Arjantin'de bir dönem sona ererken: Politika her zaman kişiseldir

Özgür Uyanık Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: EFE

Tam iki yıl önce Arjantin'de, hükümet cephesinin milletvekilleri Máximo Kirchner ve Carlos Salomón Heller, pandeminin derinleştirdiği kriz ortamında ülkedeki 10 bin zengini kapsayan tek seferlik bir "dayanışma" vergisi tasarısı sundu.

Büyük servetler için "Dayanışma ve Olağanüstü Katkı Yasası" önceki yıl aralık ayı başlarında onaylandı ve o tarihte 3,5 milyon dolar üzerinde varlığı olanlardan yüzde 2'lik bir vergi alındı.

Kanunu sunan milletvekilleri, solun önemli isimleriydi.

Carlos Heller, 1960'larda Arjantin Komünist Partisi'nde (PCA) tarım kooperatiflerini organize eden kişilerden biriydi.

1974'de bu kooperatiflerin bağlı olduğu fonun yöneticiliğine getirilmişti. Fakat 1976 cuntası bu fona el koymak isteyince, 44 kooperatif kasasını birleştirip "Credicoop" bankasını kurdu.

Böylece belki de ilk kez bir Komünist Partisi, banka sahibi oldu.

O kadar başarılı oldu ki 2007'de "Credicoop" ülkenin en güçlü ikinci özel bankası haline geldi.

Aynı tarihte Heller, Arjantin Bankalar Birliği "ABABPRA"nın başına geldi.
 

Heller, PCA'nın ve Arjantin solunun hiç tartışmasız her alanda en başarılı yöneticilerinden biri.

1985-95 arasında "Boca Juniors" kulübünün başkan yardımcılığını dahi yaptı.

PCA ile ilişkisini kesip, 2007'de Dayanışma Partisi'ni kurduğundan bu yana "Nestor-Cristina" Kirchner cephesinde yer alıyor (gerçi PCA da o zamandan bu yana aynı cephede).

Fakat Heller bu servet vergisi kanununu meclise getirince, bazı tarım üreticileri "Credicoop"taki hesapları kapatmak için kampanya başlattı. Yine de bu durum bankaya zarar vermedi.
 

maximo_kirchner.jpg
Máximo Kirchner

 

Máximo Kirchner ise, eski devlet başkanları Nestor-Cristina Kirchner'in oğlu.

Karizmatik anne babanın evladı Máximo'nun siyasete atılması da doğal bir süreçti.

2010'dan itibaren Kirchner'e bağlı ve hükümet kaynaklarıyla büyüyen "La Campora" hareketinin liderliğine getirildi.

Ama anne-babasının iktidar döneminde meclise girmedi. İlk kez annesi Cristina'nın başkanlık dönemi bittiğinde 37 yaşındayken milletvekili seçildi. 

Doğrusu, biraz tanıyanlar bilir, Máximo politik ya da pratik açıdan pek dolu biri değildir.

Mecliste ateşli konuşmalar yapmayı seven bir çocuktur ve halen bir siyasi hareketi yönetebilecek yetkinlikte değildir. 

Ancak bu bir haber sayılmaz; haber Máximo'nun verdiği kanun teklifini kapsayan ülkenin, ilk 10 bin zengin arasına girmiş olmasıydı. 

Sağcıya zenginlik yakışıyor; solcu zengin olursa sırıtıyor.

Máximo'nun bilindik bir iş hayatı yok. Dahası bu çocuk, hayatında bir gün bile bir işte çalışmadan ülkenin en zenginleri arasına girmiş.

Arjantin'de yolsuzluk karşıtı yasa gereği tüm siyasetçiler, her yıl varlık beyanında bulunmak zorunda.

Máximo'nun beyanına göre, kendisi aşağı yukarı 7 milyon dolar kadar varlığa, iki otel ve 30 kadar eve sahip.  

Servetinin büyük kısmının da babasından kaldığı görülüyor (küçük kardeşi Florencia'nın da bir o kadar serveti olduğunu ekleyeyim).

Máximo'nun babası merhum devlet başkanı Néstor Kirchner, 1987'de Rio Gallegos belediye başkanı seçildiğinde verdiği beyanda, 1977-1980 yılları arasında 21 ev satın aldığını bildirmişti.

Sonraki 30 yıl boyunca da ev alıp satarak servet edinmişti.
 

 

Gabriel Pandolfo, ölümünden sonra yayınladığı "Néstor: El Presidente Militante" (Néstor: Militan Başkan) adlı biyografide onun için "Ne şair ne hırsızdı. Sadece -sosyal davaya hizmet etmeyen- bir avukattı" diyor.

1981'de diktatörlüğün zayıflamasıyla politika sahnesinde görünür olan Néstor, siyasete atılmadan önceki geçmişinde yolsuzluk olmayan birisiydi.

Zaten 2001 krizi sonrası yıldızının parlaması biraz da bu yüzdendir. Arjantin siyasetinin kirlenmemiş nadir siyasetçilerindendi.

Örneğin sağ cephenin devlet başkanı Mauricio Macri'nin 1990'larda Arjantin Posta Servisi'ni bedelini hiçbir zaman ödemeden satın alıp, içini boşaltıp sonra da iflas ettirdiği, offshore hesaplarından vergi kaçırdığı "Panama Papers" belgelerine yansıdığı bilindiğinde, Néstor'un en temiz başkanlardan olduğu daha iyi anlaşılır.

Ancak cuntanın binlerce solcuyu katlettiği, on binlercesinin sorgu merkezlerinde işkence gördüğü yıllarda, bir solcunun servet yapmış olması pek de CV'de yazılacak türden bir bilgi değildir.
 

 

Bu konu solda büyütülmüyor. Kayıt dışı konuşmalar dışında masaya getirip koyan da yok. 

Zira herhangi bir varoşta, siyasi hareketin temsilini elde etmiş ya da mecliste bir koltuk kapmış, politikanın şu veya bu noktasında yer tutan birçokları için işler bu şekilde yürüyor. 

Öyleyse mesele nedir? 

Mesele politik tıkanmışlık mı, liderlik sorunu mu, yoksa…

"Mesele hep paradır" diyenleri duyar gibiyim.

Haksız da sayılmazlar. Hükümetteki çatlak, IMF anlaşmasıyla başladı.

Çünkü Arjantin ekonomisi 2001 krizinin bile gerisine düştü. GSYİH'nın yüzde 100'ü düzeyinde bir dış borcu var. Bu borcun önemli bir kısmı da IMF'ye.

Ulusal paranın bir istikrarı olmadığı için piyasa tamamen dolarize oldu.

Yoksulluk, genel nüfusun yaklaşık yüzde 60'ına dayandı, enflasyon hiç inmiyor ve zaten geri bir teknolojiye sahip Arjantin sanayisi üretim yapamaz halde.

Başkan Alberto Fernández, sosyal politika ve bazı reformlar yoluyla durumu toparlamaya çalıştı.

Sermayeye gitti, sosyal hareketlere devlette alan açtı ama hiçbir faydası olmadı. 

Bu koşullarda ne tür bir "sosyal sözleşme" ayakta kalabilir ki?

Kabul ediyorum; mesele paradır ama yok.

Geriye bir tek politika kalıyor. Zaten Cristina Kirchner bunu bildiği için kendisini yardımcı, toplumsal desteği olmayan Alberto'yu başkan yaptığı son iktidarını, politikaya duyduğu güven üzerine inşa etti. 

Fakat son tahlilde politika, Cristina'nın kendi kişiliğine ve karizmasına duyduğu sarsılmaz -narsistçe- bir inançtan başka bir şey değildi. 

1973 Ekim'inde Juan Domingo Perón'un, daha önce onu darbeyle gönderen askerlerin gölgesinde, yeniden bir kurtarıcı gibi ortaya çıkıp ekonomik krize kendi karizmasına dayanan bir "toplumsal sözleşme"yle cevap vereceğini zannedip herkesle kavgalı halde ömrünü tamamlaması gibi…
 

juan-domingo-peron1973.jpg
Juan Domingo Perón

 

Aralarında 37 yıl var ama her ikisinin de bir atak olarak sundukları iktidara dönüşleri, esasında büyük bir geri adımdı.

İkisinin de ılımlı iktidarı merkeze aşırı bağımlılıktan kaynaklanıyordu. Sırf bu nedenle bile başarısızlığa mahkumdu. 

Politikanın kişiselliği bir kural olmakla beraber onun başarısı yetenekten ziyade koşullara bağımlıdır. 

O koşullar sebebiyle, ilk hükümet dönemlerinde 1947'de Perón, 2003'te Kirchner başarılıydılar ama sonraki dönüşlerinde aynı başarıya yaklaşamadılar.

Dönemlerinde deha sanılan liderlerin çoğu yalnızca olayların bireysel yönünü ve sadece kendi konumlarını değiştirmeyi başarmış kişilerdi.

Ekonomik başarıların çoğu, iç dinamiklerin açığa çıkmasının değil olumlu dış etkenlerin ağır basmasının sonucuydu.

Fakat mevcut devlet başkanı Alberto, Perón ve Cristina'dan daha trajik durumda.

Zira o bir siyasetçi olmaktan çok bir operatör. Hatta bir moderatör. Başından itibaren sosyal ya da sınıfsal kesimler arasında bir tartışmayı yönetir gibi davranıyor. Adeta bir televizyon analisti.

Sanki iktidarda değil: Bütün umudunu bu sektörlerin uzlaşmasına bağlamış. "Siz uzlaşın ben de yöneteyim" der gibi.

"İktidar ona sahip olmayanı zayıflatır" derler. Alberto'nun durumu da bundan ibaret.
 

 

Cristina terk edinceye kadar onun gücü altında eziliyordu. Şimdi yüzde 11 oyla tek başına senatör bile seçilemeyen birine, Sergio Massa'ya boyun eğmek zorunda kaldı.  

Massa üç bakanlığı birleştirip ekonomiyi koşulsuz olarak emrine aldı (Gelir İdaresi "AFIP"le Merkez Bankası hariç. Bu ikisini halen Cristina kontrol ediyor).

Massa, Kirchner'in "Frente de Todos" cephesinde yer alıyor. Ama bu onun tarafında olduğu anlamına gelmiyor. Mauricio Macri başkanken de ona yanaşıp Davos'a gitmişti.
 

alberto-massa-foto-efe.jpg
Fotoğraf: EFE

 

Zaten bu yüzden Kirchner cephesinden Macri'ye yönelen suçlamalar, Perónist siyasetin boşluğunda yankılanıp yitiyor. 

Sonuç olarak artık Alberto'ya kimse başkan gözüyle bakmıyor. Cristina'nın ise bir yıl sonraki seçimleri tek başına kazanma ihtimali yok, ittifak yapacak pek kimsesi de.

Önümüzdeki ay IMF'den para girmeye başlayınca Massa'nın yıldızı parlar. Bu durumda Massa'nın yıllardır kurduğu hayalin gerçekleşme koşulları oluşabilir.

Belki bir erken seçimde, sağın karanlıkta mumla arayıp bulamadığı aday olarak ortaya çıkabilir.
 

 

Bizler uzun süre diğerlerinden farklı, Cristina'ya özgü bir Peronizm olduğuna inandık. Ve şimdi ilk başta yaptığımız tespite geri döndük: Peronizm bunların hepsinin bileşkesidir. 

Cristina'ya özgü bir Peronizm yok. İçinde Cristina'nın, Massa'nın, Menem'in olduğu bir Peronizm var.

Cristina'nın farkı hepsinden daha uzun süredir kendi karşıtlarını üretebilme becerisinden kaynaklanıyor. Politikadaki devamlılığını "anti-cristinalar" üzerine kurmuş. Bu açıdan Perón'u en iyi onun taklit ettiğini söyleyebilirim.

Cristina sağına karşıtlarını soluna memurlarını oturttuğu ve merkezinde kendi olduğu bir Peronizm inşa etmek istedi. İşte Alberto o memurlardan sadece biriydi.

Başarısızlık ise kaçınılmazdı. Ancak bu düzende başarı değil esas olan statükonun ve rolün devam etmesidir. 

Çünkü politika daima kişiseldir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU