Çeviri ve dil sorunu, modernleşme ve ulusallaşma çabalarıyla birlikte belirginleşen bir mesele.
Arapçanın ilim dili olarak benimsendiği Osmanlı dünyası, bu alanı dar bir ulema sınıfıyla sınırlayarak toplumu bu konunun dışında tutmuştur.
Ancak modernleşme süreciyle birlikte yaşanan daralma ve ulusallaşma, Türkçeyi bir bilim ve felsefe dili haline getirme arzusuyla, Batı kadar Doğu kaynaklarının da çevrilmesi zaruretini ortaya çıkaracaktır.
Zira o güne kadar neredeyse millî bir ilim dili olan Arapça ve hatta Osmanlıca, artık Türkçeye çevrilmesi gereken dillerdir.
Bu ise ortaya Türkçenin bir halk dili olmaktan bir bilim ve düşünce diline yükseltilmesi zaruretini çıkaracaktır.
Tabi ki burada da asıl sorun, toplumun bu sürecin içine çekilmesi ve dilin yeniden yapılandırılmasıdır.
O güne kadar Arapça kavramlarla sürdürülen düşünce ve bilim faaliyetinin Türkçeleştirilme çabası, modernleşmenin bir tür Batılılaşma olarak algılanması nedeniyle, bu süreci Türkçenin Batılı dillerin baskısı altına girdiği ikinci bir "yabancılaşma" sürecine de yol açacaktır.
Bu gibi sorunlar ise ortaya başka bir gerçekliği çıkarır: Bağımsızlaşılsa da henüz özgürleşilememiştir.
Veya Mehmet Âkif'in deyişiyle, bunlar değildir beklenilen hürriyet ve istiklâl. Bağımsızlık silahların zoruyla sağlanabilirdi belki ama özgürleşmek dilin ve vicdanın özerkliğini gerektirir.
Harflerin değiştirilmesi ise bir inkılap sayılamayacak kadar biçimsel ve sarsıcıdır. Bir inkılabı mümkünleştirecek ise düşünsel özgürlüğün sağlanması, dolayısıyla da vicdanlar üzerindeki baskıların kaldırılmasıdır.
Ama askeri bakış açısı olur olmaz her şeyi bir güvenlik sorunu addettiğinden, coğrafi sınırları düşünsel sınırların önüne alarak, düşüncenin ufkunu daraltır.
Bu yüzden küstürülen Âkif'i, Zeki Velidi Togan'ı, Halide Edib'i, Nazım'ı ve daha pek çok ismi karşısına alır ve/veya yurt dışına kaçırır.
Koca bir yüzyıl, Osmanlıca ile öz Türkçecilik arasındaki gerilim ve çekişme içerisinde geçerken, bilim ve felsefe diline dair umutlar da hep ertelenir.
Bir taraf Arapça terimleri korumaya çalışırken, diğer taraf da Fransızcadan itibaren İngilizce ve Almanca terimlerin alımlanmasına doğru seyreder. Yunanca ve Latince de cabasıdır.
Öyle ki çevrilen kitaplardaki özensizlik kadar tarafgirlik de, bu dillerin Türkçe üzerindeki baskısını modernliğe ödenmesi zorunlu bir diyet olarak kabul eder.
Bu ise Türkçenin bu dilleri taklidine yol açarken, bir bilim ve felsefe dili haline gelmesinin de önüne geçer.
Bazıları ise terimlerin salt okumalarının Türkçeleştirildiği bir biçimciliği yeterli görür ve Türkçeden bir bilim ve felsefe dili çıkamayacağını örtük bir biçimde savunur.
Temel sorun ise tam da burasıdır. Zira insanlar kendi dil köklerine ait olmayan terimleri kavramlaştıramaz, buradan yeni sözcükler türetemez, bunlarla düşünüp tartışamaz.
O zaman ise dil, salt gündelik konuşmaların icra edildiği bir sömürge dili haline gelir. Yani en fazla üç bin kelime civarında dolaşılıp durulur.
Dahası dile sirayet eden yabancı müktesebata nüfuz edilemez. Belki eşya isimleri alınabilir ama türevleri, çekimleri ve ayrımları olan fiiller ya da kavramlar dile aitleştirilemez.
Bu ise salt bir çeviri sorunuyla sınırlı kalamayan bir anlama ve anlatma sorununa da dönüşür. Kitaplar hakkıyla çevrilemediği gibi, bunlara dayanılarak bir düşünme ve tartışma faaliyeti de yürütülemez.
Oysa Âkif'in, Nazım'ın, dilin bu kurucu ozanlarının dilinin o hengâmeli dönemde bile adım adım Türkçeleştiğini rahatlıkla görebiliriz.
Veya Elmalılı Hamdi'nin tefsirdeki dilinin Kuran'ı anlamada sağladığı değişim de ortadadır. Hasan Ali Yücel'in çeviri çabaları da.
Sadece dil Türkçeleşmemekte, giderek Türkçe tabirler de üretilmektedir. Yunus Emre'nin dili de o demde yeniden fark edilir.
Dildeki yenileşme çabası müziğe ve dilin diğer bağlamsal alanlarına da sirayet eder. Tabi ki belli bir "aranjman" dönemi yaşanır ama bu çaba olumluluğunu yitirmedikçe, dili ve beğenileri giderek bir düzlüğe çıkarabilir.
İklim itidalleştikçe özgün çalışmalar da belirir ve önemli eserler Türkçeye kazandırılır. Sözgelimi Muhammed Esed çevirisi ile de Kuran meallerini anlamada, Türkçeleşmenin ötesinde düşünsel bir derinleşmeye doğru giden bir izlek de açılır.
Tıpkı Aziz Yardımlı'nın felsefi çevirilerde açmaya çalıştığı izlek gibi. Ama akademinin, kültürel iktidarın, geleneksel çevrelerin gönül indirmediği bu cesur adımlar, geniş kitlelerce izlenmez ve topluma mal edilemez.
Bu geniş kesimlerin katılmadığı çabalar ise doğal olarak hep eksik kalır. Toplumla bütünleşemez. Bir sadeleşme ve yerelleşme çabası olsa da, düşünsel ve bilimsel derinleşmeleri gürleştiremez.
***
Çeviri ne demektir? Bazıları bunu muğlak ifadelerle karmaşıklaştırsalar da, özünde bir failin dilinden zuhur eden metnin, bir başka dilde anlaşılabilir hale getirilmesidir.
Bu meyanda sözgelimi şiir ya da kutsal bir metin çevril(e)mez itirazının anlamsızlığı da oldukça güzel şiir çevirileriyle ortaya konulmaktadır.
Tabi ki bu itirazı doğrulayacak bir veçhe de dilin özgün sesindeki tınıların nakledilememesiyle ilgilidir.
Çünkü şiir sadece söz ya da anlam değil, aynı zamanda ritimdir. Ama bu konulardaki itirazları aşacak olan da çevirmenin, dolayısıyla hedef dilin yetkinliğidir.
Bu yetkinliğe ise doğal olarak ancak dilin işlekliğinin sağlanması çabalarıyla ulaşılabilecektir.
Yahut da şöyle bir itiraz gelebilir: Kutsal metin Tanrı tarafından vahyedilmiş olduğundan, ancak bu söylenme biçimi içerisinde bir anlama ve etkiye sahiptir.
Bu tür itirazlar da temelde anlama sorununa dairdir ki, son yıllarda yapılan çevirilerde Kuran'ın anlamı, giderek yetkinleşen bir biçimde Türkçeye nakledilmektedir.
Şikâyet edilen anlam(a) sorunları ise salt dile ait değil, düşünceye ait sorunlardır ki, bu sorunların aşılması da zaten metnin bir düşünce nesnesi haline gelmesi, yani Türkçeleştirilmesiyle birlikte aşılabilecek ya da en azından üzerinde yenilikçi okumaların yapılabilmesiyle gerçekleşebilecektir.
Oysa bu tip çabalar sadece İslam'ın ilk yüzyıllarında, Arapça içerisinde kalınarak sürdürülmüştür.
Son birkaç yüzyıl içerisinde ise modernliğin etkisiyle bu çabalar millî diller içerisinde yenilenmeye çalışılmaktadır.
Bu ise meselenin doğrudan belli bir "kutsal(laştırılmış)" dil içerisinde kalmakla değil, dikkat, beceri ve deneyimle ilgili olduğunu göstermektedir.
Beri yandan günümüzde Arap olmayan bir okuyucunun anlama güçlükleri, bir Arap için de geçerlidir.
Çünkü Arabın günümüzdeki Arapçası da, metnin özgünlüğünden epeyce uzaklaşmıştır.
Çevirinin yetkinliği biraz da yayınevinin ya da çevirmenin sorumluluğuyla ilgili. Sözgelimi felsefi veya dinî metinlerdeki kavramların ya da bazı ibarelerin çevril(e)memesi gibi.
Bu ise doğal olarak metni anlaşılamaz bir hale getirmekte. Mütercim ya karşılığını bulamadığından, ya metindeki ikincil dilleri anlamadığından, ya da metnin özgünlüğüne halel gelmesin diye bu tip ibarelere elini sürmez.
Ama onun "hıyaneti" zaten tam da bu noktadan başlar; bir dili başkasına dönüştürmeye karar vererek. Çeviri ise özünde bir anlama ve anlatma çabasıdır.
Bu ise metnin anlamının ister istemez değiştirilmesi veya daraltılması gibi sorunlara yol açacaktır.
Ama bu sorun metnin özgün dilinden okunması halinde de olabilecek, dipnotlarla azaltılabilecek bir engeldir ve bunların aşılması da ancak bu gibi çabaların içerisinde gerçekleştirilebilecektir.
Bir kitabın çevrilme güçlüğü bahaneleri kadar kimi ibarelerin çevrilemezliği iddiaları ise son yıllardaki Varlık ve Zaman, Ulysses, Kantolar veya Muhammed Esed'in mealinin çevrilmeleriyle yıkıldı.
Çeviri imkânı, çevrilemez olan bir şeyle karşılaşılan yere kadar uzanır. Bunlar, her bir dilde karakteristik olanları ortaya çıkaran terimlerdir… 1
Sözgelimi Heidegger için bu "Dasein"dir. Ama buna da en azından açıklayıcı bir dipnot düşülür. Farklı kaynaklara müracaat edilir.
Bu bir anlama faaliyetidir zira ve bu çaba anadildeki okumalar için de geçerlidir. Birçok kavram anadilde de anlaşılamayabilir.
Ama bu tür bahanelerle çeviriyi zorlamaksızın bazı ibarelerin kaynak dilde olduğu gibi bırakılması ise bir sorumsuzluk.
Özenli çevirmenler ise bu tip özel ibareleri en azından dipnotlarla anlaşılabilir hale getirmekte ve bu sorumluluğu üzerlerine almaktan kaçınmamakta. Aksi halde ise çeviri eksik ve kusurlu kalacaktır.
Bu meselede gözden ırak tutulamayacak bir yön ise dilin kullanıcılarının dil hakkındaki kararıdır.
Yani bilimi, felsefeyi ve dini Batı dillerinden veya Arapçadan okurken oradaki bir tartışmanın dilinin biçimsel özgünlüğüne mi dahil olacağız, yoksa bu anlama faaliyetini, tıpkı Almanlar, Fransızlar veya Araplar gibi kendimize özgü bir biçimde kendi dilimizle mi sürdüreceğiz?
Ki aksi bir yaklaşım, bir tür asimile edilmişlik olacaktır ki bu durumda dilimizin yetkinliği iddiasından da vazgeçmiş olacağız.
Nitekim İslamlaşmak da dil vasıtasıyla alımlanan bir kültür yoluyla gerçekleştirilmiştir ki bu kültür büyük ölçüde Arap kültürüdür ve özellikle İmam Şafi sonrasında İslam, büyük ölçüde Arap kültürünün asimilasyonuna maruz bırakılmıştır ve buna direnen Hanefilik de, bir yığın töhmetin altında baskılanarak büyük ölçüde bu sürece dahil edilmiştir.
Dolayısıyla da bu kültürün doğrudan İslamlığın kendisi addedilmesiyle, farklı dil bağlamlarına karşı da bu tür bir asimilasyoncu süreç işlemiştir.
Selçukluların benzeri bir süreç içerisinde Farsçanın etkisi altına girmesi gibi Osmanlılar da en azından bilim ve felsefe alanında Arapçanın etkisi altına girmiş, bu ise Türkçenin bilim, sanat ve felsefe dili olması açısından gelişimini engellemiştir.
Tabi ki bu tür sorunların çözümü sadece yayınevlerine, çevirmenlere, akademiye veya iktidarlara bırakılamaz.
Asıl olan toplumun, okuyanların, yazanların; kısacası bu meseleyle doğrudan ilgilenenlerin sorumluluklarıdır.
Türkçe okumak, düşünmek, bilmek ve bildiğimizle eylemek istiyor muyuz? Bunun kararını verecek olan bizleriz.
Anlamadığımız bir ibareyi es geçmek, üzerinden atlamak, bu işi "akıllı" makinelere veya akılsız süreçlere bırakmak istemeyen bizler.
Bu yüzden Aziz Yardımlı'yı takdirle anıyorum. Gerekirse yeni terimleri üreterek çeviride boşluklar bırakmayan tavrı, başlangıçta zor olsa, uygun ya da değil kimi terimlerin yabansılığıyla bizleri baş başa koyduysa da, semeresini veren bu çabadan doğru dile taşınan kavramlar giderek dilde yer tutmaya başladı.
Evet! Felsefe, bilim ya da din dili, bir dilin özgünlüğünün ölçüleri ve sınırları, dolayısıyla da çevrilmeye gelip gelemeyeceği, tamamıyla sorumlu çevrelerin bir karar sorunu.
Çevrilen dilin nasıl bir mahiyete kavuşturulacağı ve her türlü kavramı ifade edip edemeyeceğiyle ilgili toplumsal bir kararlılık sorunu.
Kendi dilimizle bilme, anlama, düşünme ve yapma; dilin evrensel bir lisan olma kararlılığıyla ilgili bir sorun. Ama bu kararı verme sorumluluğu bazı dar mahfillerle sınırlı tutulamaz.
Bu meselenin sorumluluğu en azından konuyla ilgilenen tüm taraflarca ve hatta tüm toplumca üstlenilerek, ortaya asgari ölçekte de olsa bazı ölçüler çıkarılmalıdır.
Kuşkusuz ki bu ölçüler sadece millî, yerel dile ait olmayan, evrensel ölçekteki kıstaslardır.
Kısacası bu oldukça önemli mevzu, yaptığı işin önemine ve sorumluluğuna vakıf olan, sayıları ise birkaçı geçmeyen yayınevinin ve mütercimin üzerine bırakılmamalıdır.
Bunun için özel teşvikler ve destekler sağlanmalı, bu konuyla ilgilenen kurumlar güçlendirilmelidir.
1. Martin Heidegger, Kant ve Metafizik Problemi, Alfa Y. s. 325.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish