aslında da beter.Sevgili Independent Türkçe okurları, bugün sizlere önemli ve ilginç bir kitabı tanıtacağım. Kitabın ismi "Türkiye Üzerinden Yasadışı Göç". Kitabın yazarı da bizlere bugün konuk olacak Yakup Barokas.
- Hoş geldiniz diyorum Yakup Bey. Kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz okurlarımıza?
Hoş bulduk. 1946 doğumluyum. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. Şöyle diyelim, hayatımın 55 yılını Türkiye'de geçirdim, 20 yılını da yurt dışında Tel Aviv'de geçirmekteyim.
1980 yılında hukukçu olarak, 10 yıllık bir avukat olarak İsrail'e göç ettim. Olayı yaymak istemiyorum ama İsrail'e göçüm, orada avukat olma serüvenimi ayrı bir fırsatta anlatırım ve başarısızlığım bir göçmenin çekebileceği zorluklar ayrı bir hikaye.
1986'da, ilginçtir, Türkiyeliler Birliği Başkanı oldum. Daha 32-33 yaşlarındaydım. Ve 1990 yılında İsrail'de Haver diye bir gazete çıkardık. Haver anlam olarak da biliyorsunuz harfleri; Haver, yani 'arkadaş' anlamına da geliyor.
Biz şunu dedik; İsrail'de 100 bin Türk asıllı var ve bu gazete rahat rahat varlığını sürdürür. Ve siz teknik bir kişi olarak da bunu da biliyorsunuz; o dönemde 1990 yılında Ventura denilen bir program vardı. Çok yaygındı. Yani şu anki Macintosh'lara nazaran çok daha kaba saba bir programdı ama bir öncelikti.
Ondan sonra 1993 yılında geri dönüp de Şalom gazetesine geçtiğim zaman hakikaten bir öncü gibiydim. O program daha Türkiye'ye yeni yeni gelmek üzereydi.
Neyse tekrar 1993 yılında Türkiye'ye döndüm. Birkaç yıl dış politika üzerine yazı yazdıktan sonra hem mesleğe geri döndüm. Zaten kendi yazıhanemdi. Terk ettiğim yazıhaneydi.
Prof. Dr. Selim Kaneti ve tesadüfen bizim İvo Molinas'ın Şalom gazetesinin kayınpederidir, onların hukuk bürosuna tekrar dahil oldum. Ve 5 sene sonrasında Şalom'un genel yayın yönetmenliği görevini yüklendim. 11 yıl kadar sürdü. Sonra görevi İvo dostuma devrettim.
Bir süre daha yönetim kurulu başkanı olarak kaldıktan sonra 2016 yılında tekrar Tel Aviv'e geldim. Niye derseniz, çocuklarımın yanında olmak için.
Bu arada "Türkiye Üzerinden Yasadışı Göç" kitabını yazdım.
Başka dergilerde vesaire yazılarım çıktı ama bir tarihçi değilim, bir araştırmacı değilim. Şalom'da amatör olarak diyelim 25-30 yıla yakın köşe bir köşe yazıları yazdım. Biraz siyasetle, Ortadoğu siyasetiyle ilgilendim. Kısaca kendimi tanıtırsam bu şekilde.
- Evet, aslında Şalom'daki o genel yayın yönetmenliği süresini kapsayan bir hatırat da kaleme aldınız.
Evet, Aldım Gökhan Bey fakat daha yayımlamadım. Onun bir bölümünü kendi sitemde yayımlamıştım. "Büyükada" kısmını yayımladım; 5-10 sayfalık bir şey.
Arkadaşlar çok beğendi; "Aman" dediler; "bunu sürdür." Ve yakında galiba 15 gün içinde tahmin ediyorum "Çocukluğumun Büyükada'sı" diye Adalı Yayınevin'de ikinci kitabım olarak yayımlanacak. Aynı zamanda 55 yıllık Adalıyım.
Onun dışında hakikaten Şalom tecrübelerim, deneyimim benim için önemlidir. Hayatımda önemli bir yeri var zaten. Onu da belki ileride yayımlamayı düşünüyorum, anılarım olarak.
- Bu kitap yayımlanınca tekrar sizle onun üzerine konuşuruz. Fakat şunu sormak istiyorum: Artık oldukça nüfusu azalmış olan İstanbul'daki Yahudi cemaatine veya belki Türkiye'deki genel Yahudi cemaatine de seslenen bir gazete çıkardınız ve genel yayın yönetmeni oldunuz. Peki, İsrail'deki ve Türkiye'deki gazeteciliği karşılaştıracak olursak, nasıl buldunuz yani? Özellikle Şalom deneyiminden hareket edersek; siz bir Yahudi olarak Türkiye'de deneyimlediğiniz gazetecilik serüveni nasıldı? İsrail'de gördüğünüz gazetecilik süreçleri nasıldı?
Şimdi İsrail'deki gazetecilik serüveni hakikaten tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. O Haver dediğim gazete ancak bir sene devam etti. İlgi yoktu. 100 bin dediğimiz Türkiyeli Yahudiler fazla ilgi göstermediler. Yıl 1990 ve biraz da sükut-u hayalle sona erdi.
Türkiye'deki Şalom deneyimim hakikaten benim için her anı çok kıymetli bir deneyim. Şu anda İvo Molinas sayesinde gazete biraz daha dışa, geniş topluma açılma eğiliminde.
Benim dönemim daha kapalı demeyeceğim, geniş toplumdan yazarlar vardı ama hedef o değildi. Hedef biraz daha Yahudi toplumuna hitap etmekti.
Ama çok ilginç deneyimlerim oldu. Hakikaten gazeteciliğin ne demek olduğunu gördük.
Mesela Süleyman Demirel'le cumhurbaşkanıyken galiba bir İsrail ziyareti vardı. Çok ilginç bir ziyaretti. Gazetecilikte bazen muhabir olarak görev yaptım. Çünkü öyle bir şansınız yoktu, hem muhabirdik hem yazardık.
Önemli olan bir noktanın, mesela Süleyman Demirel'le o dönemin Türkiye Yahudi Başkanının el sıkıştığı enstantaneyi yakalamanın ne kadar önemli olduğunu kavradım.
Tabii ilişkilerin de çok değişik olduğu bir dönemdi. Gidip gelmeler çok fazlaydı.
- 1990'lar altın çağ biliyorsunuz. Lafınızı böldüm ama 1990'lar İsrail-Türkiye ve Amerika arasındaki ilişkilerin altın çağı. Özellikle altını çizelim tekrar; 500. Yıl Vakfı'nın da etkinliklerinin yoğun olduğu bir yıldan bahsediyoruz.
500. Yıl Vakfı'nın etkinliklerinin yoğun olduğu dönemden sonra ben esas olarak görevi üstlendim. Yani 1993'te yazar olarak Şalom'a katıldım, 1997'de genel yayın yönetmenliğini üstlendim ve 2008'e kadar sürdü.
- 2008 Evet. Oldukça önemli bir dönem. Şimdi isterseniz kitaba yavaş yavaş geçelim. Kitabın ismi "Türkiye Üzerinden Yasadışı Göç". Öncelikle neden "yasadışı göç"? Bu göç nedir? Okurlarımıza kısaca bunu anlatalım. Kitabın başlığı neyi ifade ediyor, ne anlatıyor?
"Yasadışı göç" deyince "kanun dışı bir eylem filan mı" diye akla geliyor ilk başta. Ama "yasadışı" dediğimiz zaman şöyle; göç olayını daha geniş farklı bir perspektiften ele almaya çalışayım.
Rıfat Bali'nin 1948'deki Türkiye'den yapılan göç üzerine çok değerli, çok geniş kapsamlı bir kitabı var. "Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri - Aliya: Bir Toplu Göçün Öyküsü (1946-1949)."
Ama o kitapta 1948'de yapılan kitlesel göçü anlatıyor. Yani Türkiye'deki Yahudi nüfusunun yüzde 40'nın göç olayını anlatıyor.
Ayrıca İzzet Bahar'ın bir kitabı var; o ise Fransa'da yaşayan Türk Yahudilerinin kurtarılma eylemlerini anlatıyor.
Benim kitabımda özellikle biraz farklı olarak Doğu Avrupa'da veyahut da Almanya'dan kaçan ve başlangıçta bunlar Marsilya'ya veyahut da Yunanistan üzerinden Filistin'e ulaşırlarken İtalya'nın da savaşa girmesiyle o yolun kapanması üzerine Karadeniz üzerinden gemilerle İstanbul'a oradan da kara yoluyla Suriye üzerinden Filistin'e ulaşan göçü ve bu göçmenleri anlatıyor.
Avrupalı göçmenlere -ki bu konu fazla bilinmiyor- Türkiyeli Yahudilerin yardım faaliyetleri vesaire ele alınıyor. Ve burada aslında kritik bir nokta var: Almanya göçe izin veriyor. Çünkü Yahudiler istenmeyen kişi. "Bunlar gitsinler ülkeden" diyorlar.
1938'e kadar bunların göçüne izin veriliyor. Fakat 1938-39 yılında İngiltere'nin çıkardığı bir beyaz kitap var. Bu kitapta esas İngilizler İsrail'e göçü belli kurallara tabi tutuyorlar ve çok kısıtlıyorlar. Bu durumda da ortaya bir illegal yasadışı göç dediğimiz bir göç çıkıyor ki bunun adı İbranice Aliya Bet dediğimiz olay.
- Aliya Bet (Aliya Bilti Legalit). Yani herhangi bir kanun olmadan yapılan bir göç değil mi?
Kanunen izinsiz olarak yani yasal olmayan yollardan yapılan göç. Türkiye'den geçme hakları yok. Veyahut da hakları var, yasadışı olarak Filistin'e girmeye çalışıyor.
- Evet. Ve burada çok önemli bir noktanın altını çizdiniz aslında. Türk Yahudi Cemaati'nin bu göçün sağlıklı bir şekilde Türkiye üzerinden koordine edilmesi noktasında önemli girişimleri oluyor. Zaten kitabınız dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde zaten bu göçün nasıl organize edildiğini bize anlatıyorsunuz. İkinci bölümde de tanıklıklar var. O bence çok önemli. Özellikle bu Avram Çikurel, İzak Abudaram... Çok önemli kişiler bunlar aslında. Yahudi cemaatinde aslında iki tane önemli örgüt var: Beitar ve Halutz. Halutz daha çok sola yakın; Beitar ise daha sağa yakın bir Yahudi örgütü diyebiliriz. Tabii Türkiye'deki faaliyetleri daha çok yeraltında yürütüyorlar; tabii izleniyorlar, devletin her şeyden haberi var. Zaten siz de kitabınızda bunu özellikle vurguluyorsunuz. Göz yumularak faaliyet gösteriyorlar Türkiye'de. Şimdi bundan biraz bahsetmek istiyorum. Önemli insanlar var burada: Haim Barlas. Bütün bu göçü organize eden en önemli kişilerden biri. Haim Barlas hakkında ne diyebilirsiniz?
Şöyle diyeyim. Bir kere Haim Barlas'a gelmeden önce; niye İstanbul?
- Evet, niye İstanbul?
O yıllarda 1940'larda hakikaten İstanbul casusların cirit attığı bir ortam. Nazi Almanyası'dan casuslar var, İngiltere'den casuslar var; hepsi İstanbul'da. Cihangir'de, Pera Palas gibi yerler casuslarla kaynıyor.
Türkiye'nin bir tarafsız bir konumu var. Yani tarafsız olunca Türkiye'den diğer ülkelerle göç hazırlığı içinde olanlarla, diğer ülkelerle haberleşme imkanı daha fazla olabiliyor.
Bu iki taraflı casusları kimi zaman kullanma imkanları oluyor. Yani o ortam içinde hakikaten İsviçre'de olan Yahudileri Türkiye'ye getirme yönünde bir karar alınıyor. Ve Türkiye'ye geliyorlar. Başlarında kim var: Haim Barlas.
Ben hakikaten bu kitabımı niye bastım? Özellikle de birtakım tanıklıkların yok olmaması için. Aslında ben bir araştırmacı olarak yola çıkmadım. Ama 30 senedir elimde birtakım belgeler vardı. Bu belgeleri değerlendirmek istedim. Bunlar, tanıklıklar çok önemliydi.
Haim Barlas, kendisine Pera Palas'ta bir büro kiralıyor. Barlas'ın üç tane sekreteri vardı. Diğer ikisinin isimlerini tam hatırlayamayacağım ama Rene Veysit diye bir hanım var.
Rene Veysit'in (ilerideki) eşi cemaatin başkanı oluyor. Rene Veysit, Pera Palas'ta Haim Barlas'ın yardımcısı olarak görev yapıyor. Ve kendisinin tanıklıkları var. Bence bu çok çok önemli.
Ve bu şunu söylüyor: "Bizim yaptığımız her hareket biliniyordu. Takip altındaydık. Hatta işimden çıktığım zaman; yazıhaneyi terk ettiğimde, bana istihbarattan bir kişi evime kadar refakat ederdi."
Hakikaten Haim Barlas'ın yeri çok önemli. Ama Yahudi Sohnutu (Yahudi Ajansı), o dönemde Türkiye'de hakikaten yasa gizli örgüt olarak bir şey faaliyet göstermek hükümetin bilgisi dışında herhangi bir şey yapmak mümkün değildi. Hepsi devletin bilgisi dahilindeydi.
- Tabii ki. Bir de isterseniz çok küçük bir not olarak ekleyelim. Aslında Yahudi Ajansı, İsrail devleti kurulmadan önce devlet içinde bir devletti.
Tabi.
- Onu da söylememiz lazım. Aslında İsrail devletini kuran en önemli kurumlardan birisi Yahudi Ajansı'dır diyebiliriz. Haim Barlas da bu Yahudi Ajansı'nın Türkiye'deki temsilcisi. Bir nevi de facto İsrail'in Türkiye Büyükelçiliği gibi faaliyet gösteriyor. Neden? Çünkü çok yakın bir ilişkisi var. Hatta siz kitapta da bunu kayıt altına almışsınız. Veysit anlatıyor: "Küçük Haim" olarak adlandırılıyor. İkisinin de ismi Hayim. Ve Haim Barlas'ın bu noktada küresel Yahudi diasporasıyla da ilişkileri çok iyi ve gelişmiş. Ben bir de şu var; Türkiye aslında bir nevi bu kişiler üzerinden hem İsrail'le bir köprü kuruyor hem de öte yandan küresel Yahudi diasporasıyla da ilk kez ilişki kurduğunu düşünüyorum. Yani geniş anlamda. Çünkü en önemli kişiler Türkiye'de o dönem. İstanbul'da değil mi? Yani Haim Barlas var. Şimdi tekrardan buradan isimlere tekrar bakmak istiyorum. Joseph Goldin mesela değil mi? Önemli bir adam. Menahem Bader, Akiva Levinski, bunlar çok önemli.
Evet. Bu da önemli. Çok ilginç bir adam var. Çok önemli. Hatta görevi terk edip de İsrail'e dönmek üzereyken kendisini emniyete davet ediyorlar. Ve iki cilt dolusu kendisine onun hakkında tutunmuş evrakları teslim ediyorlar. Yani "Biz her şeyinizi biliyorduk" anlamına geliyor bu. Yani bütün hareketler o şekildeydi.
Hatta şunu diyeceğim. Diğer İsrail'deki her fraksiyonun, her grubun Yahudi Ajansı altında, kimisi gazeteci olarak, kimi fındık tüccarı olarak, söylediğiniz bütün bu kişiler Yahudi Ajansı'nın şemsiyesi altında Türkiye'de faaliyet gösteriyorlar.
- Ve dediğiniz gibi, Türkiye'deki istihbarat da tabii ki bu insanları çok yakından takip ediyor. Ve çok önemli insanlar var. Simon Brod sanırım.
Evet.
- Kendisinden aklınıza kalan bir şeyler var mı? Ben önemli görüyorum kendisini.
Simon Brod, hakikaten şimdi o Türkiye Yahudisi. Zannediyorum Aşkenaz Yahudisi. O dönemde çok varlıklı bir insan. Kendi fabrikası var.
Ve bu göçmenler yurt dışından gelmeye başladığı anda Simon Brod işini bırakıyor. Kardeşini abisine terk ediyor. Ve Tarlabaşı'nda, o civarlarda, oteller kiralıyor. Sırf bu gelen göçmenlerin barınabilmesi için.
Ve o kadar yardımsever bir kişi ki her gün sigara paketinin arkasına yazıyor: "Ben bugün işte yemeğe şu kadar masraf ettim. Bunların giyimine şunu harcadım mı? Şunu otel için şu kadar para verdim."
Ama bu paraları kimseden talep edeceği yok. Akşamına bu paketi alıp çöpe atıyor. Kendisine bir bilgi edinmek için ne kadar para harcadım gibisinden istatistik olarak bilgi edinmek için. Ama göçmenlere çok yardım ediyor.
Kişiliği şu anda pek işlenmemiş. Keşke birisi bir biyografi olarak hem o dönemi yansıtan hem de mesela ele alınması gerekir diye düşünüyorum. Çok ilginç bir kitap çıkar. Tabii kendisini de çok iyi incelemek lazım ama hakikaten efsanevi bir kişi.
- Evet. Ben tabii okurlarımızın kitap okumalarını istiyorum. Her şeyi anlatmamız mümkün değil ama bir de şunun altını çizmek istiyorum. İsrail'in kurucu kadroları o dönemde sürekli Türkiye'ye geliyorlar. Çok önemli kişiler geliyor mesela. Kimler geliyor? Eliezer Kaplan, Moşe Şaret (Türkiye'ye daha önce yine gelmişti, o dönem tekrar geliyor), Haham Başı Herzog (şu anki İsrail Devlet Başkanı Isaac Herzog'un dedesi; yolu yine Türkiye'ye düşüyor), Kudüs'ün o dönemki efsanevi belediye başkanı Teddy Kollek.
Teddy Kollek fındık tüccarı olarak geliyor.
- Evet, çok önemli aslında yani. O dönem İsrail'deki Siyonist hareket içerisinde çok önemli insanlardan birisi. Ve o dönemde Türkiye'yi ziyaret edenlerden biri de David Ben-Gurion.
Evet, şimdi bir yanını anlattık. Fakat bir de gençlik hareketleri var.
Şimdi 1930 yılında Trakya olaylarından sonra Neemaney Tsiyon diye bir hareket ortaya çıkıyor. Yani "Siyon'a sadık olan kişiler"; bunlar gençler. Kendilerini işte ideolojik olarak yetiştiriyorlar filan.
O dönemde cemaatle; Yahudi toplumuyla bunların arasında bir ihtilaf yok. Fakat bunlardan önemli bir isim Eli Şaul.
Eli Şaul bir de "Balat'tan Bat-Yam'a" diye kitap yazdı. Kendi dönemini ve İsrail'e göçünü filan anlatan bir kişi. Hatta önceki yıllarda Şalom'a da yazılar gönderiyordu.
Neemaney Tsiyon Hareketini yönlendiren kişi; fikir babası Eli Şaul diyebiliriz.
- Evet.
Yine 1940 yılında Varlık Vergisi'nden sonra bu sefer daha sadece ideolojik alanda değil Halutz denilen, sizin dediğiniz daha solda olan ama Türkiye'deki yapılanması gençler bir araya geliyor.
Bunlar hem göçmenlere yardım ediyor. Mesela Yazıcı sokakta işte bir okul var. Yeni gelen göçmenleri cemaat oraya koyuyor. Bu gençler onlara yardımcı oluyor. Yiyecek getiriyor vesaire.
Halutz'un artık düşüncesi; "Daha çok bu işi düşünce planından çıkaralım. Gerçekleştirelim." Gerçekleştirelim demek nedir? İsrail'e göç edelim. Ve bunun için İbranice öğreniyorlar. Birtakım hocalardan ders alıyorlar. Kendi aralarında öğretiyorlar.
İsrail'den gelen temsilcilerle veyahut da Yahudi sorumlusuyla İbraniceyi bildikleri için İbranice birtakım temasları oluyor.
Ve o dönemde David Ben-Gurion Türkiye'ye geliyor. Bu gençlerle tanışmak istiyor ve kendilerine soruyor: "İngilizce mi konuşayım yoksa İbranice mi konuşayım?"
Bir kısmı İngilizce diyor ama ağırlıklı olarak "İbranice" diyorlar.
Ve Ben-Gurion "Tamam" diyor; "O zaman İbranice konuşacağım."
Tabii David Ben-Gurion o zaman İsrail Devleti'nin kurucusu değil ama çok önemli bir kişi. Yani Ben-Gurion adı geçince onun bu anekdotu aklıma geldi. Onu bir aktarmak istedim.
- Bu da çok kritik aslında dediğiniz gibi. 1934 Trakya olayları, Türkiye Yahudileri, özellikle gençler arasında yavaş yavaş Siyonist hareketin oluşmasını, bunun kurumsallaşmasını anlatıyor. Tabii ki Varlık Vergisi de burada önemli. Bir de şeyi ekleyelim aslında bu da diğer bir konu. Beitarcılar var burada değil mi? Kısaca ondan bahsetmek ister misiniz?
Kısaca bahsedeyim. Şimdi bir kere Halutz'un da başı olan kişi Avukat Adiri. 1960 yılında (kendisini 80'lerde tanıdım) Türkiyeliler Birliği'nin kurucusu oluyor. Beitar hariç; Beitar hareketi dediğiniz gibi daha sağcı bir sağ kanatta. Bu konuda zaten Rıfat Bali'nin çok geniş bir kitabı var.
- Evet, onu da hatırlatalım. Rıfat Bali, Beitar hakkında müstakil bir kitap yazdı: "Beitar Türkiye - Bir Siyonist Gençlik Hareketinin Hikâyesi (1933-1971)". Özellikle Hadar dergisini orada çok güzel ele almış.Ve özellikle o dönemi yaşayanlarla da görüşmeler yapılmış, yazışmalar yapılmış. Beitar hakkında Rıfat Bey'in yazdığı kitap tabii ki okunmalı. Ama şunu söylemek istiyorum; Türk Yahudi Cemaati, aslında Siyonist hareket içerisindeki ideolojik kamplaşmayı Türkiye'de de deneyimliyor. Bir tarafta sağa daha yakın olan Türkiye'deki Yahudiler Beitar'a giderken, belki daha sola yakın olanlar veya siyonist sosyalizmin daha tercih edilebilir olduğunu düşünenler Halutz hareketine kayıyorlar. Fakat Türkiye'de Beitar hareketi daha etkli oldu, öyle değil mi?
Şimdi Beitar hareketi, biraz bizim toplumu şu anda biraz rahatsız etti açıkçası. Rahatsız etti fakat ben birtakım arkadaşlara bu tanıklıkları anlattığım zaman fark ettim. "Ya ne lüzumu var" filan gibisinden tepkilerle karşılaştım.
Bir anekdot anlatmak istiyorum. İlginçtir. Kendilerine şunu söyledim: "Ya yapmayın bu 1940. Aradan 80 sene geçmiş. Ben bu kişilerle 1990'da konuştum. Ve 1990'dan günümüzde hiçbiri kalmamıştır dedim. Hepsi 90 yaşının üstünde olması lazım" dedim.
Bana cevaben; "Ama İsak Abudaram yaşıyor" dediler bana. Benim konuştuğum kişilerden biridir İsak Abudaram.
- Türkiye'deki Beitar hareketinin en önemli isimlerinden biri İsak Abudaram.
"İsak Abudaram yaşıyor" dediler bana. "Yapma ya, İsak Abudaram yaşıyor mu" dedim. Bunu söylememin üzerinden birkaç gün geçti adam vefat etti. Yani belki hayatta kalan son kişiydi.
Ama bu konular hakikaten devamlı üstü kapalı tutuldu. Ama ben ona biraz hayret ediyorum. Bugün, yani gerçekleri değiştirmemek lazım. Gerçekleri gizlememek lazım.
- Burada ben de şunu eklemek istiyorum. Bu kitap aslında şunu bize ifade ediyor; bence iki nokta var: Bir Yahudiler içerisinde, bir de Türkiye Cumhuriyeti açısından önemi var. 1940'larda özellikle Nazi zulmünden kaçan Yahudilerin Türkiye üzerinden İsrail'e yapılan göçlerinin birçok önemli noktası var ama iki tane önemli nokta zihnimde kaldı ve netleşti. Birincisi şu: Türkiye Yahudi Cemaati içerisinde artık Yahudi milliyetçi fikirlerin daha da gelişmesine ve konsolide olmasına bir imkan sağladı. Onlar da artık İsrail'e yapılacak göç konusunda bir kararlılık besledi. Ve aynı zamanda gençlik örgütleri açısından bir kurumsallaşma imkanı doğurdu diyebiliriz. Birinci nokta bu.
İkinci nokta ise, bence de Türkiye Cumhuriyeti'nin İsrail'le ve küresel Yahudi diasporasıyla ilişkileri daha yoğunlaştı ve daha sıklaştı. Zaten bunu 1950'li yıllarda daha net bir şekilde göreceğiz. Özellikle Celal Bayar döneminde. Daha yoğun ilişkiler hem İsrail'le hem Amerika'daki Yahudi cemaatiyle çok daha yakın ilişkiler göreceğiz. Bence bu ilişkilerin kurulmasında da o dönemki kişisel yakınlaşmaların etkisi olduğunu ben düşünmeye başladım. Çünkü çok yoğun bir şekilde Türkiye'de çok çok önemli Yahudi liderler, Yahudi politik liderler veya Yahudi sivil toplum kuruluşu liderleri Türkiye'ye gelip yerleşmişler. Ve bu insanlar Türkiye'ye de aslında oldukça sempatik bakıyorlar. Çok bu işleri kolaylaştırdıkları için. Tabii ki çok büyük bir facia var. İsterseniz en sonunda onu söyleyelim değil mi? Struma Faciası.
Doğru.
- Evet, kitabınızda da onu ele alıyorsunuz. Yani facialar da var. Türkiye'de bazen siyasilerin bu Yahudi göçünün istenildiği hızda yapılmamasına dönük bürokratik engellerin de çıktığını görüyoruz değil mi? Kitabınızda bunun da altını çiziyorsunuz.
Tabii.
- Onlar da çok üzücü gelişmeler. Zaten buradaki insanlar da canhıraş çalışıyorlar; bu bürokratik engelleri aşmak için yeni kanunlar çıkartmak için özellikle lider, içişleri bakanıdır, cumhurbaşkanıdır. Hep aslında bir nevi burada bir yandan Yahudilerin, özellikle Bulgaristan ve Yunanistan'dan ve Balkanlar'dan Avrupa'dan geçişini sağlamaya çalışıyorlar; o yönden diplomasi sürdürüyorlar. Bir yandan Türkiye içerisindeki önemli siyasetçiler önemli bürokratlar içerisinde de işlerin kolaylaştırılması için önemli faaliyette bulunuyorlar. Bu önemli zorluklarla da karşılaştıklarını görüyoruz kitapta. Birçok örnek var. Hatta çok ilginç örnekler var. Hatta en ilginçlerinden biri de Suriye üzerinden yapılan göç var. Onu da ben kitabı edinenlerin okumasını özellikle istirham ediyorum. Yakup Bey, Struma Faciası da bağlayarak neler söyleyeceksiniz?
Şimdi Struma Faciasından sonra hakikaten Türkiye'de bir yumuşama oluyor. Önce şunu belirteyim. Hakikaten kişisel ilişkiler çok önemli diyorsunuz. Şu anda belki başka etkenler de var ama bu konuyu çok hakikaten üstüne basmak istiyorum.
Devamlı "cumhurbaşkanı" deniyor, İsrail'de devlet başkanı var. Cumhur, İsrail bir cumhuriyet değil biliyorsunuz.
- Evet.
Ama basında devamlı "cumhurbaşkanı" deniliyor.
İsrail Devlet Başkanı Isaac Herzog Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan Bey'in kanları kaynıyor. Ve telefon görüşmeleri vesaire ziyaretin -muhakkak ki başka sebepler vardır ama- kişisel olarak bu ilişkilerin gelişmesine önemli katkısı olduğunu düşünüyorum. Bu kişisel açıdan üstünde durmak istediğim bir olay.
Struma Faciasından sonra hakikaten bir sarsılma oluyor. Benim kitabın yayımlandığı gün onun bir Prof. Dr. Çağrı Erhan bir makalesinde bahsediyordu. 1938-41 kararnamelerinden bahsediyor ki, bu kararnamenler Resmi Gazete'de yer almıyor.
Prof. Dr. Erhan buna nerden varıyor; Stanford Shaw bir kitabında buna değiiyor ve açıklıyor bu kararnameleri Stanford Shaw, Haim Barlas 1970 yılında kaleme aldığı anılarında bu kararnamelerden söz ediyor. 1938 kararnamesinde Yahudi ırkından olanların Türkiye'ye gelmeleri geçiş hakkı kısıtlanıyor.
Ancak Haim Barlas kendi kişisel ilişkileriyle; hatta o dönemin cumhurbaşkanı nezdindeki ilişkileriyle 1941 bir kararnamesiyle bunu ortadan kaldırıyor.
Yani kişisel ilişkiler, Haim Barlas'ın burada pozisyonu, dediğiniz gibi sanki Türkiye'nin büyükelçisi veyahut da devlet ilişkilerinde üst düzey bir kişi konumunda. Ve bir kararnameyi değiştirebiliyor. Ve 1941 yılından sonra Türkiye'ye göç de hızlanıyor.
Burada Struma'nın sebepleri araştırıldığı zaman, bir yerde de hakikaten böyle bir kararnamenin olması 1938'de ve onların geçişine; girmesine izin verilmesinde bunların da etkisi var. Tabii bunda her devletin kendi payına düşen bir de sorumluluğu var. O ayrı bir konu. Ama o yıldan sonra kırk bir yılında geçişlere izin veriliyor.
Fakat bir de şeyi sorarsanız; "Bu gençler, gençlik faaliyetine katılanlar ne derece bu göçe katılıyorlar?" Aslında kitlesel göç 1948'de.
- Evet.
37-38 bin kişi geliyor. O gençlerden sadece 3 bin kişi kadar daha önceki 1942-48 yılları arasında gelen var. Yani gençlik hareketi, fiiliyata pek dönüşmüyor diyebiliriz.
- Evet. İsrail kurulduktan sonra ivmelenen bir milliyetçilik duygusuyla beraber, Türkiye'den bir kitlesel göçün özellikle bu gençlik hareketleri üzerinden gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Çok teşekkür ediyorum Yakup Bey, bana ve Independent Türkçe okuyurlarına vakit ayırdığınız için. Ben de bu kitabı yeniden tavsiye ediyorum okurlarımıza: "Türkiye Üzerinden Yasadışı Göç."
Değerli okurlarımızın bu kitabı en kısa zamanda özellikle ilgili olanların edinmesini tavsiye ediyorum. Çok bence ilginç anekdotların, tanıklıkların kaydedildiği bir kitap olarak karşımızda duruyor. Çok sağ olun bize vakit ayırdığınız için.
Gökhan Bey ben çok çok teşekkür ederim. Başka fırsatlarda da bir araya gelmek üzere diyeyim. İyi günler. sağ olun. Çok teşekkürler.
- Ben de çok teşekkür ediyorum.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish