Doç. Dr. Zehra Yılmaz, 2010 yılında Georgetown Üniversitesi'nde 1 yıl doktorası ile ilgili olarak misafir araştırmacı sıfatıyla bulundu. 2013 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden doktora derecesini aldı.
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi unvanıyla çalışmaktadır. Şu anda Leiden Üniversitesi (Hollanda) Hukuk Fakültesi VVI Enstitüsü'nde misafir araştırmacı sıfatıyla bulundu.
Çeşitli dergilerde ve derleme kitaplarda yayımlanmış makalelerinin dışında, yazarın 2015 yılında İletişim Yayınları tarafından basılan Dişil Dindarlık: Türkiye'de İslamcı Kadın Hareketi'nin Dönüşümü başlıklı bir kitabı da bulunmaktadır.
Kendisini "feminist akademisyen" olarak tanımlayan Yılmaz ile uluslararası ilişkilerde feminist anlayış ve yaklaşım hakkında röportaj yaptık.
- Türkiye'de diplomasi ve kadın, diplomasi ve feminizm konulu araştırma pek yaygın değil. Dolayısıyla yazınızı yazarken motivasyonunuz ve gerekçeniz neydi?
Ben, feminist bir akademisyenim. Geleneksel düzlemde, uluslararası ilişkilerin hem siyasal ilişkiler itibarıyla hem de akademik olarak oldukça eril bir yapısı vardır. Hatta feminist tartışmalar, bu nedenle uluslararası ilişkiler disiplini içine, diğer alanlarla karşılaştırıldığında, oldukça geç girmiştir.
Önce İslamcı hareket, daha sonra da göç bağlamında çeşitli konuları feminist perspektiften ele alan çalışmalar yaptım. Bu çalışmalarımda odaklandığım, birlikte çalıştığım kadınlar literatürde çoğunlukla "mağdur" olarak ele alınan, egemen sistemin dışında tanımlanan (bazen kendilerini de öyle görüyorlar) bir grubu oluşturuyordu.
Kadınların içinden konuştuğu ideoloji (İslamcılık) ya da içine düştükleri durum (göçmenlik) da genel itibarıyla egemen sistemin dışında ya da eşiğinde/çevrede tanımlanıyordu.
Doktoramı bitirip, taşrada bir üniversitede zorunlu görevime başladığımda uluslararası ilişkiler gibi oldukça merkezi, batıcı bir dil üzerinde yeşermiş disiplinin içinden çevre bir üniversitede ders vermenin, söz üretmenin de kendine özgü zorluklarını deneyimledim. Tüm derslerimi feminist perspektifimin süzgecinden geçirerek yapılandırmaya çalışırken çok zorlandım.
Bunun bir nedeni, disiplinin eril ve batı merkezli yapısıydı, diğer nedeni ise bütün öğrencilerimin kafası televizyonlardaki erkek stratejistlerin devlet güvenliği odaklı analizleriyle dolmuşken onları uluslararası ilişkilerin insan ya da çevre odaklı da düşünülebileceğine ikna etmekti.
Bu farklı deneyimler beni hem disiplini hem de dış politikanın işleyişini yeniden derinlemesine düşünmeye sevk etti. O güne kadar akademik olarak mikro alana odaklanmışken, yeniden makro alana bakma ihtiyacı hissettim.
Diplomasi ve onun ürettiği diplomatik kültür egemen sistemin tam da merkezinde duran kurucu ve oldukça kurumsal bir yapı olarak karşımıza çıkıyordu. Yani bugüne kadar çalıştığım uluslararası ilişkiler disiplini içinde "çevre" konular olarak tanımlanan alanın içinde değildi.
Diplomat kadınlar da hem eğitimleriyle hem kültürel sermayeleriyle daha önce birlikte çalıştığım kadınlardan çokça farklılaşıyordu. Ancak, değişmeyen, kurumsallaşan hatta çoğu zaman kadınlar tarafından da içselleştirilen ataerkil yapı farklı mekân, statü, eğitimden de olsa kadınların sorunlarını ortaklaştırabiliyordu.
Bu nedenle, aslında diğer çalışmalarımdan farklı bir merakla yol almadım. Yapıya dönük bir eleştirimiz varsa, bu yapısal analizle aynı zamanda aktörleri de ele almak gerekir düşüncesiyle kadın diplomatlar üzerine eğildim.
Uluslararası sistemi üreten ve bu ürettiği bilgiyi, kültürü statik kılan aktörler içinde kadınların yerini, kadınlara biçilen rolleri ve kadınların bu rolleri nasıl içselleştirdiklerini sorgulayarak başladım söz ettiğiniz yazıya.
- Diplomasi tarihinin eril/erkek egemen bir anlayışla ele alınıp uygulandığını, bu alanın yüzyıllar boyunca neredeyse erkeklerin tekeli ve tahakkümünde olduğunu biliyoruz. Bu tekeli ve eril anlayışı kırmak için feminist bakış açısının temel eleştirileri ve faaliyetleri nelerdir?
Feminizmin ilk eleştirisi uluslararası ilişkilerin kurucu teorisi olan realizmin "insan doğasının kötü" olduğuna ilişkin ön kabulüdür. Üstelik burada sözü edilen insan, erkektir. Bu kabul nedeniyle sistem de erkek egemen, anarşik, çatışmacı ve güç odaklı tanımlanır.
Feminizm bu kavramların hepsini eleştirir, uluslararası sistemin sadece güç odaklı açıklanamayacağını söyler. Yine uluslararası ilişkilerde temel referans olan realist teorinin dış politikayı iç politikadan ayırmasına feminist dış politika anlayışı itiraz eder. Dış politika ve iç politika ayrımı yoktur. İnsandan yalıtılmış, onlara rağmen bir dış politikadan bahsedilemez.
Ayrıca, geleneksel uluslararası ilişkiler yaklaşımlarında hakim olan yüksek politika/alçak politika ayrımına da feminist dış politika itiraz eder. Toplumsal cinsiyet sorunları, azınlık hakları, insan hakları, çevre sorunları, nüfus artışı, göç, insan kaçakçılığı, yoksulluk gibi sorunların da dış politika meseleleri olduğunu savunur. Bunları analizinin merkezine yerleştirir.
Hatta post-kolonyal feministler, batı merkezli feminist eleştirilerin de ötesine geçerek uluslararası ilişkilerin batı odaklı şekillenmesini ve sistemin doğuyu, güneyi aşağıda tutan kültürel bir hiyerarşi kurmasını eleştirir. Bu kültürel hiyerarşinin sistemdeki eşitsizlikleri normalleştirdiğini söyler.
Bir başka konu da karar alma mekanizmalarında erkeklerin hâkimiyetidir. Feminist düşünürler dış politikada karar alıcıların erkeklerden oluşmasının ve kadınların bu süreçlerden dışlanmasının politika yapma sürecine etkilerini ele alır. Hem yönetimsel hem ele aldığı konular hem de ürettiği çözümler itibarıyla uluslararası ilişkilerin erkek egemen bir sistem ve disiplin olmasının uluslararası sistemdeki anarşiyi beslediğini söyler.
Feministlerin faaliyetleri sorunuza gelince… 1995'te, kadın haklarını, insan hakkı olarak tanıyan ve bu anlamda kadınları ulusal ve uluslararası alanda güçlendirmeyi ilkesel olarak benimseyen BM Pekin Deklerasyonu'ndan sonra tüm dünyada kadın hakları konusunda duyarlılık arttı.
Ancak özellikle dış politika konusunda feministlerin en büyük kazanımlarından biri Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 2000 yılında aldığı, kadınların dış politikada karar alma sürecine daha fazla katılımını sağlamaya dönük kararıdır.
Güvenlik Konseyi'nin 1325 sayılı bu kararı, özellikle silahlı çatışmaların kadınlar ve kız çocukları üzerindeki olumsuz etkilerinden yola çıkarak çatışmayı çözme ya da barış süreci gibi tüm karar alma mekanizmalarına kadınların daha fazla katılımını hedefler.
Ayrıca, kadınların çatışmalar süresince ve sonrasındaki haklarını koruyan uluslararası insancıl hukuk ve insan hakları hukukunun tamamen uygulanmasının gerekliliğine de kararda değinilmiştir. Barışı koruma operasyonlarında toplumsal cinsiyetçi bakış açısının egemen kılınması gereğinin altı çizilmiştir.
Nitekim 2008 yılında Güvenlik Konseyi aldığı 1820 sayılı kararla cinsel şiddeti bir "savaş suçu" olarak ilk kez tanımlamıştır. Diğer taraftan NATO, AGİT gibi uluslararası güvenlik örgütleri, kadın ve barış konularını içeren eylem planlarıyla politikalarını dönüştürmeye başlamıştır. Böylece Feminist Dış Politika anlayışı ana akımlaşmaya başlamış ve 2000'lerden bu yana başta İskandinav ülkeleri olmak üzere Avrupa'da ve bazı Avrupa dışındaki ülkelerde yaygınlaşmıştır.
Bu değişikliklerde insan hakları, kadın hakları, barış ve güvenlik konularını temel alan uluslararası organizasyonların 1990'lardan bu yana kadınların karar alma mekanizmalarında temsilini arttırmaya dönük çabaları ve bu anlamda uluslararası örgütlere ve devletlere yaptıkları baskının inkâr edilemez bir etkisi vardır.
- Diplomasiye yaklaşım hususunda feminist alternatifin ana çerçevesini çizmeniz mümkün mü?
Feminist dış politika, öncelikle uluslararası sistemdeki yapısal eşitsizlikleri eleştirir ve sistemin merkezine insanı koyar. Bu yanıyla da geleneksel yaklaşımlardan katı bir biçimde ayrılır.
Daha özelde ise: devletlerarası ilişkilerin öncelikle kadınların ve ayrıca çocukların, göçmenlerin… kısacası ayrımcılığa uğramış tüm kesimlerin haklarını kapsayacak insan hakları normlarına göre belirlenmesini talep eder.
Bu hedefi gerçekleştirebilmek için de erkek egemen güç ilişkilerini çözümler ve eleştirir. Güç ilişkilerini eşitlikçi bir zeminde yeniden tanımlayabilmek için de feminist aktivist hareketlerle birlikte ulusal ve uluslararası yeni normlar belirler. Bu normların devletler ve uluslararası örgütler tarafından benimsenmesi için baskı grupları oluşturur.
- Uluslararası ilişkiler ve diplomaside kadın bürokratların olması, tek başına feminist bakış açısı için yeterli sayılır mı?
Hayır, sayılmaz! Feminist dış politikanın da zaten tek derdi kadınların diplomaside daha fazla temsilini sağlamak değildir. Kadının karar alma mekanizmalarında, politika yapımında yer alması elbette çok önemli. Ama mevzu bundan ibaret değil.
Biz "toplumsal cinsiyet" kavramı üzerine yapılan ikinci dalga feminist tartışmalarla birlikte öğrendik ki, kadın ve erkek arasındaki farklılık biyolojik farklılığın ötesinde tarihsel olarak sosyal ilişkilere içkin bir biçimde şekillenen eril düşünme ve davranış biçimleri bağlamında belirlenen bir farklılıktır.
Nitekim örnekler de teyit etmektedir ki, bu kültürü dönüştüremediğin sürece kadınların temsilindeki artışı temel alan birinci dalga feministlerin liberal bakışı tek başına kadın-erkek eşitliği adına olumlu bir durumu ifade etmeyebilmektedir.
Bu nedenle ben makalemde, "diplomatik kültür"ün eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerekliliğinden söz ettim. Bir kültür olarak erilliğin dış politikayla ilişkili diplomatik kurumların gelişiminde ve temsilcilerin seçiminde nasıl belirleyici olduğunu irdeledim. Zira kurumsal düzlemde kültürü inşa etme ve aktarma eylemi belli bir cinsiyet aracılığıyla gerçekleşiyorsa biz burada cinsiyetçi bir kültürden söz edebiliriz.
Diplomaside de öyle bir kültür hâkim ki, sistemin içine giren çoğu kadın da ancak bu kültürü tekrar ederek var olabiliyor. Bu eril sistemin devamı için kadınlar da erkeklerle "işbirliği" yapabiliyor. Öyleyse temsil ile birlikte yukarıda bahsettiğim yapısal dönüşümden de söz etmek gerek.
Aynı zamanda kadınların bu eril kültüre rıza göstermesinin gerisindeki nedenleri sorgulamak ve kadınları bu kültürel yapıyla mücadele edebilecek şekilde güçlendirmek gerek.
Kadınlar için kota, eşlerle ve çocuklarla birlikte hareket edebilmede kolaylık, önemli misyonlarda kadınlara da görev verilmesi, bu konuda yazılı ilkesel kararlar alınması kadınları güçlendirecek düzenlemeler olabilir. Bu anlamda değişiklikler yapılıyor.
Nitekim kadın hakları konusundaki bilinçlenme kadın diplomat profillerini de değiştiriyor. İstatistikler de dış politikada karar alma sürecinde kadın sayısının gün geçtikçe arttığını gösteriyor.
Bu anlamda, Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini Güçlendirme Endeksleri takip edilebilir. Ya da dünyada karar alma mekanizmalarına katılan kadınlara bakılabilir. Örneğin ABD başkan yardımcılığına ilk defa bir kadının, Kamala Harris'in seçilmesi önemli bir başarıdır. IMF olarak bilinen Uluslararası Para Fonu, bugün yine bir kadın Kristalina Georgieva tarafından yönetilmektedir, Avrupa Merkez Bankası'nın başında Christine Lagarde ve AB Komisyonu'nun başında olan Alman siyasetçi Ursula Gertrud von der Leyen vardır. Kadın devlet başkanları, bakanlar ve milletvekili sayısı da gün geçtikçe artmaktadır.
Kadın temsili elbette dış politika anlayışında değişiklikler için iyi bir başlangıçtır, ya da hâlihazırdaki değişikliğin bir sonucudur diyebiliriz. Bu ikisi birbirinden bağımsız değildir.
- Günümüzden yarına bakıldığında feminist diplomasinin gelişebilme ihtimali konusunda iyimser misiniz?
İyimser olmaktan ziyade, bunu kaçınılmaz görüyorum. Özellikle 1980'lerin ikinci yarısından itibaren uluslararası ilişkiler disiplini, uluslararası yapının da değişmesine paralel olarak, devlet odaklı olmaktan çıktı. Buna bağlı olarak, aynı dönemde bizim disiplinde "3. Büyük Tartışma" olarak tanımladığımız teorik çeşitlenme ile birlikte, içinde feminizmin de yer aldığı eleştirel düşünceler yükselişe geçti ve analizlerde yaygınlık kazanmaya başladı.
Hâlâ realizmin devlet güvenliği odaklı indirgemeci yaklaşımına sığınan bir çoğunluk var elbette, ama bu analizler yüzeysellikleri dolayısıyla günümüz uluslararası sorunları anlamakta yetersiz kalıyor ve sistemi krize sürüklüyor.
Dün de yeterli değildi aslında, ama önce İngiltere daha sonra da soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasında ABD'de şekillenen disiplin, realist teoriyi yani savaş, güç, devlet bekası/çıkarı, güvenlik konularını merkezine aldı. Esasında, post-yapısalcılığın bize açtığı eleştirel zeminden konuşursak, disiplinin ürettiği bilgi ona egemen olan iktidar tarafından da belirlendi. Bu bilgi de doğru ve gerçek kabul edildi; ya da zorunda kalındı diyelim.
Günümüzde ise bu üretilen "gerçekliğin" doğru olmadığı açıkça ortaya çıktı. Örneğin devletlerarası savaşın, realist terminolojiyle ifade ettiğimizde "güç mücadelesinin" tek başına uluslararası bir sorunu çözemediği, savaş sırasında ve sonunda insani bir sorun olarak ortaya çıkan göçün de en az savaşlar kadar sistemin yapısını çözen ve yeniden şekillendiren bir mesele olduğu görüldü.
Üstelik göç devletlerin tek başına çözüm üretebileceği bir konu da değildi. Sınırların geçirgenliği, vatansızlık, vatandaşlık, insani ya da devlet güvenliği kavramlarının hepsi sorgulandı. Devlet odaklı meseleleri çözmeye çalışmanın ve bu çözümde insanı dışlamanın sistemi çözümsüz ve istikrarsız bir noktaya sürüklediği görüldü.
Özellikle Macaristan ve Polonya'nın Suriyeli göçü sırasında sınır güvenliğini odağına alan katı politikası nasıl AB içinde bir krize neden olduysa, aynı şekilde Trump'ın Meksikalı göçmenlere yönelik sınıra duvar yapımını da içeren engelleyici ve dışlayıcı politikaları ABD'de ve Amerika kıtasında yeni bir kriz yarattı.
Bu siyasetçilerin hepsi erkekti ve meseleye devlet odaklı yaklaştılar. Göç politikasının çok sert eleştirilmesine ve bunların tümüne ben de katılmakla beraber, yine de kadın bir politikacı olarak Merkel, meseleyi diğer erkek politikacılardan daha farklı ele aldı diyebilirim. Hâlâ yetersiz olduğunu kabul etmekle birlikte, Suriye krizinde en fazla mülteci kabul eden AB üyesi devlet de yine Almanya oldu.
Kovid-19 küresel pandemi döneminde de kadın siyasetçiler erkeklerden daha iyi bir yönetim sergiledi. Yeni Zelanda'dan Almanya'ya kadın liderler pandemi döneminde, erkek liderlerle karşılaştırılmayacak düzeyde iyi bir sınav verdi. Hatta Merkel, bu dönemde sergilediği "güvenilir siyasetçi" profiliyle sadece kendinin değil, diğer kadın liderlerin de karizmasını güçlendirdi.
Kovid-19 pandemisi döneminde sergiledikleri başarılı sağlık ve aynı zamanda ekonomik destek programlarıyla öne çıkan Almanya, Yeni Zelanda, Tayvan ve Finlandiya gibi ülkelerin hepsi kadın liderler tarafından yönetiliyordu.
Bu kriz sürecinde Yeni Zelanda İşçi Partisi lideri ve Başbakanı Jacinda Kate Laurell Ardern, sadece Kovid-19'la ilgili hızlı önlemler almamış aynı zamanda hem kendisi hem de bakanların maaşlarından kesinti yaparak, Kovid-19 tedavisi görenler için oluşturulmuş ortak fona destek vermiştir. Yönetilenler ve yöneticiler, bu nedenle de ayrıcalıklı olanlar ve olmayanlar ayrımını ortadan kaldırmıştır.
Ardern, 2019'da Yeni Zelanda'daki bir camiye yapılan saldırı ertesinde mağdurlarla kurduğu ilişki üzerinden de oldukça takdir almıştır. Ardern'in mağdurları ötekileştirmeyen içerseyici dil kullanması terör saldırılarına karşı şiddete şiddetle karşılık vermek yerine, başka bir dilin de geliştirilebileceğinin iyi bir örneğini oluşturmuştur.
Tabi, söylediklerimden kadınlar mutlak anlamda iyi yöneticilerdir anlamı çıkarılmamalı. Bunun ötesinde söylemeye çalıştığım, anaçlık, duygusallık gibi geleneksel genellemelerle karar alma mekanizmalarından dışlanan kadınların, "yönetmek erkek işidir" anlayışını yıkmaya başladığıdır.
Kadınlar da erkekler kadar iyi yönetici olabilirler, hatta zaman zaman onlardan daha iyi de olabilirler. Anne olmaları da buna engel değildir. J. Ardern yine bu konuda model bir örnektir ya da 7 çocuğu olan Ursula Gertrud von der Leyen. Kadına özgü durumlar ya da özellikler kadınları kötü, yeteneksiz yöneticiler yapmaz.
Tüm bu lider kadın modellerinin ötesinde, 2014 yılında feminist dış politikayı uygulayacağını ilan eden İsveç örneği önemli bir eşiktir feminist dış politika kazanımları açısından. Bunu 2017 yılında Kanada ve 2019'da da Fransa takip etti. Hatta son Almanya seçimlerinden çıkan koalisyonun da programında dış politikada feminizmi benimseyeceği söylendi.
Avrupa'da feminist dış politikaya yönelim var; ama Finlandiya, Danimarka, Lüksemburg, İspanya gibi Avrupa ülkelerinin dışında Avustralya, Yeni Zelanda, Malezya gibi ülkelerin de doğrudan feminist demeseler de dış politikalarında feminist ilkelere sadık kalmaya özen gösterdikleri biliniyor. İlginç bir örnek olarak Meksika da feminist dış politikayı benimseyeceğini söyledi. Ben bu ivmenin hızlanacağını düşünüyorum.
- Araştırmalarınız sonucunda aydın bir kadın ve akademisyen olarak kişisel önerileriniz nedir? Özellikle de Türkiye'deki dış ilişkiler ve diplomasi konusunda.
Türkiye'deki bugünkü eğilim demokratikleşme, sivilleşme yönünde değil. Dış politikada son 10 yıldır güvenlik ve güç odaklı, askeri müdahalelerle şekillenen bir anlayış hâkimdi. Son bir-iki yıldır bu değiştirilmeye çalışılıyor, çünkü askeri müdahale konusunda Türkiye kapasitesinin sınırına geldi. Zira güç üzerinden üreteceğin politikanın tüm devletler açısından sınırları vardır.
Türkiye'nin yeni dış politikasının nereye yöneldiği konusunda ise pek bir şey söyleyemeyeceğim. Çünkü belli ilkeler çerçevesinde değil, konjonktürel durumlara pragmatist cevaplar şeklinde ilerleniyor. Bu istikrarsız dış politika uygulamalarını Türkiye'de yaşayanların yararına daha eşitlikçi ve barışçıl bir yöne evirmek için feminist politikaların da içinde yer aldığı yapısal bir dönüşüme ihtiyaç var.
Ancak, bu yapısal dönüşümün olabilmesi için de kurumlara yeniden işlevlerinin kazandırılması gerekir. Zira son yıllarda, Türkiye'de diplomat kadın sayısı artmakla birlikte meslekten olmayan, atama yoluyla gelen diplomat sayısı Dış İşleri Bakanlığı'nın tarihinde olmayan bir biçimde arttı.
Bakanlığın kurumsal olarak da dış politika belirleme inisiyatifi zayıflatıldı. Bu durumda politik bir öngörüde bulunabilmek için önce kurumların yeniden işlevini kazanması ve bununla birlikte daha eşitlikçi bir biçimde yeniden yapılandırılması gerekir. Atamalarda da liyakate sadık kalınmasından vazgeçilmemeli ki, kurumların güvenirliği sarsılmasın.
Özetle Türkiye'de dış politika da kurumları da demokratik ülkelerdeki seyrin tersine bir yöne doğru gidiyor. Bunu eleştiren Türkiye'de birçok siyasi ya da sivil grup var elbette. Dış Politikada Kadınlar Platformu (DPK) diye bir oluşum var mesela. Platform Türkiye'de toplumsal cinsiyet meselelerine duyarlı uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi alanında uzman akademisyenleri, bu alanlarda çalışan gazetecileri bir araya getiriyor. Yıllık raporlar yayınlıyor, istatistikî verileri takip ediyor, politika önerileri sunmaya çalışıyor. Basınla işbirliği yapıp uluslararası sistem analizlerinde kadın akademisyenleri daha görünür kılmaya çalışıyor.
Bunlar önemli çalışmalar. Genişletilmesi, kapsayıcılığının arttırılması ve buna bağlı olarak da etkisinin arttırılması gerekir bu tür yapıların. Ancak Türkiye'de siyasal ve sivil alanda var olmak gittikçe zorlaşırken, bu anlamda bir güçlenmeden bahsetmek çok meşakkatli bir yol herkes için. Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden dahi çekildiği bir ortamda, feministler için en büyük başarı bugüne kadarki kazanımlarını korumak gibi görünüyor.
NOT: Bu röportajdan bağımsız ama onun tamamlayıcısı niteliğinde derlenecek olan Diplomasiye Feminist yaklaşıma ilişkin iki bölümlük yazı dizisi devam edecektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish