde rastlarız.

Ya diğer insanların korkuları? Neredeyse hiç yok. Edebi kaygıdan uzak, dümdüz söylenmiş bir cümlede, insanın yaşam ve ölüm arasındaki dirençsizliğine dair apaçık olanda yalnızca Pamuk'u görürüz.

Bu görme, bir bencilce tutumu açığa çıkarır. Çünkü Pamuk'un çeperine aldığı kendisi ve ürettikleridir yalnızca: 

Müzeyi bitirmek, güvenlik vs. konularımız. Müzenin basit hırsızlardan, siyasal vandallara… saldırıya uğramasından korkuyorum açıkçası. Gittikçe büyüyen bütçeler kadar bu korku da uykularımı kaçırıyor.

 
Deneyim, yazarın yaşama arzusunda kani getirdiği her şeyi körükleyerek duyumsamalar yaratır.

Temas ve titreşimin aynı aralıklarla yankılanmadığı, bunun bireysel bir tarih aralığında ortaya çıktığı ihtimali de öne çıkarılabilir.

Yüksek sesle söyleme kabiliyetine girişmiş olan kişi, deneyiminin desteğini alarak ruhundaki kavrayışa tanımlama getirebilir.

Birçok bölünme yaşamasına rağmen, bir bütün olma arzusunun neşesini taşır bilinçsiz de olsa.

Orhan Pamuk'un aktarmaya çalıştığı duyumsamalar, ancak ve ancak deneyimin tekeliyle açıklanabilir: 

Ne kadar ruh halim varsa o kadar da kişiliğim var. Her yeni ruh halinde yeni bir insan oluyorum. Ve yeni bir insan olunca eski düşüncelerimi tanıyamıyor, onlara hayret ediyorum… Düşüncelerimin odak noktası şu ara ne kadar çok değişiyor. Demek ki sürekli başka biri oluyorum.  


"Eve dönüşü" simgeleyen bir diğer tasarruf ise Pamuk'un sıklıkla karakterlerine uğramasıdır. Kişisel özdeşliğin yansıttığı bilinç, eve dönüşü simgeleyen bir uçsuz bucaksızlığın aynasıyla göz göze getirir.

Geçmişteki eylemin güncel tasavvuruyla karşılaşırız Pamuk'un karakterlerine dönüşünde. Bir iç buhranından dışa doğru tasviri akıtılmış tuvalin anahtarına elinde tutmadır bu.

Perçinlenen yaşamın ya da eserin bilinç ötesinde yeniden bir dönüş olma temennisini barındırır. Kar romanına dönüş gibi: 

Çocuğun  peşinde katiller, hırsızlar, zalimler TÜM KÖTÜ ADAMLAR vardı. Fazla kalabalıktılar. Kan ter içinde onlardan kaçan Bay KA kaçtıkça arkasındaki kalabalığın arttığını görüyordu. Rüyasında gördüğü çocuğun kendisi olduğunu görünce suçluluk duygusuyla daha da hızlı kaçmaya başladı. 


Her şeye politikliğin, sınıfsallığın atfedildiği, politik ve sınıfsal olanın yüzeysel incelendiği, derinlemesine bakılmadığı bir yerde, Ahmet Uluçay gibi bir yönetmen günlüklerinde yaşadığı toplumun ikiyüzlülüğünü, ekonomik buhranını, yanındakilerinin kibrini ve siyasal zeminin kayganlığından bahsederken; Orhan Pamuk yine her şeye politik, sınıfsal bakılan yerin perde arkasında yalnızca içsel bunalımını, yazdığı eserlerdeki karakterleri dert etmesi, aşılamaz bir soruyu beraberinde getirmiyor mu?

Yazar ya da sanatçı bakışını nereye fırlatmalı?

Ya da şöyle diyelim: Bombaların patladığı, insanların yerlerde sürüklendiği, helikopterlerden insanların atıldığı, çocukları ezen akreplerin olduğu, ölen insanların üzerine biber gazının sıkıldığı, ekonomik bunalımdan çıkamayanların, atanamayanların intihar ettiği, insan haklarının yerlerde süründüğü bir ülkede, bu konulardan yalnızca bir tanesi bile Pamuk'un radarına girmiyorsa, biz bakışımızı nereye fırlatacağız?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU