Edebiyatın en köklü ve en yaygın türlerinden biri olan şiire karşı, İslam'ın birbirinden farklı görüşleri barındıran yaklaşımları söz konusudur.
Bu yaklaşımlar kabaca olumlu ve olumsuz olmak üzere iki ana eğilimi içerir. İslam'ın şiire karşı olumsuz bir tavra sahip olduğunu dillendirenler, bunu kimi ayet ve hadislere dayandırmakla beraber, şiire karşı olumlu bir tavra sahip olduğunu dillendirenler de benzer bir yolu izlemektedirler.
Hz. Muhammed'in "Şiirde hikmet vardır" sözünün yanı sıra, ünlü Arap şair Kab b. Malik'in "Ey Allah'ın Rasulü şiir hakkında ne düşünüyorsun?" sorusuna; "Mümin kılıcıyla olduğu kadar diliyle de mücadele eder" diye cevap vermekle kalmaz, Mekkeli şair Abdullah b. Revaha için söylediği "Onun şiirleri oktan daha çabuk tesir eder" gibi sözlerinin varlığı kadar şiiri olumsuzladığını belirten tartışmalı da olsa kimi sözlerinin tarih boyunca dillendirildiği de vakidir.
Şiire karşı hem olumlu hem de olumsuz bir tutum takınan kimi edebi ve dini akım ile aktörler Kur'an'daki Şuara suresinde yer alan şu cümleleri dayanak gösterdikleri de malumun ilamıdır:
Şairlere gelince, onlara da yoldan sapanlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, Allah'ı çokça düşünenler ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, yakında nasıl devrileceklerini (başlarına nelerin geleceğini) göreceklerdir.
Suriyeli şair Adonis'in "Arap Poetikası" isimli ünlü eserinde dile getirdiği "Cahiliye Şiiri" ile "İslam Dönemi Şiiri" arasındaki karşılaştırması dikkat çekicidir.
Adonis, büyük oranda Cahiliye Şiiri'nden yana bir duruşa sahip olan biri olarak, bu şiirin güçlü ve varoluşsal damarına dikkat çekmekle beraber, İslam'ın gelişiyle birlikte Kur'an'ın şiirde epistemolojik kırılmayı getirdiğini; ancak form ve üslup olarak cahiliye şiirindeki güçlü damarın devam ettiğini ileri sürer.
Benzer bir görüşü Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Mehmet Yalar'ın "Cahiliye Şiirinin Tarihsel Gerçekliği Problemi" isimli makalesinde de görmek mümkün. Şair ve eğitimci Mahmut Yavuz "Kur'an ve Şiir" isimli kitabında benzer argümanları dillendirmekte.
Yavuz, İslami dönemdeki şiirin, Kur'an'ın dili olan vezinli, seci'li, belagatlı ve kafiyeli nesir gibi özellikler barındıran dilinden beslenerek yazılan şiirlerine, Kur'an'a aykırılık teşkil etmeyen kimi Arapların değerleri ile Cahiliye Şiiri'nin biçimsel öğelerini de içine katarak kendini inşa ettiğini bilimsel olduğu kadar verdiği kimi şiir örnekleriyle de eserinde bunu açık seçik bir şekilde ortaya koyar.
Kur'an'ın şiire karşı olmaktan çok şair(ler)in olumsuz karakterine ve bundan neşet eden şiirine karşı olduğunu bu kitabında güçlü bir şekilde işler.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Özetle İslam öncesinden, İslam dönemine ve akabinde İslam sonrası dönemde de niteliği tartışmalı olsa da güçlü bir şiir yatağının bugünlere kadar geldiğini görebilmekteyiz.
Buna ilişkin kimi kaynak, makale, hadis gibi dayanaklara rağmen İslam'ın şiire karşı olumsuz bir tavır takındığına dair yaygın bir kanaatin de olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.
Buradan yola çıkarak "İslam'da şiir tartışması" başlıklı dosya/soruşturmamızı kimi şair, edebiyatçı ve ilahiyatçı isimlerle görüşerek meselenin farklı disiplinlerden nasıl görüldüğünü ortaya çıkarmak istedik.
Dosya/soruşturmamızın üçüncü bölümüne; İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Felsefe Bölümünden şair Prof. Dr. Bülent Sönmez, Batman Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden Doç. Dr. Ferhat Korkmaz, Muhit, Cins ve Hece gibi bir çok edebiyat dergilerinde şiirleri yayınlanan şair-yazar Mehmet Aycı ile İzmir Katip Çelebi Üniversitesi'nden Tefsir Hocası Doç. Dr. Murat Kayacan katkıda bulundular.
Dosya/soruşturmamız şu iki sorudan müteşekkildir:
Soru 1: Yukarıda değinilen bilgiler ışığında epistemolojik olarak olumsuzlanan, üslup ve form olarak güçlü görülen "Cahiliye Şiiri"nden tutun, İslam dönemindeki şiire, oradan da Osmanlılar ve günümüze kadar uzanan tarihsel süreçte Yunus Emreler, Şeyh Galipler, Yahya Kemaller, Nazım Hikmetler, Necip Fazıllar vs. ortaya çıkarmış Doğu ve İslam toplumlarındaki güçlü şiir damarına karşın şiir geleneksel olarak neden hala olumsuz görülmektedir?
Yukarıda yer verdiğimiz Şuara Suresi'nde geçen olumsuz şair algısının bunda etkisi var mıdır? Sizin bu suredeki şair ve şiirden anladığınız nedir acaba? Buradan Kur'an'ın şiire karşı olduğu yargısı çıkarılabilir mi?
Soru 2: Şuara Suresi'nin 227. ayetinde geçen olumlu şair profili Arap ve İslam toplumlarında sizce karşılığını bulmuş mudur? Eğer bulmuşsa bu şiir damarı hangi biçim ve içeriğiyle kendini tebarüz ettirmiştir? Varsa bunun öncülleri kimlerdir?
Bunlar bir poetika veya ekol oluşturmuşsa şayet bize bu poetika ve ekollerin içeriği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bülent Sönmez: Şuera kavramının; şiir söylemek, sanat icra etmek ile alakası yok, bir hayat algısı olduğu söylenebilir
Kur'an'daki Şuera kavramına şiir ve şair kavramları ekseninde bakmak son derece yanıltıcı olacaktır. Kur'an'daki Şuara ile betimlenenler her dönemde hakikati haz ve fayda ekseninde çarpıtarak toplumu yönlendirme misyonunu üstlenmiş bir sınıftır.
Buna ilkeye (anlama) dayanmayan medya da diyebiliriz. Buradaki Şuara sınıfını ilkçağ Yunan felsefesinde Atina'daki Sofistlere benzetmek; hatta Şuara suresini Sofist suresi diye adlandırmak da mümkündür.
İslam'ın zuhuru sırasında Mekke'de de Şuera sınıfı hakikati(manayı) esas almayan bir zümreydi. Bu yüzden Paganların Kur'an'a dönük suçlamalarından biri de şiir olması yönünde bir niteleme idi. Onlar, Peygamber ile şairleri birbirine karıştırıyorlardı. Oysa peygamber onlardan bir ücret istemiyordu.
Odak noktasını yitirmiş bir zihin elbette bu tarz yaklaşımlarda bulunacaktı. Oysa Kuran onların anladığı anlamda bir şiir değildi. Varlığını insan ontolojisinden alan aşkın bir zeminden besleniyordu.
Onun temelinde kişisel bir çıkar talebi olmadığı için hevaya değil; ilkeye dayanıyordu.
Burada Sokrates'in Sofistlerle tartışmasını hatırlamakta fayda var:
Sofist, menfaati icabı kelimeleri süsleyerek insanların duygularına hitap ederek, sadece görünen gerçeklikten anlamlar çıkararak insanlardan menfaat devşiren bir zümre idi.
Sokrates onlara "Neden kelimeleri böyle eğip büküyorsunuz" diye sordu. Onlar "Bu tabiatın yasasıdır büyük balık küçük balığı yutar, güçlü olanlar ayakta kalır, kurnaz olanlar işini yürütür" anlamına gelecek sözler söylediler.
Sokrates onlara "Hayır, biz tabiatın yolunu değil, logosun yolunu takip edeceğiz" dedi. Logosun yolunu izlemek, ilkeleri, bütün hayatın dayandığı temeli esas almak, hayata bu temelden bakmak demekti.
Kur'an ilkesizlik için Heva kavramını kullanır. Bu noktada Şairler her vadide şaşkın şaşkın dolaşanlar olarak tasvir edilir. Çünkü herhangi bir ilkeye dayanmama, hakikat diye bir kaygı taşımama durumu tek kelimeyle şaşkınlık, yani "dalalet"tir.
O halde burada Şuera kavramının şiir söylemek; sanat icra etmek ile alakalı bir durum değil, bir hayat algısı olduğu söylenebilir. Hayat karşısındaki bu pozisyonu anlatmak için Descartes, avukat ve hâkim örneğini verir. Akıl yürütme bağlamında hâkim de akıl yürütür, avukat da akıl yürütür. Biri haklı çıkmaya(menfaat) öbürü hakikati bulmaya(ilke) çalışır.
O zaman Şuara veya Hz Musa döneminde Sihirbaz denilen sınıf, insanların duygularını zaaflarını kullanarak kendilerine menfaat temin etmekte ve hatta ilkeleri hatırlatanların ayağını kaydırmak için kelam silahını kullanabilmektedir. Bu yüzden bunun şiirle, şiir yazmakla bir alakası yoktur.
Bunun tamamen hayat algısıyla bir alakası vardır. Şuara her dönemde insanlar üzerinde tahakküm kuranların aleti olan bir sınıfı temsil eder ki bu sınıf her zaman lanetlenmiştir.
Müslümanlar sanat konusunda tevhidi bir anlayışa sahip oldukları için Evren ile kurdukları ilişki de tevhide aykırı herhangi bir pozisyonda olmamak adına tarih içerisinde bazı sanat dallarında geri durmuşlardır Ama bunlar tabii ki yeniden yorumlanabilir, yeniden anlaşılabilir.
Ferhat Korkmaz: Kur'an'ın hem lafzı hem de mânâsı çok katmanlı estetiksel bir bütünlüktür
Cevap 1: İslâm'ın doğuşunu bir milat olarak kabul edersek bu miladın öncesi ile sonrasının ortak noktası, toplumları ve medeniyetleri derinden etkileyen her türlü söylemin estetik bir yönünün bulunmasıdır. Kur'an'ın hem lafzı hem de mânâsı çok katmanlı estetiksel bir bütünlüktür. Muallakat-ı Seb'a'nın Kâbe duvarlarından indirilmesini sağlayan husus, kutsal kitabımızdaki kuvvetli ve etkili estetik bir söylemin inşa edilmiş olmasıdır.
Her şiirin (gerçek şiiri kastediyorum –'gerçek şiir' derken hasıl olan mana da bellidir-) insan ruhunun sonsuz derinliğine gönderilmiş bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Hafızamızda yankılan her abidevî şiirin mısrasının ruhumuzda bir karşılığı var. İnsan bedeninin fiziksel olana dayanması gibi insanın ruhu da şiirselliğe dayanır. Kur'an'ın büyüklüğü esasında buradan geliyor. İslâm şiiri dışlamamış; aksine desteklemiştir.
Burada kanımca müteşabih ayetlerde olduğu gibi Kur'an'ın kimi yerlerinde lafzın mânâ ile bütünlüğü ayrıca İslâm'ın ruhuyla bağdaşıklığı düşünülerek yorumlanması gerektiği kanaatini taşıyorum. İslâm ne resmi ne şiiri yasaklar. Sanat İslâm'da yasak değildir. Yorum o yöne doğru zorlanmıştır. İslâm'ın sanata karşı olduğu yönündeki söylemlerin ciddiye alınacak hiçbir yanı yoktur.
Sanat, insan ruhunun kendini var etme sürecidir. Nitekim sanat, varlığın hikmetini açımlar, tefsir eder, şerh eder. Yunus Emre, "Her dem yeniden doğarız/Bizden kim usanası" der. "Her dem yeniden doğma"nın ancak estetik var olma süreçleri ve eylemleriyle açıklanabileceği kanaatindeyim.
İslâm dini, 'estetik'i önemser. İslâm'ın şiiri mutlak güdümlü bir şiir değildir. İslâm'da yaşam ve insaniliğin dışlanması söz konusu değildir. Bu açıdan İslâm şiire karşı değildir. Ayette bahsedilen husus, cahiliye taassubundan hareketle şiiri Kur'an'ın ayetlerine yeğ tutanların kastedilmesinden ibarettir.
Bu açıdan İslâm inancında ayetlerin en üst norm birimi olarak şiirin üstünde olduğu vurgulanmak istenmiştir. Zaten bir sonraki soruda zikrettiğiniz ayet, söylediklerimizin kanıtıdır. O açıdan Bakara Suresi'nin 85. ayetinde zikredilen ve kınanan yanılgıya düşmemek gerekir.
Son olarak sorunuzun ilk kısmında dile getirilen türden bir bakış açısı ve yorum, kısır döngüden başka bir şey değildir. Bu tarz soruların soru olma potansiyelini yitirmiş olduğu inancını kuvvetle taşıyorum. Doğu ve İslâm şiiri özüyle Batı şiirini de etkilemiştir. Avrupa'daki Rönesans hareketleri, Dante'nin ortaya çıkışı, Petrarca'nın hümanizmi Yunan kaynaklarından hareketle yeniden keşfedişinin Haçlı seferlerinden sonraya denk gelmesi rastlantı değildir.
Avrupalılar, kendilerini Doğu kaynaklarından yeniden okuyarak bulmuşlardır. Sanat ve şiir, insanlığa Doğu'nun hediyesidir. İslâm bu armağanı dışlamamış; bilakis sahiplenmiştir.
Cevap 2. Şuara Suresi'nin 227. Ayetini İslâm medeniyeti edebiyatları açısından değerlendirdiğimizde sorunuzda ifade ettiğiniz karşılığını bulmuş olduğunu görürüz elbette. Hiçbir İslâm edebiyatı dine sırtını dönmemiştir. En din dışı görünen ve tematik bağlamda bu yönüyle değerlendirilen şiir tarzında dahi dine ve onun hükümlerine pek aykırılık görülmez. Varsa da istisna teşkil eder.
"Hakk'ı ve sabrı tavsiye eden" şiir, Doğu edebiyatlarının müşterek yönüdür. İslâm edebiyatının en büyük üç kolu olan Arap, İran ve Türk edebiyatlarında bu hususta büyük bir istikrar bulunmakta ve hatta bu durum günümüzde dahi süreklilik arz etmektedir. Sorunuzun ikinci kısmına gelince bütün İslâm edebiyatlarında ortak form olan Divan şiirine ait tür ve ölçüler kullanılmıştır, diyebiliriz.
Türk edebiyatındaki dini-tasavvufi halk şiirini de buna ilave edebiliriz. Günümüzde ise Batı şiirinin etkisiyle birçok İslâm edebiyatında serbest formlar kullanılmakta ve her şiir kendi biçemini yeniden üretmektedir. İslâm edebiyatının öncüleri bellidir. Burada sadece Hemedani, Hariri, Sadi, Hafız ve Fuzuli gibi birkaç ismi zikredebiliriz.
Bununla birlikte Divan şirinin bütün büyük şairleri öncüdür. Dini-tasavvufi halk şiiri bağlamında da aynı tezi öne sürebiliriz. İsim ve eser zikretmenin, İslâm edebiyat tarihinde yalnızca kısa bir döneme dair analiz yapmanın bu soruşturmanızın sınırlarının çok ötesine taşacağı kaygısıyla şimdilik bu söylediklerimle yetinmek isterim.
Son olarak poetika olmadan güçlü şiirden söz etmek mümkün değildir. Poetik yanı olmayan bir şiir düşünülemez de zaten. O açıdan Şuara Suresi'nin 227. Ayetinde zikredilen husus, bütün İslâm edebiyatları açısından geçerlidir. Son sorunuzun cevabı olarak da poetikanın dayanağı ve içeriği "emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker"den ibarettir, diyebilirim.
Mehmet Aycı: İslam uygarlığının en güçlü yanlarından birini şiir oluşturuyor
Cevap 1. Nereden baktığınıza bağlı. Oradaki kınama zulme rıza gösteren, haklıdan yana değil güçlüden yana olan şairler için. Yoksa vadilerde başıboş dolaşma ve yapmadıkları şeyi söyleme şairin fıtratıyla ilgili bir tespit. Ben böyle anlıyorum.
Hazreti Peygamberin şairlerle olan ilişkisine de iyi bakmalı ayrıca. Buradan Kuran'ın şairlere karşı olduğu, İslam'ın şiiri olumsuzladığı sonucu çıkarılamaz. Mevcut şiir birikimi de bunu söylüyor zaten.
Cevap 2. İslam uygarlığının en güçlü yanlarından birini şiir oluşturuyor. Yahya Kemal de bunu teyit ediyor. Kadı Burhanettin'den İsmet Özel'e, Yunus Emre'den Sezai Karakoç'a kadar bu coğrafyada yazılan şiirin şahsiyet bağışlayan bir tarafı ar. Dünyaya bigane kalmayacaksın.
Hakkı tutup kaldıracaksın. Zulmedenden yana olmayacaksın. Ezilenin, mağdur olanın yanında olacaksın. Sözün ve anlamın kaynağına dair bir tereddüt yok bu şairlerde. Cahiliye döneminde veya İslam'ın ilk döneminde söylenen şiir bugün referansımız olamaz.
Cumhuriyet döneminde bile hangi ideolojiden olursa olsun Türk şairlerinin şiirleri bu anlamda dünyaya bir şey söylüyor. İnsanlığın vicdanı olmaya devam ediyor. Şairlerimizin poetikası şiirin içinde, şiire dâhil.
Murat Kayacan: Cahiliye zihnini bırakıp şiirini almak, neden olmasın?
Sorularınızdan anlaşılan şey, şiir karşısında Müslüman tutumunun farklılık arz ettiğidir ki bu doğrudur. Bununla birlikte Müslümanlar, her ne kadar cahiliyeye (İslâm karşıtı/dışı inanç ve hayat) karşı olumsuz bir tutum takınmış olsalar da sanıldığının aksine cahiliye dönemi şiirini bir imkân olarak görmüş ve dışlamamışlardır.
Bu yaklaşım doğrultusunda Kur'an'ın ne demek istediğini tespite odaklanan tefsir ilmi, cahiliye dönemi Arap şiirine kayıtsız kalmamıştır. Sözgelimi; ilmi, muhakemesi ve yönetme eğilimiyle Hz. Muhammed'in (s) eşi Hz. Ayşe'nin de çokça şiir aktardığı söylenir. Her ne kadar Kur'an'da şairlik peygambere yakışmayan bir şey olarak anlatılsa da (Yâsîn 36/69) bu negatif tutum, Müslümanlarca "vahiy karşıtı şiire" yönelik olarak algılanmıştır.
Cahiliye şiirinin, cahiliyeye karşı mücadele eden Müslümanların rehberi olan Kur'an'ın yorumunda önemli bir yeri olması paradoks gibi gelebilir; fakat son peygambere vahyin Arap dili ile inmiş olduğu gerçeği (Yûsuf 12/2) hesaba katıldığında cahiliye şiirinin, muhteva açısından olmasa da Arapça lafızların kullanımı yönünden önemli bir değere sahip olduğu söylenebilir.
Kur'an'da yer alan kimi lafızların bazı sahabilere anlaşılmaz gelmesi ve böyle durumlarda söz konusu lafızların, cahiliye şiirine başvurularak anlamsal netliğe kavuşturulmaya çalışılması da yukarıda söz edilen durumu açıklamaktadır. Bununla birlikte Kur'an, şiirlerde geçen kimi lafizların anlam içeriklerine bütünüyle bağlı kalmamış hatta kayda değer bir oranda onlara yeni anlamlar yüklemiştir.
Bu da İsmâil Râcî Fârûkī'nin (1921-1986) ifadesiyle "bilginin İslamileştirilmesi" eğiliminin çok erken dönemlerde Müslümanlar arasında mevcut olduğu ve Müslümanların cahiliyeyi ayrı cahiliye şiirini ayrı değerlendirerek ikincisinden dil değeri açısından faydalanma yoluna gittikleri şeklinde yorumlanabilir.
Kemik, taş ve böcek gibi şeyleri bile konu edinmiş olan cahiliye şiiri hakkında bu bağlamda değinmekte yarar var. Bu şiirin en azından bir kısmının uydurma olması mümkün müdür? Salman Rüşdi örneğinde görüldüğü gibi "şeytan ayetleri" iddiasını gündeme getirip İslâm hakkında zan oluşturma girişimleri olmuşken Müslümanlar için sadece tefsir ilmine katkısı olması açısından belli bir değeri olan cahiliye şiiri hakkında da iddiaların olması ihtimal dışı değildir.
Bununla birlikte toptancı bir tutumla bu şiirleri yok saymak, tefsir ilmini cahiliye şiirindeki zengin kelime ve kalıp kullanımlarına başvurmaktan alıkoymaya kalkmak bir aşırılıktır.
Cahiliye şiirinin sonraki nesillere doğru aktarımı konusunda yaşanan bir zorluk da Arapçadaki harflerin noktalarının ve hareke sisteminin sonradan eklenmiş olmasıdır. Noktasız ve harekesiz bir yazı diliyle aktarılan şiirlerin yorumlarının farklı olması doğal bir durumdur.
Bu ve diğer sorunlarına rağmen, cahiliye şiiri Kur'an ayetlerini ve kelimelerini doğru anlamlandırma açısından önemli araçlardan birisidir ama her şey değildir. Zaten Müslümanlar da cahiliye şiirini "olmazsa olmaz" görmemiş ve onu da hadisleri korudukları düzeyde korumamışlardır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish