Emîr Şekîb Arslan 20'nci yüzyılın önde gelen müslüman mütefekkirlerindendir. Beyrut'ta dünyaya gelen Şekîb, Dürzî olan "Arslan" ailesine mensuptur.
(Sonradan sünnîleşen Arslanlar, Osmanlı idaresinin Lübnan yönetiminde etkin şekilde faydalandığı ailelerden biridir.)
Şekîb Arslan, bölgenin diğer birçok ileri gelen aile çocukları gibi Avrupa tarzı modern eğitim almıştır. Fransızca ve Türkçe öğrenmiş kendisini Arap dili ve tarih alanında çok iyi şekilde yetiştirmiştir.
Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgânî, Şekîb Arslan'ın etkisinde kaldığı ve fikirlerini büyük ölçüde şekillendiren isimlerdir.
Şekîb Arslan'ın hayatındaki önemli dönüm noktalarından birini 1911'de İtalyanlara karşı Libya direnişine katılması oluşturur.
Enver Paşa, Mustafa Kemal ve diğer Osmanlı subaylarına direnişin organize edilmesinde yardım etmiş ve Senûsîlerle sıkı bağlar kurmuştur.
Libya'daki görevinin ardından İstanbul'a dönen Şekîb, 1914 yılında Havran mebusu olarak Meclis-i Mebûsan'a girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte Suriye'de görev almış Osmanlı saflarında yer almaları için Arap kabileleri organize etmiştir.
Suriye'de 'nın yerel güçlerle kurduğu ilişkilerde önemli rol oynamıştır. Daha sonra 1916-1917 yılları arasında İstanbul'da Harbiye nezâretinde Enver Paşa'nın emrinde çalışmış akabinde bir vazife için Almanya'ya gönderilmiştir.
Emîr Şekîb, Osmanlı yıkılana kadar ayrılıkçı fikirlere şiddetle karşı çıkmıştır. Osmanlı idaresine karşı bir isyanın Emperyalist batılı devletlerin amaçlarına hizmet edeceğini ve Arap topraklarının parçalanıp bu devletler arasında pay edileceğini savunmuştur.
Ancak Osmanlı devletinin çöküşünden sonra Arap milliyetçiliğini benimsemiş ve Arap birliği ideali için çalışmalar yapmıştır.
İşte bu dönemde genel olarak yeni kurulan Arap devletlerinin özelde Suriye'nin Osmanlı tecrübesinden faydalanması gerektiği fikrini ortaya atmıştır.
Şekîb Arslan, Osmanlı anayasasının (Kânûn-i Esâsî) kurulacak yeni Arap devletleri için ilham kaynağı olabileceğini düşünüyordu.
Ancak bu Osmanlı karşıtlığı üzerine kurulmuş Arap milliyetçiliğinin doğrudan onaylayacağı bir şey değildi.
Arap aydınları Osmanlı'yı Arapları 400 yıl boyunca esaret altında tutan emperyal bir güç olarak görüyorlardı.
Şekîb Arslan tam da bu bağlamda diğer birçok Arap aydınından ayrışır. O, Osmanlı tecrübesini tamamıyla reddetmeyi doğru bulmuyordu.
Kendisine Osmanlı tecrübesine yaklaşımı dolayısıyla yöneltilen eleştirilere günümüzün geçmişe sıkı sıkıya bağlı olduğunu, silsile halinde birbirine bağlı olay halkaları arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin görmezden gelinemeyeceğini söyleyerek cevap vermiştir.
403 yıl boyunca devam eden bir yönetimin mirasının görmezden gelinemeyeceğini vurgulamış ve Arap-Türk ortak tarihine dikkat çekmiştir.
Şûra yönetimi
Şekîb Arslan'a göre İslâm özünde Şûra ile yönetimi vaz'eder. Kur'an ve Sünnet'den birçok delil bunu destekler.
Şûra suresinin 38. ayetinde geçen "اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْۖ" (Onların işleri şûra iledir) beyanı buna açık bir işarettir. O, İslâm demokratik yönetimini ve ümmetin her ferdinin eşitliğini savunur.
Ümmet ferdleri arasındaki bu eşitliğin delili Hucûrât suresinin 13. ayetidir "اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ" (Allah katında en değerli olanınız en takvalı olanınızdır).
Ayrıca "Arap olanın aceme, acemin de Arab'a bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir" hadisi de buna delildir. Dolayısıyla yöneticinin/sultanın diğerleri üzerinde ayrıcalıklı bir konumu yoktur.
Buna rağmen Osmanlı anayasasında "Zat-ı hazret-i Padişâhînin nefs-i hümâyunu mukaddes ve gayr-i mesuldür" maddesi yer almıştır.
Padişaha kudsiyet atfeden bu madde kesinlikle İslâmî bir referansa sahip değildir. Bilakis Avrupa anayasalarında krala dair hükümlerden mülhem olarak anayasaya girmiştir.
Batı'nın krallara bakışını yansıtır. Sonuç olarak Şekîb, herkesin eşit olduğu, sultana bir ayrıcalık tanınmayan şûrâ yönetimini İslâmla ilişkilendirerek savunmuştur.
Şekîb'in yönetim anlayışı, hiyerarşik; Sultan'ın en tepede konumlandırıldığı klasik siyaset anlayışının tam karşısında konumlanır.
Özü itibârıyla yönetimin fertten alınıp şûrâya devredilmesini savunur.
Çünkü, yönetimin tek bir ferdin elinde bulunması istibdatın/baskı yönetiminin ortaya çıkması demektir. Bu istibdatın ortadan kaldırılması yine şûrâ ile mümkündür.
Kânûn-i Esâsî, hürriyet ve eşitliği sağlayan yönetim şeklini belirlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm unsurları yeni anayasal düzeni bu sebeple desteklemiştir:
Türkler imparatorluğu öncelikle bir Türk imparatorluğu gördükleri için ve imparatorluğun maslahatının bu anayasa ile mümkün olduğunu düşündüklerinden anayasayı desteklediler.
Araplar, Arap vilayetlerindeki durumun düzelmesi, kişisel hürriyetlerin genişlemesi ve hilafetin korunması için destek verdiler.
Kürdler, Arnavudlar, Boşnaklar ve Pomaklar Osmanlı'dan kopup azınlık durumuna düşmemek için desteklediler.
Ermeni, Rum ve Arap Hristiyanları imparatorluğun tüm unsurlarına faydalı olumlu bir tecrübe olarak görüyorlardı bu sebeple destek oldular.
Osmanlı toplumunu oluşturan tüm bileşenlerin desteklediği bu yeni düzen meşruiyetini de bu şekilde sağlamış oluyordu.
İmparatorluk demokrasi olabilir mi?
Şekîb Arslan, anayasal düzeni ve demokrasiyi savunuyordu ancak farklı milletlerden mürekkep bir imparatorluk için böyle bir sistemin işlerliğinin mümkün olmadığını da düşünüyordu.
Dilleri ve kültürleri farklı milletlerin demokratik bir yönetim altında uzun süre bir arada kalmasının zor olduğunu belirli bir sürecin sonunda bunun imparatorluğun çözülmesine varacağını Osmanlı'da da bunun yaşandığını dile getirmiştir.
II. Abdülhamid'in anayasa ve hürriyet karşıtlığının altında yatan sebebin de bu olduğunu söyler.
Böyle bir sistemde devletin dağılmasının mukadder olduğunu düşünen II. Abdülhamid'in sonuçta haklı çıktığını ifade eder.
Demokratik yönetimlerde farklı partilerin bulunması ve bu partilerin görüşlerindeki ayrılıkların mevcut düzene olumsuz etkileri olmaz.
Muhafazakar, solcu, liberal görüşlerin partilerce temsil edilmesi nihâî süreçte toplumun bölünmesine yol açmaz.
Ancak farklı milletlerden oluşan imparatorluklarda ayrılıklar dil ve kültür bazlı olduğu için dağılma kaçınılmazdır.
Şekîb Arslan, şûrâya dayalı yönetimi getirdiği için Osmanlı anayasasını savunmuştur. Bununla birlikte bu yönetim biçiminin çok milletli Osmanlı için uygun olmadığını da dile getirmiştir.
Osmanlı'nın anayasa tecrübesinin yeni kurulan Arap devletlerine aktarılması gerektiğini ifade etmiştir.
Kaynak:
Emîr Şekîb Arslan, Kitâbu'l-beyân ammâ şehidtü bi'l-ayân ve ammen şâhedtü mine'l-a'yân min i'lâni'd-düstûri'l-Osmânî ile'l-ân, Lübnan: Dârü't-tekaddümiyye, 2008.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish