Hayatın 'an'larını fotoğraflamaya çalışan birisi olarak yıllardır yakın çevremden başlayarak, daha uzak yerlere uzanan bir yolculuk yapıyorum.
Bu yolculuk bildiğiniz bir seyyah yolculuğu değil. Ondan öte içsel bir yoğunlaşma ve kültürel bir sörf, antropolojik bir kazı, arkeolojik bir giz ve zamanı anlamaya çalışan bir zihinsel dönüşüm olarak tanımlanabilir.
Zaman zaman bu içsel yolculuktan sıyrılıp rastgele dağ, bayır, köy, kent dolaştığım olsa da bir seyyah olma özelliğini hiç yakalayamadım.
İçsel yolculuğum, seyahatlerimde benimle oldu. Bir türlü sıyrılamadım ve sadece gezme iradesi gösteremedim.
Bu nedenle hayıflandığım, kendime kızdığım oluyor sık sık. Hayatın gerçekliği bazen insanın içsel yolculuğunun, seyyah anlamda gerçekleşmesine olanak vermiyor.
Bunu biliyorum artık, buna rağmen içsel yolculukla, seyyah sürecini iç içe geçirerek gezmek her zaman hayal ettiğim bir şey.
Bu hayalimin üzerine umutlarımı koyup, fotoğraf çekmeyi sürdürüyorum.
Sürdürüyorum, çünkü hayatın en kısa anında gizli olan enerjinin bize ne anlattığını anlamak, yorumlamak ve fotoğraflamak istiyorum.
Sokaklar, tarihi mekanlar, ören yerleri ve henüz gizleri çözülemeyen antik çağların kalıntıları, çarşı pazar, insan yüzleri bana muazzam bir olanak veriyor.
Nereye baksam fotoğraf, nereye dönsem zamandan kopan fırtına ve ışığın hayatla dansı karşılıyor beni.
Kimi zaman siyah beyaz bir an, kimi zaman renklerle dolu bir kalkışma oluveriyor fotoğraf.
Donan ama aynı zamanda yaşayan ilginç bir giz anı.
Bir de bu işin 'ama'sı var.
Urfa'da bayağı zamandır binlerce Halil-ür Rahman fotoğrafı çektim. Defalarca dolaştım, havasını teneffüs ettim.
Mistik atmosferinde zamanın sesini dinledim, ama burayı anlatan, binlerce yıldır mit olan rivayeti yansıtan bir fotoğraf çekemedim.
Bu nedenle her fırsatta yeniden çekmek için Balıklıgöl'e gittim, hala gidiyorum.
Çünkü anlatılan hikayenin aramızda yaşadığını, binlerce yıllık bir mirası taşıdığını, bir realiteyi barındırdığını, ışık taşıdığını biliyorum.
Keza, aynı şey Girêmiraza/Göbeklitepe'de de geçerli. Orası sadece dikili taşlardan oluşan olağanüstü bir yer değil.
12 bin yıl, belki de çok daha eski bir mirasa, ışığa ve ruha sahip. İşte o mirasın günümüzdeki yansımasını çektiğim gün, Göbeklitepe benim açımdan fotoğraflanmış olacak.
Göbeklitepe fotoğrafları konusunda ciddi bir deneyim ve birikim sahibi olmama rağmen henüz o fotoğrafı çekemedim.
Ve bir gün biliyorum ki, ben ya da başka bir fotoğrafçı zamanın ruhunu yakalayan bir kare çekip, en eski tarihsel süreci tek bir karede anlatacak.
Görenler "Ha işte, bu!" diyecek ve 12 bin yıllık süreci bir saniyeden daha az sürede çekilen andan yola çıkarak yorumlayacak.
Buna rağmen, çekilen fotoğraf her seferinde eksik kalarak, yeniden keşfedilme merakı uyandırarak yeni yorumlamalara yol açacak.
Yani hiç bitmeyen bir enerji, harika bir ışık ve görsel deneyim çalışılmaya devam edecek.
Benim açımdan mesele budur. Bitti derken, yeniden başlamak gibi bir şey.
Simurg gibi yanarken, küllerinden doğmanın hikayesidir fotoğraf.
Gezdiğim, gördüğüm her yerde, her sokakta, binlerce yıllık bir kalede ya da ilk çağların izlerini taşıyan taşlarda, kült merkezlerinde, insan yüzlerinde, hatta acıyı yansıtan tebessümlerinde geçmişten günümüze uzanan ve yaşadığına inandığım ışığı görmeye, fotoğraflamaya çalışırım.
Karşımdaki objelerin düşüncelerini görmeye, seslerini duymaya, acılarını hissetmeye çalışır, ona göre fotoğraf çekerim.
Ayrıca var olan realitenin, buluntu ve kalıntıların, öteden beri söylenenlerle arasında bir bağlantı yakalamaya çalışırım.
İnsanlar ne konuşur, neyi düşler, umut ettikleri nelerdir, inançların temellerini nereye dayandırır anlayıp, anı ona göre yorumlamak isterim.
Yani geçmişi günümüze, günümüzü de bir anlamında geçmişe taşıma gibi zihinsel deney yapar, tarih boyunca damıtılan zamanı fotoğraflamaya çalışırım.
Bana göre fotoğrafın gücü de buradan gelir. İnsanı geçmişe götüren, zihninde sörf yaratan ve gerektiğinde dank ettiren bir etki söz konusu.
An gerçek, fotoğraf ise gerçeğin yansımadır.
Günümüzde teknolojik ve dijital aygıtlar sayesinde artık herkes fotoğraf çekiyor.
Fotoğraf çekmeyen, fotoğrafa ilgi duymayan insan yok gibi. Herkesin cebinde fotoğraf makinesi hazır nazır.
Hatta cebinde demek eksik kalır; elinde, tetikte bekliyor. Hiçbir dönemde bu günkü kadar fotoğraf çekildiğini sanmıyorum.
Cep telefonları sayesinde öyle çok fotoğraf çekiliyor ki insan aklı duruyor adeta.
Düşünsenize dünya genelinde bir saniyede kaç milyar fotoğraf çekiliyor?
Benim matematiksel bilgim bunu hesaplamaya yetmiyor.
Peki, bunca fotoğraf etki açısından bir Göbeklitepe ya da Hasankeyf'te bulunan kalıntıların yerini tutabiliyor mu?
Yani şuna getirmek istiyorum. Bir şeyin çoğalması, onun amacına uygun hizmet ettiğini anlamına gelmiyor.
Yüz, yüz elli yıl önceki fotoğrafların insan zihninde unutulmaz etki bırakmasının nedeni nedir?
O yıllarda çekilen fotoğraflar kalite açısından harika fotoğraflar değildi. Ama ilk olmaları, benzersiz öğeler taşıması o dönemin fotoğraflarını değerli kılıyor.
Yani çekilen fotoğraf sayısının az olması etkisini azaltmıyor, tam tersi artırıyor diye düşünüyorum.
Şimdi ise durum çok farklı. Her anımız, hatta andan öte hayatı oluşturan enerjimiz fotoğraflanıp, kaydediliyor. Bunun kaçta kaçı arşivleniyor bilmiyorum.
Ama çekilen çoğu fotoğraf ve videoların zamanla buharlaştığını da biliyor, yaşıyorum.
İşte, kötü olan yön bu. Oysa kalıcılık hayatın olmazsa olmazıdır. Sanat kalıcı bir iz bırakmıyorsa sanat değildir, keza felsefe sarsıcı bir etki bırakmıyorsa felsefe değildir.
Fotoğraf ise daha somuttur, gerçeğin ta kendisidir ve geleceğe aktarılması gereken bir kalıntıdır.
Bu nedenle her şeyden önce fotoğrafların buharlaşmasını önlemek ve zamanın ruhunu yansıtan fotoğraflar çekmek gereklidir diye düşünüyorum…
Henri Cartier-Bresson adlı fotoğraf sanatçısı "Benim yaklaşımımda fotoğraf makinesi, bir not defteri, 'an' ı saptamada bir sezgi aracıdır. An'ı yakalamadaki ustalık, bence vizörden görülen görüntüleri çok kısa bir zamanda görsel bir biçimde düzenleyebilme ve anlık kararlar alabilme yeteneğidir. Bu eylem; akıl disiplinini, duyarlılığı, yerleşik bir geometri anlayışını, her şeyden önce bir konsantrasyonu gerektirir. Kişi, bu yöntemle çok sade bir anlatım biçimine ulaşabilir" diyor.
Başka bir fotoğrafçı olan Irving Penn ise "İyi bir fotoğraf, bir hakikati anlatan, ruha dokunan, ve izleyiciyi bunu gördüğü için farklı kılan fotoğraftır; yani tek kelimeyle etkilidir" diye not düşüyor.
Yousuf Karsh ise insan düşüncelerini fotoğraflamaktan bahseder:
İnsanların ruhları ve düşüncelerini fotoğraflamaya çalışırım. Fotoğrafçı olarak insanların ruhlarını çekip almak yerine, onları ara bulucu olarak birbirlerine aktardığımı düşünüyorum. Bu karşılıklı bir etkileşim bana göre.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim. Fotoğraf bir yaşam biçimi, zamanı anlamlandırma yöntemi, gerçekliği kayıt altına alma eylemidir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish