Yunanistan ve tarihin en büyük umumhanesi

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: thessmemory.gr

Savaş söz konusu olduğunda insanlar doğal olarak güç dengeleri ile düşünür ve bunun kritiğini yapmaya başlar.

Çok zor değildir; 'Yunanistan 11 milyon, Türkiye 84 milyon, biz onlardan 8 kat fazlayız, ezer geçeriz' demek.

Çok zor değil evet, hatta çok kolaydır. Çünkü ciddi işlerde saçmalamak en kolay iştir.

Savaşın aritmetiğinde nüfus dengesi önemli bir kuvvet çarpanı olsa da işler her zaman böyle gitmez.

Nüfus, asker gücünden de öte, üretim gücüdür. Savaşın toplam maliyetinin bölüneceği insan mevcududur.

O nüfus azsa maliyet az insana, çoksa çok insana bölünür. Birim adam başına maliyet düşer, zahmet ve gönüllü çalışma süreleri düşer.

Bu durumda ordusu çok üstün donanımlı bile olsa nüfusu kısıtlı ya da minör ölçekteki ülkelerin savaşı ya kısa sürede bitirecek şekilde "etkili vuruşlarla bir yıldırım saldırısı" yapması gerekir ya da bir koalisyonla bunu başarması lazımdır.

İkincisinde şansı yüksektir. İlkinde ise gizli koalisyon diyebileceğimiz, bir ya da birkaç gücü arkasına alması durumu öne çıkar, zira tek başına girdiğinde bu intihar demektir.

Şu anda Yunanistan'ın yapacağı şey de budur.

50 kiloluk biri üzerinize otursa çok canınız yanmayabilir. Ancak 50 kiloluk biri üzerinize sandalye ile otursa canınız hayli yanar.

Çünkü bedeninize temas eden her bir bacak 12,5 kilo olmasına rağmen, birim alandaki etkisi fazladır.

Kuvvet aritmetiğinde de zayıf olan bir kuvvet, birim alanı dar tutarak güçlü durumdaki ülkeye dar bir noktadan etkili şekilde saldırırsa ilerleme imkanı bulabilir.

En sofistike ve optimum yöntem ise, düşman hedeflerinin akıllı füzelerle ve radara yakalanmayan ya da mümkün mertebe az yakalanan uçaklarla vurulmasıdır.

F-35 gibi oyuncakların Yunan'a verileceğine kesin gözle bakabilirsiniz. Tıpkı "görünmeyen denizaltıların" sağlandığı gibi, bu komşumuzu bir parça donatacaklar.

Zayıf olan sıkleti, noktasal bazda etkili ve delici olsun diye bunları yapmak zorundalar.

Yunan saldırısında da eğer şaşırtmaca değilse ve ABD ikmalinin yapıldığı Trakya'dan gelişecekse, 3 ana nokta vardır:

  1. Edirne Şehri hedeflenir ve buranın alınması ile moral yıkım amaçlanır.
     
  2. Dedeağaç-Peplos hattından ilerlenerek fazla zorlanmadan İpsala alınarak İstanbul'a doğru bir maceraya atılırlar ki bu hem uzun hem de hezimetle sonuçlanması yüksek bir olasılıktır.
     
  3. Dedeağaç'tan amfibik bir harekatla Enez ve Saroz Körfezi-Mecidiye hattı ile Gelibolu ve Çanakkale boğazı hedeflenir.

1 ve 3 ihtimalleri, Yunanistan ordusunun kapasitesine ve getirilen oyuncaklara göre daha makul görünüyor. 2 ise en ütopik ihtimal.

Şu anda kontrollü bir gerilim var ve gerilimdeki kontrolün hangi taraf tarafından koparılacağını bilmek veya kestirmek zor.

Büyük olasılıkla ilk ateşin Türkiye tarafından başlatılmasını bekliyorlar.

Yunanistan bu oyunda başrolde değil aslında. Başkalarının oyununun başrolünde diyelim.

Kendi oyunu değil. Kazansa da kaybetse de Doğu Akdeniz'deki Münhasır Ekonomik Bölge'de (MEB) hakkından fazlasını alamaz.

Kazansa da ona kazandıran güçler yüzde 10'dan fazlasını vermeyecekler.

Dostluk kartını kullansalar Türkiye'yle çok daha fazlasını birlikte işletebilirler oysa.

Ancak Türk-Yunan dostluğu Türkler ve Yunanlar dışındaki güçlerin zararına olduğu için ihtimal dâhilinde bile değildir.

Yunan'a silah satılacak ve Türklerden toprak koparılacaktır.

Yunan kaybetse silah satılmış olacak, kazansa toprakların işletimi batılı ağabeylerine verilecek ve Yunan daha fazla silahlandırılacak.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Türk-Yunan barışı, doktrin bazında saçmadır.

Çünkü Yunan eğitim sisteminde ana düşman figürü Türk'tür.

Çünkü Yunan çocuk kitaplarında Türk canavardır. 

Çünkü Yunan kilisesinde vaazda bile Ayasofya, Türk işgalindeki kutsal mabettir. 

Yunan'a göre Türk, Yunan'ın sahip olduğu kutlu medeniyetin üzerine Moğolistan'dan gelip yerleşmiş bir barbardır.

Çünkü ona dilini koruma imkanı vermiştir. Dinine, mabedine dokunmamış, hatta kendi inananlarını kendi kilise mahkemelerinde yargılama hakkını bile vermiştir.

İslam şehirlerinde domuzunu yemiş, şarabını içmiş ve Sultan'ın sağlığına dua eden Rum gitmiş;

Türk'e küfreden ve ona nefret eden Yunan milleti yaratılmıştır.

Bu doktrinin mimarı ise Yunanistan değil, bu proje ülkenin mimarı olan emperyal güçlerdir. 

Zira Yunanistan, Türkiye'ye karşı Batı tarafından ve Batı'nın çıkarları için, gelecekte alınacak Mısır, kutsal topraklara giden kıyılar ve Süveyş yolunun ele geçirilmesi için vücuda getirilmiş bir devlettir ki, bunu ben demiyorum.

Saygın profesörleri Dimitris Kitsikis söylüyor.

Kendi profesörleri, Yunanistan'ın Batı'nın çıkarları için meydana getirilmiş yapay bir devlet olduğunu dile getiriyor ve aslında doğru da söylüyor.

İşte bu devletin kendi iradesi yoktur. Savaşmak istediğinde kendisi istediği için savaşmaz.

Barış istediğinde ise, gücü tükendiği ya da destekçileri başka yöne bakacak kadar yoğun veya yorgun olduğu için barışmak zorundadır.

Yunan hiçbir barışı, barışma iradesi ile değil, savaşacak desteği bulamadığı zaman yapar.


Şimdi ne olacak peki?

Söyleyeyim. ABD ve Fransa ile geliştirdiği ilişkilerine güvenerek bir noktada gerilen bu ipi koparacaklar.

Şahsen ben kopmanın Yunanistan tarafından yapılacağını ummuyorum ancak Yunanistan'ın kendi iradesi ile savaşa hazırlandığını da sanmıyorum.

Sınırımızın öte tarafına yığılan binlerce oyuncağı da kendi iradeleri ile getirmediler.

Yunanistan, tıpkı 1915 Çanakkale Savaşı'nda aslında savaşan kuvvetlere katılmıyor olmasına rağmen,  lojistik destek sağladığı gibi davranıyor.

O dönemde de Limni Adası'nda üslenmişti İngiliz ve Fransız gemileri.

Gelibolu'da ölüm saçmadan önce Limni Limanı'nda dolduruluyordu gemilerin cephanelikleri.

İstirahat verilmiş hasta Fransız askerleri Yunan genelevlerine giriyorlardı Selanik'te. 

Ne gariptir ki 1914 yılında Yunanistan ile bir "kara sınırımız" olmamasına ve hatta Yunanistan daha Balkan Savaşı'ndan çıkalı birkaç sene geçmiş olmasına rağmen, o sıralar kurmay albay olan Yannis Metaksas, Venizelos'a verdiği harekât planında Anadolu'nun ilk işgal planını takdim etmişti.

Bu harekât planı, Bulgaristan'ın o dönemde Yunanistan'a düşmanlığı sebebiyle imkânsız bulundu.

Metaksas yine durmadı ve ısrarını sürdürdü. Yunan donanmasının Osmanlıları müzakereye zorlamak için Çanakkale Boğazı'nı Türklerden temizlemesi ve İstanbul'un işgalini önerdi.

Yani Türkiye'ye bir savaş ilanı olmaksızın Gelibolu Yarımadası'nın ani işgali önerilmişti.

Bu kurmay planında Yunanistan'ın güçlü donanması ile ansızın saldırı yaparak bunu mümkün kılabileceği altı çizilerek belirtiliyordu.

Ansızın bir saldırı… Savaş ilan etmeksizin. Altını çizmeme gerek var mı? Yoksa herkes anladı mı bir şeyler?

Ancak Yunanistan'ın bu planı, Yunanistan'ın gücüne uygun bulunmadığı için İngiliz ve Fransızlar tarafından üstlenildi.

Harekat planının esas mimarı, Yannis Metaksas'tır.

Yunanistan, savaşa 1916, hatta 1917 senesinde resmen girecekti ama 1915'te Gelibolu'ya İngiliz ve Fransız saldırısı başladığında daha Türkiye'ye hiçbir şekilde savaş ilan etmemişken Limni adasında itilaf devletlerinin donanmalarını misafir edip askerlere çadır kentler kurmaya başlamıştı.

Yeter ki Türklere vuran olsun, hıyara tuzla koşan bir "komşu" fenomenine sahibiz. Buradan tanıyalım malımızı.
 

 

Yukarıdaki resim, 1915 senesine aittir ve nisan ayında Limni Adası'nın Mondros Limanı'nda çekilmiştir.

Yüzlerce gemiden oluşan müttefik filosu Çanakkale'ye ölüm kusmak için burada birikiyordu. Yani çok uzaklardan doldurup gelip bize boşaltmıyorlardı bombalarını... Burasıydı lojistik üsleri.

Dün Limni'nin Mondros Limanı, bugün ise Dedeağaç. Çok mu farklı?

O gün de vardı, şimdi de var. Bu hiçbir zaman değişmedi ve o bayrak orada dalgalandığı sürece ve güneş Anadolu'nun üzerinden her doğuşunda hep kalplerinde olacak imkânsız sevda budur.

Fare aslanı yutabileceğine inanmasa da her 25 senede bir kışkırtılmakta ve dehlenmektedir.

Bu kışkırtmaların aksadığı dönemlerde ise kendi canının derdindedir farecik. Ya İtalyan işgaline uğramıştır ya Nazi işgaline ya da iç savaş yaşamaktadır.

Rahat zamanında başına bela arayan bir Proxy devlettir komşumuz… İşte bu devletin dilinde Anadolu "Doğudaki" veya "Doğu kısım" demektir.

Güneş'in her doğuşuna baktıkları yönde "Anadolu" yani Doğu yönü vardır ve ülküleri budur. 

Bir Yunan'ın kafasında Türk düşmanlığı olmasa da milliyetçiliğinin kodlarında mutlaka vardır ve bu kodlar, Türkiye'ye savaş için her Yunanın aklında ve kalbinde az çok saklıdır.

O kalpte Ayasofya vardır, İstanbul vardır, Kıbrıs zaten hep gündemdedir. Bu sebepten Türk'le dost olan bir kısım Yunan halkı müstesna, Yunanistan'ın politikasına hakim olanlar için daima "yayılmacı bir Yunanistan" politikası, o ülkenin devlet politikasıdır.

Sen bir Yunan turistle rakı masasında dostça kadeh tokuştururken bile, onun vergi verdiği ülkesinde paralar Lavrion kampındaki PKK'lı teröristlere, Selanik'in ara sokaklarında oturma izni verilen DHKP-C'lilere, Trabzon'da Pontus devleti kurmaya çalışanlar ve onlara yaltaklanan üç paralık yerli türkücü serseriler ve trollerine akıtılmaktadır. Yunan'ın barış dönemindeki cilveleridir bunlar. 


Biraz önceki genelev meselesini de açıklayalım da geçmemiş olmayalım.

O dönem Selanik'inin bizdeki "Zürafa Sokağı" haline getirilmiş olan Vardar Caddesi'nde bir muhitte (Bara muhiti) Fransız ve İngiliz askerlerine sunuluyordu şehrin seks işçileri.

Aslında bunlar, izzet-i nefs sahibi bir millet için çok şeref düşürücüdür...

Savaşta değilsiniz ve sadece Türklere karşı savaşıyor diye topraklarınıza İngilizleri ve Fransızları alıyor, onlara kapı açmakla kalmıyor bir de seks hizmeti sunuyorsunuz.

Yunan olsam, sırf bu fotoğraflara bakmak bile bana bir utanç sebebi olurdu.

Kamerunluyum derdim ama Yunan'ım diyemezdim bu fotoğraflara baksam.
     

2.JPG
Fotoğraflar: thessmemory.gr

 

Yukarıdaki resimlerden yüzlercesi mevcuttur. Vardar Caddesi'nde müşteri bekleyen kadınlar ve pazarlık yapan müttefik askerleri görülmektedir.

Genelevler bölgesi o sıralar Vardar Meydanı'nın batısında Monastiriou Caddesi ile Xirokrini Caddesi'nin kesişiminde yeni tren istasyonuna uzanan bir mekândaki "Bara" muhiti idi.

Yani askeri ikmal hattının ilk şehre girdiği kısım denebilir.

Makedonya cephesinde savaşmak üzere bu şehre gelen İngilizler, Fransızlar, Yeni Zelandalılar, Faslılar ve Senegalliler için burada Yunan devleti tarafından gerekli "kolaylıklar ve misafirperverlikler" böylece sağlanmıştı.

Tüm bunlar yaşandı ve tarihe yazıldı. Sakın bu yazdıklarımızdan ülkesinde namus ve edep timsali olarak yaşayan Yunan insanlarının tamamına yönelik bir haksız itham çıkmasın.

Bilakis bunlar da yaşandı… demek için gösteriyoruz bu fotoğrafları.

Bir toplumun genelini kapsamaz ama idarecilerinin tamamını kapsar bu itham.
 

3.jpg
Fotoğraf: thessmemory.gr

 

Makedonya cephesinde savaşmak üzere gelmişti bu askerler. Yani Alman orduları ve Bulgar ordularına karşı…

Hatta Fransızlar, Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş, Adana ve Suriye gibi Türk topraklarına gönderecekleri işgal birliklerini daha 5 sene önce Türklerden koparılmış olan Selanik'te konaklatıyorlardı.

Yukarıdaki resimde Senegalli Müslüman kökenli Fransız askerleri, Selanik'teyken görüntülenmiş.

Bara fahişelerinin kaldıkları evler de içler acısıydı. Demirciler, hanlar, nalburlar ve tütün depoları arasında kalan tek katlı bu evlerde kalan kadınlar bir ufak odada kalırdı.

Askerlere kendilerini sundukları odalar, askerler zahmet çekmesin diye giriş kattaydı ve mutfak mutlaka üst katta olurdu.

Günün büyük kısmını iç çamaşırsız geçirdikleri için soğuk alan bedenlerini ısıtacakları tek şey, bir kömür ızgarasıydı.

Özel bir yaşları yoktu. 13 yaşındaki kızlar da 60 yaşındaki kadınlar da olabiliyordu.

İlias Petropulos, bunların yaşlarının olmadığının özellikle altını çizmektedir kitabında.

Kapılarda kendilerini sergileyen "Bara fahişeleri" Çanakkale'de yorgun ve yaralı düşen Fransız ve İngiliz askerlerinin tek tesellisiydi.

Kadınların tamamına yakını Rum'du. Bunlar arasında Balkan Savaşı'nda kocalarını kaybetmiş olanlar da vardı, köyden gelen Rum kadınları da.

Kış boyunca yarı çıplak şekilde o pencerelerin önünde duran, sokakta müşteri bekleyen bu kadınlar, Fransız ve İngiliz askerleri ile Senegallilere bedenlerini verirken Yunanistan "Averoff" Gemisi'nin haşmetiyle övünmekteydi.

1915-1917 arasında Selanik'in az ekmeğini yemedi İngiliz ve Fransız. Haliyle Yunan halkı da onların az ekmeğini yemedi tabi.

Oldukça kötü durumdaki Yunan ekonomisine canlılık demekti bu askerlerin varlığı aynı zamanda…  

Bu dönemde bu şehirde yaşananları tarih pek az yazdı, insanlar pek az konuştu.

Mark Mazower'ın Selanik'in eski dönemlerini anlattığı yazılarını okuyanlar, bu şehrin nelere katlandığı hakkında fikir sahibi olabilir.

Yetmezse İlias Petropulos'un "Bordello" (Genelev) adlı eserini de okuyabilirler. Kafamdan yazmıyorum bunları.


Peki, ne oldu? 

Yunanistan bunun karşılığını bonkörce alacaktı. Mondros mütarekesini takip eden dönemde Türklere niyet getirilen askeri ekipmanın bir kısmı Yunan'a verilecek ve Anadolu'nun işgali için gönderilecekti Yorgo. 

Efendilerin silahlarını kullanacak bir piyon, önden sürülecek bir top yemi her zaman vardır.

Rusya'ya karşı garibim Ukrayna'nın masum insanları nasıl kullanıldı ise, Türkiye'ye karşı da Yunan kullanmak zor değildir.

Ortodoks kanının batılı efendiler için "çöp" hükmünde olduğunu anlamayanlar bir Ortodokslar kaldı.

Son 30 senedir Balkanlardaki tüm savaşları analiz ederseniz Katolik Hırvatistan'ın kazandığını, Katolik Slovenya'nın yine arka çıkılarak neredeyse savaştan zarar görmeden hem savaşı kazanıp hem de Avrupa'ya kazandırıldığını görürsünüz.

Katolik Çek ve Slovakya'nın da kansız şekilde ayrılıp kazananlar kulübüne eklendiği ortadadır. 


Peki, kimler kaybediyor?

Sırplar açısından bakarsanız, Sırplar Kosova'yı kaybetti.

Bulgarlar? Bu dönemde bir şey kaybetmediler ancak Ege'ye çıkışı kaybedeli seneler oldu.

Dahası kendi toplumlarının bir parçası gördükleri Makedonya, Bulgarları artık kendilerine "Makedon" diyor.

Bulgarlar da toplumlarının bir bölümünü aidiyet bazında kaybetti.

Bosna Hersek, Sırpları bağımsız Sırbistan ve Sırbistan'la birleşme rüyalarını kaybederken, kaybetme sırası şimdi Yunanistan'a geliyor.

Ayrıca belirtelim Karadağ da Ortodoks olduğu halde bir şey kaybetmeyenlerden. Sırası gelmemiştir diyelim. 

Gürcistan kaybetti. Abhazya'yı, Güney Osetya'yı… Ukrayna ülkesinin doğusunu ve Kırım'ı.

Belarus, kendi kendisini yönetme ve halk iradesi kartını kaybederken Rusya tarafından "sahip çıkıldı" ve kaybettiği her şeyi kazanç olarak gösteren Slav abisi tarafından arkalandı.

Avrupa'nın bir Protestan ve Katolik tutuculuğu kalmamış olabilir, ancak Avrupa ruhu bu iki mezhebin ağırlıkta olduğu ülkelerde hâkimdir ve Ortodokslar kendilerini ne görürlerse görsünler, Batı medeniyeti için Ortodoks kanı, çöptür.

Yunanistan'ın mızmızlığıyla doludur Türkiye karşısında uğradığı başarısızlıklar.

Başarıların ödülünü "Yedi Sdalar" hediyesi olarak alan Yunanistan, başarısızlıkta ise yediği dayakla kalır. 

Yunanistan'a gittiğimde ilk kaldığım yer hiç değişmez. Mutlaka önce Selanik'te kalırım.

Bir kişiyle sevdiğimiz şehirdir Selanik.

Ezanları dinmiş de olsa ruhu, bayrağın hür bir şekilde dalgalandığı bir tek evde yaşamaya devam etmektedir. 

Velhasıl her gidişimde şehirde bir zaman yolculuğuna çıkarım. Eski sokaklarda gezinir, limana doğru iner ve kahvemi içerim.

Bir Selanik uzmanı olan Sinan Çakır ile bu şehrin sokaklarında gezmek ise şehrin geçmişini bilen uzmanların alacağı bir diğer tattır.

Selanik hakkında yazılmış ne varsa, çizilmiş ne kadar harita varsa ya okumuş ya göz atmış olduğum için şehri sindire sindire gezmişimdir.

Çoğu 60'lardan sonra inşa edilmiş olan otellerle doludur Selanik.

Zaten malumunuzdur ki 60'lardan önce kıyı turizmi ve günümüzdeki modern turizm pek gelişmiş değildir ve şehirlerdeki oteller de eskiden kalma klasik konaklar ve birkaç işletmedir.

Ben de Selanik'e gittiğimde çok çeşitli otellerde kalırım. Seyahat bütçeme göre değişir.

Ama özellikle Capitol Hotel veya Capsis Hotel gibi iki önemli otelde kalırken düşüncelere dalarım.

'Niye?' diyecek olursanız, eski Bara semtinin üzerinde inşa edilmiştir bu iki otel.

İnşa edildikleri yerde bir deri bir kemik kalmış Yunan kızlarının dramları gömülüdür…

1951'de bu semt temizlenene, genelevler kapatılana dek burada yaşayan, hastalıklardan ve hatta zalimce, sadistçe muameleden ölen fahişeler çokçadır.

Buna rağmen garip bir refleksle Yunanların ünlü yazarları, hatta Nobel ödüllü yazarı Kazancakis bile, bu semtle gurur duymaktadır.

Annesi Keşanlı, babası ise Tekirdağlı mübadil bir Rum olan ve Selanik'e mübadil olarak yerleşen bu aileden doğan Yunan yazar Yorgo Yannou ise kitabında Bara ile övünmektedir.

Şöyle der Yannou:

Bara, modern Yunanistan'ın en büyük geneleviydi ve Bara'daki görgü kurallarının örneği ise olsa olsa İstanbul'da aranmalıdır. Dünyayı dolaşan Kazancakis bile bir yerlerde bizim Bara'mızı Japonya'nın Yoshiwara'sıyla karşılaştırır. Her ne kadar küçümseyici olduğunu düşünsem de, devletimize böylesine ciddi bir şekilde bahşedilmiş bir övgüyü reddetmeye hiç niyetim yok…


Ne güzel ki 'ünlü bir genelevler semtimiz var' diyor yani…

Sanırım kültürünü ve milletini aşağılayan her Müslüman ve Ortodoks'a Nobel vermek de bir diğer yazılı olmayan kuralı olmalı bu ödülü almanın.

Derme çatma tek katlı evlerde faaliyet gösteren genelevlerin dağıtılması ile bir değişime girene dek Selanik'in en pis semti olan Bara'da çalışanlar çok zor durumdaki Rum kadınları olmuştur.

Buradan taşınanlar liman ve tren garına doğru uzanan 50 kadar ev ve apartmana dağıtılır ve bir mahallenin bu vasıfla anılması önlenir.  

1960-70'li yıllardan itibaren, Bara muhiti büyük ölçüde değişir, yeni tren istasyonunun otoparkı genişletilirken buranın da bir kısmı bu otoparka katılır.

Monastiriu Caddesi genişletilirken yapılan yıkımlarda biraz daha yok olur. Yeni apartmanlarda saygın aileler bölgeye yerleşerek "soylulaşma" yani "gentrification" başarılır.

İnşa edilen oteller antrepo bölgesine dek uzanırken fuhuşun yerini artık turizm alır ve bir şehrin kolektif hafızası ile birlikte haritadaki yeri de silinir.

Artık Selanik'te Bara diye bir semt yoktur.

İngilizler ve Fransızların Selanik'teki varlıkları ise günümüzde adı değiştirilmemiş nadir muhitlerden olan "Zeytinlik" semtindeki mezarlıkta anıtlaştırılmıştır.

Şehri 500 sene yönetmiş olan Türklere ait tek bir mezar taşının bırakılmadığı Selanik'te Türklere karşı savaşan müttefikler için 30 bin kişinin yattığı bir mezarlık bulunmaktadır ve Yunanistan'daki en büyük "maşatlık" burasıdır.

Maşatlık diyorum dikkat ederseniz zira Türk kültüründe "mezarlık" ya da "şehitlik" kelimeleri Müslüman mezarları için kullanılır.

Gayrimüslim mezarları için "maşatlık" deriz ve bu, Balkanlarda da bilinen bir terimdir.

Maşat ise "meşhed" yani "taş" kelimesinden gelir ve "taş dikili yer" manasındadır.

İşte bu maşatlıkta yatan en kalabalık grup, 8 binlik mevcudu ile Sırpların maşatlığıdır ama çoğu maşat rezil haldedir ve çoğunlukla yağmurlu mevsimlerde çamura döner.

94 yaşında bir Sırp ihtiyar olan Corce Mihayloviç diye bir yaşlı bekler bu mezarları.

7-24 Sırp asker üniforması ile görürsünüz onu ve son konuştuğumuzda hayattaydı ve Yunanistan'da geçirdiği uzun senelere rağmen Sırpçası da gayet iyiydi. 
 

 

Sırp maşatlığının hali Corce dedenin tüm gayretlerine rağmen, beton ve topraktan ibaretken İngiliz ve Fransız mezarlarını bilmem söylememe gerek var mı?

Resmini koyayım en iyisi. Sağda çimleri düzenli biçilen, çiçekleri sulanan ve budanan maşatlık Batılıların, soldakiler ise Sırpların.

Efendi ve köle, komutan ve top yemi arasındaki farkı görüyorsunuz burada.
 

 

Yazı burada biterken konumuza dair aklınızda kalması gerekenlere bir son mesaj ekleyelim.

Olası bir Türk-Yunan savaşının tek kazananı Batılılar olacaktır. Çünkü sermaye asla kaybetmez.

Sermayeye kaybettirecek olan tek şey ise sermayeye savaş açmanızdır ki savaşların mimarları sermaye olduğu için buna cesaret edecek yürek yemiş yiğitler nadiren çıkar.

Türk-Yunan, Rus-Ukrayna, Sırp-Arnavut, Azerbaycan-Ermeni savaşı olsun sebepler ve savaşların gidişatı hepsinde farklı gelişir.

Ancak sonucun fotoğrafı genellikle değişmez ve yukarıdaki gibidir. 

Bu maşatlık resimleri aslında çok şey anlatmaya yeter de biz yine de yazalım dedik…

Dünün Limni'si bugünün Dedeağaç'ıdır. Dünün Bara'sı ise Yunanistan parlamentosu olacak.

Bir ülkenin geleceğini, babasız doğacak çocukların hayatını satmak, kadınlarını kocasız, çocuklarını yetim bırakmak, şehirlerini harabeye dönüştürmek, bir ulusu satmaktır.

Adaları silahlandırmak, sınıra bu topraklarla alakası olmayan bir emperyalist ülkenin askerlerini koymak, vatanını da insanlarının geleceğini de satmaktır ve bunu yapan parlamento ülkesini satan parlamentodur.

Çünkü fahişelikte etin satılması söz konusuyken haksız kararlarla ülkesini savaşa sürükleyen ve halkının bedenini top yemi yaparak silah tüccarlarına satan bir parlamento aslında aynı şeyi yapmaktadır.

Birincisi aç kalmamak için bunu yaparken nispeten mücbir sebebe sahiptir ancak diğeri ülkesini aç bırakıp küresel sermayeyi daha da zengin etmek için satmaktadır milyonların canını.

Dünün Bara'sı işte bu sebeple Yunanistan parlamentosu olmaya adaydır.

Eğer vekili olduğunuz insanların aleyhine alacağınız kararlarla halkınızın geleceğini satıyorsanız, barışı satan bir meclisten daha büyük bir genelev olamaz. 

Saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU