Dosya/Soruşturma: Çeviride sansür ve çevirmenlerin misyonu (3)

Türkiye'de çeviri kitapların aslına uygun, hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmeden çevrildiğini düşünüyor musunuz? Bu ve benzeri "kasıtlı" hataların yapılmaması için neler yapılabilir?

Fotoğraf: Pinterest

Çeviri özelinde değil, Türkiye'de hemen hemen tüm iş alanlarını ve kurumlarını ele geçiren niteliksizlik söz konusu.

Hiç kimse kendi uzmanlık alanında hassasiyet göstermediği gibi, herkesin uzmanlık alanına dair yorumda bulunabiliyor. Uzmanlık alanları bir etiketten öteye gitmiyor.

O alanda çalışanlar etiketle her şeye sahip olabiliyorken, iş yapma konusunda ya da işini doğru yapma konusunda hep gerilerden geliyor.

Piyasadaki editörlerin ya da çeviri editörlerin birkaç işi birlikte yaptığını, iş tanımının dışına çıktığını, yoğun iş yükü altında kendi alanına dair deneyimi ertelediğini de gözden ırak tutmamak gerek.

Bu durum hem ekonomik, hem de politik olarak açıklanabilir: Editörün ekonomik mecburiyetleri ve Türkiye'de neredeyse çoğunluğun yapamayacağı işlere "hayır" demek yerine, "evet" demesi; daha en baştan işlerin nasıl sarpa sardığını gösterebiliyor.

Oysa itiraz mekanizması gündelik hayatımızda da gerekli olan bir eylemdir. Yaşamın öz kaynağında, bireyin kendine olan saygısının bir göstergesi. Belki de çok uzak bir şeyden bahsediyor olabilirim.

Fakat itirazın olmadığı yerde yalan da, yanlış da, kötülük de kol gezmeye başlıyor. Neredeyse kimse kimseyi dinlemiyor. Herkes kendi küçük iktidarının parmağını başkasının üzerinde sallamaya çalışıyor.

Politik gölge sinsiliği, politik doğruculuk ya da dayanışma adı altında birçok kültür üretimine hiç olmayacak bir biçimde değer atfediliyor.

Eserin kendisinden çok kişilerin mahallesi, ideolojisi, kiminle arkadaş olduğu, kimleri okuduğu gibi şeylerle ilgileniliyor.

Politik doğruculukla vasat olan nasıl öne çıkarılmamalıysa, aynı şekilde politik doğruculukla eleştiri yapılamayacağı artık öğrenilmeli. Tartışmak yerine linç, konuşmak yerine ise maalesef susturmak devreye giriyor. 
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Çevirideki sansür durumlarıyla birlikte, çevirmenlere yönelik yoğun bir linç girişimine tanık olduk. Elbette yerinde olan eleştireler de yok değildi.

Ama genel olarak çevirmenin kendini ifade etme, meselenin aslına yönelik açıklamaları neredeyse susturularak geçiştirildi.

Yayınevleri her zaman kitap toplama pratiğini devreye sokarak onlara yöneltilen eleştirileri ortadan kaldırabiliyor. Fakat çevirmenler hem yalnız bırakılıyor, hem de yaptıkları açıklamalar neredeyse hiç önemsenmiyor.

Ortada bir hata varsa -ki çoğunlukla yayınevlerindeki editöryal politikaların sonucu sansür uygulanıyor- çevirmenin bir insan olduğunu, onun da hata yapabildiğini unutmamak lazım.

Çevirmenin daha çok konuşmasına imkan tanıyarak böylece meselenin aslı astarını öğrenerek buna göre bir tepki geliştirebiliriz.

Bu tür meseleler konuşulmadığı, tartışılmadığı müddetçe, aynı şeylerin yeniden yaşanma ihtimali yüksek. Ve yayınevleri, kitapları topladığını söyleyip aynı şeyleri yapmaya devam edecektir. 


Soruşturmanın üçüncü bölümünde Işık Barış Fidaner, Murat Erşen, Tevfik Turan ve Zeynep Nur Ayanoğlu soruları cevapladı:

Soru 1: Salman Rushdie'nin 'Floransa Büyücüsü' kitabının çevirisinin bir bölümünde, "Kürdistan" sözcüğünün, "Kürtlerin yaşadığı topraklar" olarak değiştirildiğini okuduk.

Kitabı çeviren Begüm Kovulmaz, "Kürdistan sözcüğünü sansürlemem mümkün değil, yayınevine gönderdiğim çeviri dosyasında da sözcük Kürdistan" diye bir açıklamada bulundu.

Birkaç gün önce de bir okuyucunun sosyal medyadaki paylaşımıyla, Fatih Özgüven'in Nabokov'un 'Lolita' (1982 yılındaki Can yayınları baskısında) isimli romanında "ensest" kelimesini "kızılbaş" olarak çevirdiği ortaya çıktı.

Fatih Özgüven konuyla ilgili, "Hem bilgisizliğim hem de cehaletim nedeniyle sosyal medyada gündeme gelen o affedilmez vahim hatayı yaptım" diyerek, buraya hepsini ekleyemeyeceğim uzun bir açıklama yaptı.

Türkiye'de çeviri kitapların aslına uygun, hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmeden çevrildiğini düşünüyor musunuz? Bu ve benzeri "kasıtlı" hataların yapılmaması için neler yapılabilir?


Soru 2: Martin Luther, Kitabı Mukaddes'i Almanca'ya çevirdiğinde, kilise tarafından hain olarak görüldü. Kilisenin Luther'e yönelttiği eleştiri anlaşılabilir belki, onlara göre kutsal kitap başka dile çevrilirse gerçek manasından uzaklaşabilir.

Öte taraftan Latince bilmeyen insanların, orijinal dilinde okudukları İncil de kendileri için anlaşılır olmaktan uzak olacaktı. Burada her iki tarafın da hassasiyetini gözetmesi gereken çevirmendir galiba.

Kilisenin bağnazlığı, bir hakikati de ortaya çıkardı; çevirmenin rolü ve çevrilen bir metin üzerindeki etkisi.

Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir belki;

Çevirmenin, çevirdiği metin ile arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?

 

Işık Barış Fidaner: Çeviri işi metni okura beğendirmek üzerinden tanımlanamaz

1- Çevirmenin çevirdiği metinle ilişkisi, yazarın derdini anlamak ve aktarmaktır. Ama bu genel tarif metni serbestçe yeniden yazmak anlamına gelmez, çünkü metni oluşturan dil öğeleri, en geniş birimlerden en küçük yapıtaşlarına kadar, yazarın derdinin tezahür ettiği metinsel bağlamı oluşturur.

Çeviride anlama ve aktarmanın asıl işlediği düzey metnin bütünselliğinden önce metne bağlam veren bu öğesel parçalardır. Metnin dokusunu işleyen çevirmenin incelikli konumu, bütünlüğü korumak adına tekil parçaları feda etmeye pek izin vermez. Bütünlüğü koruma rolü daha çok Yayıncı adına metni hizaya sokan Editöre düşer.

Aslında çeviri imkansız bir iştir, çünkü kaynak dildeki öğeler hedef dile asla tam isabet etmez. İki kültür arasında uygarlık makası açıldıkça daha da belirginleşen bu isabetsizliğin sıradan okurları küstürmesi karşısında çoğu kez isabet ettirme idealinin kendisi feda edilir, böylece "motomot çeviri" ve "harfiyen çeviri" bednam olur.

Diller arası yapısal uyuşmazlık karşısında sıradan okurun yaşadığı rahatsızlığa "çeviri kokusu" adı verilir ve küçük parçalardan fedakarlık yaparak genel bütünlüğün kurtarılabileceğine dair bir yanılsama oluşur. Oysa parçayı bütün adına feda etme hayali ideolojinin en genel tanımıdır. Bu karşılaşmada "ahlak" bütünlüğün "etik" parçanın tarafını tutar.

Çeviri işi metni okura beğendirmek üzerinden tanımlanamaz, yoksa çevirinin hakikatinden taviz verilmiş olur. Aksine, yazarın derdini layıkıyla aktaran bir metnin okurda kaygı uyandıracağı kesindir. Bu kaygıyla baş etmeyi bilmeyen sıradan okuru tam anlamıyla memnun etmenin tek yolu yazarın derdini sansürlemektir.

Halkçı saiklerle yapılan bu sansürü bir gıdayı çekici kılmak için şekere bulamaya benzetebiliriz. Kaynak metindeki her bir dil öğesi yazarın derdinin bir tezahürü olduğuna göre, hedef metinde bu öğeleri birebir karşılama gereğini inkar etmek, onları atlamak, düşürmek, örtülemek, hele ki bu tavizi okuru memnun etme gereği adına ussallaştırmak, özellikle de egemen ahlak değerleriyle hizalanarak kendi itibarını güvenceye almaya yönelikse, çevirinin hakikatinden taviz verildiğini gösterir ve etik bir sorun oluşturur.

Çevirinin metni oluşturan öğelere sadık kalması, yazarın derdine sadık kalmasının gereğidir. Elbette diller arası isabetsizlik kimi zaman çevirmeni kaynak metindeki bazı öğeleri düşürmeye mecbur bırakabilir. Ama bu gibi istisnai durumlar isabet ettirme ilkesini terk etmek için yeterli mazeret oluşturmaz.

Yine de bu istisna hallerini fırsat bilen ideolojilerin yazarın derdini yazarın kendisinden daha iyi bildiğine inanan bir parazit yayın gibi çeviri işine karıştığına tanık oluruz.

Bütünlüğü korumak adına herkesi hizaya sokan "ahlak" ile parçada tezahür eden derdin hakikatini öne süren "etik" arasındaki çelişkiyi "doğru dürüst" deyiminde tespit edebiliriz:

Sadece "doğru" sayılan bir şeyin kusursuz olduğu düşünülür ama o belki de kendi kusurlarını inkar ediyordur. Ahlak böyledir, bir şeyleri normalleştirmeye yarar. "Doğru"nun yanına "dürüst" eklemekse "eğrisiyle doğrusuyla" kusurların farkında olmayı belirtir. Etik bu farkındalığı öne sürerek ahlaki normalleştirme mekanizmasını aksatır.

"Doğru" olmakla yetinen bir çeviri yazarın derdini anlamak ve aktarmak için elinden geleni yaptığına samimiyetle inanmış olabilir ama ancak "doğru dürüst" (yani normalliği aksatmaktan çekinmeyen) bir çeviri bu işi sahiden layıkıyla yerine getirebilir.
 

ışıkbarışfidaner.jpg
Işık Barış Fidaner

 

2- İncil'i Almancaya çevirerek kilisenin gölgesinden kurtaran Martin Luther parça adına bütüne meydan okuyordu. Slavoj Žižek'e göre bu tavır Hristiyanlığa uygundur:

Yahudilik evrenimizi kırılmış bir çömlek olarak kavrar, yani bu kozmik bir felaketin neticesidir, kırık parçaları toplayıp evreni ahenkli bir Bütün olarak yeniden inşa etmek sonu gelmez bir görevdir; Hristiyanlığın en radikal şekli ise kırma eyleminin kendisini ilahi yaratıcılığın patlaması olarak kavrar.

Disparities (İhtilaflar) s. 296

Her kitap, belli bir Bütünlük iddiasını (kimine göre "idea"sını) cisimleştirdiği ölçüde, hem yazar hem de yayıncı için bir tamamlık taslama aracıdır.

Çeviri ise metnin incelikli dokusunu oluşturan parçalarla ilgilendiği ölçüde kitabın Bütünlük iddiasını boşa düşüren semptomatik bir konumda bulunur, kitabın yaydığı tamamlık iddiasının kör noktasına düşer.

Bu çelişki nedeniyle Bütünlüğü kurtarmak için çevirmenden kendi kendisini silmesi beklenir, buna göre en iyi çeviri kokmaz bulaşmaz çeviridir, en iyi çevirmen gözden kaybolan çevirmendir. Bu tip imkansız beklentiler çeviri işinin zorluğunu ve önemini tersten doğrulamış olur.

Çeviri yazarın derdini anlayıp aktarırken tamamlık taslama lüksünden mahrum olması bakımından psikanalitik yorumlamaya benzer.

İsabet ettirme ideali ile ne kastedildiğini anlamak için yukarıdaki alıntının kaynağında kırılmış çömlek mecazı aracılığıyla Walter Benjamin'in "Çevirmenin Görevi" makalesini yorumlayan kısımlara bakılabilir. 

 

Murat Erşen: Kitap üretimi arttıkça bununla doğru orantılı olarak çeviri hatalarından geçilmeyen çevirilerin sayısı da artıyor

1- Öncelikle hiçbir yayınevinin ya da çevirmenin herhangi bir kitabı çevirtmek/çevirmek gibi bir sorumluluğu ya da borcu yoktur. Ama belli bir kitabı çevirtmeyi/çevirmeyi üstlenmişse onu aslına sadık kalarak aktarmakla ve yayımlamakla yükümlüdür.  

Kendi açısından yayımlanmaya değer bulmadığı ya da dini, felsefi, ideolojik vs. bakımından kendi düşüncelerine aykırı bulduğu eserler söz konusu olduğunda yapacağı şey çok basittir.

Bu işe girişmemek. Ama bir kere bu sorumluluk alındığında artık ne yayıncının ne de çevirmenin herhangi bir şekilde metni değiştirmeye, tahrif etmeye, sansürlemeye vs. hakkı vardır. Bu değişiklikler metne gerek kendi hassasiyetlerinden dolayı müdahale etmek, deyim yerindeyse ona ayar vermek, gerek hukukla ya da hâkim düşünceyle başını derde sokmamak için yapılabilir.

Bunların hiçbiri kabul edilemez. Sorunuzda verdiğiniz spesifik örneklere gelince, Begüm Kovulmaz'ı şahsen tanıyorum ve böyle bir değişiklik yaptığını düşünmüyorum, zaten kendisi de açıklama yaptı. Yine de yayınevi durumun böyle olmadığını iddia ediyorsa, onlara teslim edilen çeviri dosyasına başvurmak suretiyle mesele kolayca aydınlatılabilir.  

Fatih Özgüven ise hayli eski bu çevirisindeki kelime tercihinden ötürü özür diledi, gerçekten de bilmezlikten yapılmış bir hata söz konusu olabilir, dolayısıyla açıklama ve özürden sonra (ki daha sonraki baskılarda bu düzeltmiş üstelik) gösterilen ısrar, eleştiri sınırlarını aşan bir suçlamaya dönüşüyor.

Bunda iyi niyet göremiyorum, cezası belirsiz ya da orantısız bir suç yaratmanın,  cadı avına çıkmanın, linç kampanyası başlatmanın manası yok. İnsan hata yapabilir. Ama bu meselenin bir başka ayağı daha var. Muhalif ya da politik doğrucu düşüncenin de kimi kez benzer şeyler yaptığı görülüyor.

Falan düşünür yaşadığı dönem itibarıyla köleliği aklamış ya da savunmuş, bir başkası eşcinselliği sapkınlık olarak görmüş olabilir. Bu hususlarda yayınevinin kitaba özel bir açıklama koymasını da saçma buluyorum. Müsaadenizle o yazar hakkında ne düşüneceğine okur kendi karar versin!

Ya da bazı çevirmenler yazarın düşünceleriyle didişiyor. Dipnotlarda ona haddini bildirmeye kalkıyor. Bunların altında, "doğru düşünen", dolayısıyla okurları yönlendirmeye kalkan insanların üstenciliği var. Metin içinde metin yazamazsınız. Çevirdiğiniz düşünürle bir derdiniz varsa bu konuda bir makale ya da kitap kaleme alırsınız.  

Fakat bu tarz örneklerin bir tartışma başlatması tabii ve yararlıdır. Çevirmen metni aktarırken onun anlam dünyasına, kelime tercihlerine, üslubuna mümkün mertebe (yani sadece ve sadece kendi dilinin olanakları elverdiği ölçüde) sadık kalmalı, yayınevi de gerekli kontrolleri yapmalıdır. Hangi saikle olursa olsun kasten değişikliklerin katiyen kabul edilemeyeceğini zaten belirttim.

Ama bunun dışında büyük sorun, piyasadaki çevirilerde çok fazla hata olması. Ben bunun sebebini yayın dünyasındaki inanılmaz üretimi karşılayacak yetkinliğe sahip yeterli sayıda çevirmen ve editoryal kadro olmamasına bağlıyorum.

Öyle hızlı bir kitap üretimi ve rekabet var ki yayıncılar ve çevirmenler bir hevesle işe giriştikten sonra kimi zaman işin altından kalkamıyor ama çok masraf yaptıkları için de kitapları yayınlamaktan geri duramıyorlar. Bu çok tehlikeli.

Kitap üretimi arttıkça bununla doğru orantılı olarak çeviri hatalarından geçilmeyen çevirilerin sayısı da artıyor. Bunu önleyecek bir kontrol mekanizması da yok (Böyle bir denetim kurmanın bir yolu da yok muhtemelen, kaldı ki bu hiç arzu etmeyeceğimiz başka sakıncaları de beraberinde getirebilir.)

Tabiri-i caizse parayı bastıran istediği kitabın telifini alıp onu iyi kötü yayınlayabilir. Bu durumda tahrifatları, sansürleri ve hatalı çevirileri tespit etmek okurlara, akademisyenlere ve diğer çevirmenlere düşüyor. Geriye yayınevinin iyi niyet gösterip sonraki baskıda bir açıklamayla bunları düzeltmesi kalıyor.

Ama 10. baskıda dahi hatalı çevirinin devam ettiği birçok örneğe rastlıyoruz. Bir süre sonra yanlış anlamalarla, alımlamalarla, alıntılarla, dolayısıyla yanlış tezlerle dolu bir tablo çıkıyor karşımıza. 
 

muraterşen.jpg
Murat Erşen

 

2- Bu soruyu özetle de olsa cevapladığımı sanıyorum. Luther -her ne kadar kendi düşünceleri öyle çok "muteber" olmasa da- büyük bir iş başarmış, toplumsal hayatın tamamını belirleyen bir kitabı çevirmekle Kutsal Kitabı okuma ve yorumlama, dolayısıyla toplumu kendi düşüncelerine göre şekilendirme otoritesini Kilise'nin ve ruhban sınıfının elinden alma yönünde çok büyük bir adım atılmasına vesile olmuştur.  

Çevirinin en önemli amaçlarından biri de zaten yabancı düşüncelerle karşılaşmayı sağlayarak aynılık dairesine hapsolmuş düşünceleri, donmuş kimlikleri sarsmaktır. Bunun iktidarlar tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmadığı aşikar. Çevirmenin tek bir hassasiyeti olabilir, o da dildir.

Bunun dışında kimsenin hassasiyetini gözetmekle mükellef değildir. Ha, işin sonunda çevirmenin ya da yayıncının başı büyük belaya girebilir. Örneğin Türkiye'de yayınladıkları kitaplardan ya da yaptıkları çevirilerden dolayı birçok yazar, yayıncı ve çevirmenin devletin ve toplumun sopasıyla karşı karşıya kaldığını biliyoruz.

Gelgelelim sansür, yanlış çeviri vs. konusunda son derece hassas olan okur kitlesinin bu insanlar mahkemeye düştüğünde ya da tehdit edildiğinde destek vermek konusunda aynı güçlü hassasiyeti sergilediğinden pek emin değilim. 

Kimi eserlerin tercümesi bilhassa zordur. Kutsal kitap, şiir, bazı felsefi eserler ya da romanlar belli bir kültürün (hatta bazen bizzat yazarın) anlam dünyası, tarihi ve diliyle ziyadesiyle belirlenmiştir. Böyle durumlarda çevirmen tarihsel anlam bagajıyla, büyük kültürel farklılıkla, çokanlamlılıkla, dil oyunlarıyla, sentaksla, üslupla vs. çok daha fazla mücadele etmek zorunda kalır.

Yine de, tekrar ediyorum, onun göstereceği hassasiyetin tek nesnesi vardır: Dil. Metni kendi dilinin imkân verdiği ölçüde, hatta dilinin olanaklarını genişleterek (ki çevirinin en güzel ve faydalı taraflarından bir de budur), sorun yaratan bütün bu kulvarlarda zorlukları aşmaya çalışır ve metni üslubuna en uygun biçimde, en doğru şekilde (özellikle anlaşılır ya da "akıcı" demiyorum, zira çeviride anlaşılırlık esas olsa da bir metnin kapalılığını ya da bilinçli kabızlığını da yansıtabilmek gerekir) tercüme etmeye azami gayret gösterir. Çevirinin "bahsi" ve çevirmenin meydan okuması da budur zaten.       

            

Tevfik Turan: Sünnî Türk şehirliler olarak hepimiz alt kimliklerin yokmuş gibi yapıldığı bir ortamda yetiştik

1- Tabularla yaşayan bir toplumda eğer yönetim tabulara sahip çıkıyorsa bunlar olacaktır. Benzerlerini Küçük Prens çevirilerinden de biliyoruz. Bu ayrıca, çeviriye has bir dert değil. Yazanlar da aynı sansür baskısıyla karşı karşıya. Ve baskı sadece politik konularla ilgili değil.

Müstehcenlik suçlamasıyla Henry Miller çevirilerinin veya Sevgi Soysal'ın, Lale Oraloğlu'nun başına gelenleri hatırlayın. Veya İstanbul Belediyesi'nin Karaköy meydanına diktiği bir çıplak kadın heykelinin bir Ecevit hükümeti marifetiyle kaldırılışını. 

Ama başka, daha zararsız ama bir o kadar matrak tabular da var: Lichtenberg'in ilk baskısında Hristiyanlık bağlamında "Allah" kelimesini kullanmıştım, editörden döndü, "Tanrı" oldu.

Tektanrılı dinlerin ortak tanrısına Türkçe'de en yaygın biçimiyle "Allah" dendiği gerekçesi doğru olmasına doğruymuş, ama "Allah"ı yayınevi asla kabul etmezmiş (yoksa dinci derler zahir). Veya "Parfüm" diye önerdiğim başlık bir baktım "Koku" olmuş (yoksa öztürkçe düşmanı derler zahir). 

Fatih Özgüven'in masumiyetinden eminim. Sünnî Türk şehirliler olarak hepimiz alt kimliklerin yokmuş gibi yapıldığı bir ortamda yetiştik. Genç bir çevirmen olarak Fatih de o günlerde dolaşımda olan sözlükleri karıştırdığında böyle bir tanım bulmuş ve bunu önünü ardını pek düşünmeden kullanmış olabilir.

Mesela, "(fig.) a person of loose morals" diyor Adam Büyük Türkçe-İngilizce Sözlük (1945-1985). Sorunun bir yönü toplumun kimlik körlüğüyse öbür yönü de başvuru kaynaklarımızın yetersizliği: Mesela, "ilerici" dönemindeki TDK dahil böyle maddelere hakaret içerdiklerini belirten uyarıcı ibareler konmamış; yukarıdaki madde görülen "fig." sadece »mecazî« demek, yani "pej. / aşağılayıcı" değil.

Şimdiki TDK sözlüğüne bakın, kelimelerin çoğunun yeterince açıklanmadığını görürsünüz. Sanki birileri bir şeylerin adını tam koymaktan çekiniyor gibidir. Konu gene tabulara bağlanıyor: Şeylerin adını koymadan idare etmeye alışmış bir toplumuz.

Fatih Özgüven'i suçlamadan önce şunu sormalı:

1982'den 2021'e kadar geçen tam kırk yıl içinde bu hatanın niçin ancak şimdi farkına varılıyor?

Fatih'in "vahim hata" diye kabullendiği hatası demek ki -1982'nin editörü, yayıncısı bir yana- kırk yılın okuru için hata teşkil etmemiş: Bu, kollektif niteliği düşünüldüğünde daha vahim ve daha korkutucu bir hata.

Sanki onca zaman korkulu rüya görmüşüz de şimdi uyanmış gibiyiz. "Soykırım"ı telaffuz etmeyi öğreneli kaç yıl oldu? 

Düşünmüyorum. Birçok şeyin hiç çevrilmemesi tercih ediliyor olabilir. Fikir suçu diye bir kavramın olduğu yerde buna karşı hiçbir şey de yapılamaz. Hiçbir güvenlik yoktur, çünkü önceki gün suç sayılmayan bir içerik (mesela Henry Miller çevirileri) dün suça dönüşmüş bile olabilir.
 

tevfikturan.png
Tevfik Turan

 

2- Katoliklik tarafında gözetilecek bir "hassasiyet" olduğunu sanmıyorum. Maksat dindar halkı Latince'nin efsunuyla oyalamaktı. Böylece doktrinin aktarılması işi de ruhban sınıfının tekelinde kalabiliyordu.

Öte yandan, İncil'in ilahiyatçılar için bile tek ve bağlayıcı bir ifadesi yoktu. Başlangıçta tek bir kitabı olmayan Hristiyanlık gelişirken bir sürü metin içinden dört İncil seçilip bunlar bağlayıcı bir "Kutsal Kitap" olarak kabul edilene kadar az kavga yaşanmadı. 

Luther'in İncil'i kutsal saydığına şüphe yok. Hatta "Anlaşılmayan kutsal, kutsal değildir" diye düşündüğünü, yani İncil'e Alman köylüsü gözünde kutsallık - tılsım gücünün ötesinde, zihinle kavranabilir bir kutsallık- kazandırmaya çalıştığını kabul edebiliriz.

Kitap aslında kutsal olmadığı gibi, Luther'in bu çevirisi sadece metin-çevirmen-okur üçgenini ilgilendiren bir kültür olayı değildir.

Bu çeviri nasıl Avrupa'da Vatikan hakimiyetiyle yerel burjuvaziler arasında gerilen bütün sosyoekonomik düzeni farklı bir şekilde algılayıp yeni bir zemine oturtma işinde manivela olduysa çevrilmesi söz konusu olan kitapları da öyle kutsal veya gerçek manası olan varlıklar değil, dünyayı -kendimiz dahil- algılamamıza ve belki değiştirmemize yardım eden gereçler -mesela birer gözlük veya işitme aleti- olarak görebiliriz. Bu, çevirmen için de geçerlidir.

 

Zeynep Nur Ayanoğlu: Başımıza neyin geleceğini kestiremediğimiz bir ülkede yaşıyoruz

1- Çevirmen herkes gibi politik bir özne olsa da herkes kadar değil, daha fazla politik yük taşır. Bu durum onun entelektüel sorumluluğunu pekiştirir. Bu entelektüel sorumluluğu taşıyamayan çeviri yapmasın, diyesim geliyor ilkin.

Fakat biraz düşündüğümde, başımıza neyin geleceğini kestiremediğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Her iki örneğiniz de romanlardan ama bir bir bakılsa sosyal bilimler metinleri çevirilerinde de sözde sakıncalı analizlere, ifadelere bolca rastlanabilecektir.

Belki bu analizler, üzerine çullanacak kesimler için fazla incelikli, fazla karmaşık kaçıyor. Yoksa herhalde belli başlı yayınevleri ve bu yayınevlerine iş üreten çevirmenler sağa sola yanıt vermekten başını kaşıyacak vakit bulamazdı. Benim pozisyonum, ne kadar saldırgan olursa olsun yazarın görüşünü yansıtmak yönünde.

Zaten ırkçı, cinsiyetçi, faşist bir yazarın çevirisini üstlenmediğim açık. Böyle kitaplar basılmıyor mu, elbette basılıyor. Bunları da çeviren çevirmenler yok mu, elbette var. Bu nefret suçuyken, benim çevirdiğim metinlerde karşılaşılabilecek saldırganlıklar azınlıklara, cinsel kimliklere, emekçilere vs. yönelik değil, olsa olsa hayatı yaşanmaz kılan yerleşik değerlere yöneliktir.

Verdiğiniz örnek üzerinden gidersek, çevirmenin Kürdistan'a Kürtlerin yaşadığı topraklar deme hakkı da şansı da yok (Begüm Kovulmaz'ın böyle demediğini biliyoruz zaten). Yine çevirmenin enseste kızılbaş deme hakkı da şansı da yok.

Sansür ve otosansür bir yana, Türkiye'de kitapların aslına uygun çevrilip çevrilmediği meselesini çevirmenin tercihine, editörlerin insafına, yayınevinin kudretine ve son kertede hayatın akışına bırakmak durumundayız. Bu noktada tercih, insaf ve kudret tartışmalıdır; çıktılar bizi memnun edebilir de etmeyebilir de.

Nitekim kasıtlı hatalar toplumsal terakki konusu, kasıtsız hatalar ise ekosistem konusu gibi geliyor bana. Yaratım sürecinin kaosuna güveniyorum ve bu kaosu çevirinin tam ortasında bulunan yapısöküm süreciyle ayrılmaz bir bütün olarak görüyorum.

Sektörde, çevirilerin matbaaya gitmeden önce denetlendiği bir kurul olsun isteyen birçok meslek erbabı var ama bu bana distopik geliyor. Çeviri iyi olmayabilir, bunu kabul etmek zorundayız. İyi olmayan işleri denetlemeyi dışsallaştırmaktansa, iyi sonuçlar üretecek ekosistemi yaratma yönünde çalışalım derim; neoliberal öznelik rolümüz böylece kırılabilir.

Kasıtsız hatalar konusunu ise ikinci soruda değindiğim Skopos kuramı çerçevesinde, yani bir "alış ve veriş" kapsamında düşünmeyi önerebilirim. Çevirmenin uzmanlık pozisyonunun güçlenmesi anlamına gelecek şekilde iş akdinin ön plana çıkmasını destekliyorum.
 

zeynepnurayanoğlu.JPG
Zeynep Nur Ayanoğlu

 

2- Ben ağırlıkla sosyal bilimler metinleri çeviriyorum. Kurgu dışı metinler bağlamında cevap vereyim. Yabancı dil bilen kişiler ana dilinde olduğundan farklı bir ses tonuyla konuştuğunu, tavırlarının çeşitlendiğini, hatta birtakım uç örneklerde sosyal kişiliklerinin bile değişebildiğini gözlemlemiştir (Türkçede içe kapanık, İngilizcede dışa dönük kişiler tanıdım.)

Dillerin beraberinde getirdiği sosyalleşme biçimleri son derece farklı olabiliyor; belirli bir anda aynı soruyu iki farklı dilde sorsanız farklı cevaplar vereceğimi biliyorum. Tabi yazılı metin üretimi başka bir şey. Saydığım unsurlardan büyük ölçüde azade bir uğraş olan kitap çevirisi kapsamında düşünüyoruz.

Yine de tıpkı farklı dillerde konuşurken olduğu gibi, çeviri edimiyle de beraber gelen bir "yüzey farkından" söz etmek gerek. Sözcükleri, birbirine iletken tellerle bağlı sonsuz bir yüzeyde yer alan etkileşim içindeki varlıklar olarak düşünüyorum. İki dil iki farklı yüzey.

Buna örnek vereyim. Noam Chomsky son derece iğneli bir dil kullanır ve sıklıkla ironiye başvurur. Hatırlıyorum, Chomsky'nin Terörizm Kültürü çevirisinde beraber çalıştığım editör arkadaşım "İngilizce öyle demiş ama Türkçede böyle demezdi" diyerek bir ifadeyi yeniden düşünmemi istemişti. Bu bir mesafe meselesiydi.

"Chomsky'den neyi duymayı bekliyoruz" sorusunun cevabı çevirmeni ve editörü belirli seçimlere yöneltiyor. Söz konusu seçimler kolektif bir okur tahayyülü üzerine gerçekleşiyor. Yazarın okura olan mesafesi, tıpkı aynı kişinin farklı dillerde farklı sosyalleşme aritmetiğine dahil olması gibi, dilden dile değişir.

Sosyal bilimler metinlerini çevirirken karşılaşmaya alışık olmayabileceğimiz bir üslup veya metnin akışını sekteye uğrattığına kanaat getirdiğimiz ani bir "laçkalık" durumunda, çevirmenin ince ayar yapma hakkı saklıdır bana göre.

Tabi örnekler üzerinden gitmek en faydalısı, çünkü radikal bir müdahale değil kastettiğim. Farkındaysanız, kaynak metne hâlâ öyle bir kutsiyet atfediliyor ki vatan toprağı gibi bahsediyoruz ondan.

Sabahattin Eyüboğlu'nun bir sözü var. "Çeviri kadın gibidir, ya serbest ve güzel ya da sadık ve çirkin." Kadın bedeni üzerinden bu gibi benzetmeler yapmayı epeydir bıraktık ama "sadakat," "bağlılık" veya az önce kullandığım "müdahale" gibi kelime seçimleri zihnimizin nasıl işlediğini açık ediyor.

Mademki soru Luther'le başladı, işin o kısmına şöyle değinmiş olayım, hegemonya karşıtı bir düşünce ve üretim pratiği kurmak için, karşısında çevik olmamız gereken güçlü yapılar bunlar. Belirli meseleleri aşmış gibi yapmak sadece körlük getirir, hele de bu toplumda.

Çevirmenin çevirdiği metinle ilişkisi nasıl olmalıdır, sorusuna doğrudan bir yanıt olarak, 1970'li yıllarda Hans Vermeer'in geliştirdiği Skopos kuramını anmak isterim. Skopos'un en beğendiğim yanı çeviri edimini amaca yönelik bir yaratım süreci olarak görmemize olanak tanıması.

Hepimiz biliriz ki çevrilmiş bir metni kaynak dile geri çevirmeyi denediğimizde, kaynak metne yüksek aşinalık geliştirmiş olsak bile, onun aynısını üretemeyiz. Gerek çevirmenler gerekse okurlar arasında, bu yeniden üretilemezlik meselesini kayıp olarak değerlendirme eğilimi baskındır.

Tümden haksız değiller, sahiden de çeviride neyin yitirildiğini tartışmakla bitiremeyiz, ancak bana kalırsa, ilk soruda da dediğim gibi, yaratım sürecinin kaotik güzelliğinin kanıtıdır bu. Skopos'a dönersem, bu kuramın en isabetli tarafı, çeviri ediminin kapsamını işi veren (yayınevi) ile işi yüklenen (çevirmen) arasındaki bir uzlaşıya dayandırması.

Bu da bir ekosistemin parçası olan çevirmenin iş akdini yüklenişini görünür kılan bir perspektiftir, çünkü çevirmeni hizmet alınan bir uzman konumuna yerleştirir (harikalar yaratan bir dil sihirbazı değil). Bunu çevirmenin sahip olması umulan yüksek kavrayış ve sarf etmesi gereken yüksek çaba çerçevesinde söylüyorum tabi.

Bu ikisinin (ve burada saymadığım başka becerilerin) yokluğunda, metinle kurulan ilişkinin niteliğini tartışmaya geçemeyiz. Çevirmeni bir uzman olarak görürsek, hangi yayınevine, hangi amaçla, ne kadar süre içinde teslim etmek üzere iş aldığı meselesi teknik bir boyut kazanır ki bu kazanım hem çevirmenin kendisi hem de çeviri edimini gerçekleştirdiğini düşündüğü hayalî entelektüel uzam için fayda sağlayacaktır.

Bir çevirmen olarak yüce bir iş yaptığımı düşünmek hoşuma gidebilir, neden gitmesin, fakat öncelikle uzmanlığıma başvurulduğunu bilmeyi (ve bunun piyasada bir karşılığının olmasını) isterim. Bugün birçok kitap çevirmenine sorun, bunu hayatını idame ettirebileceği bir iş olarak görmeyi yeğleyeceğini söyler, alkış almasam da olur der, eğer illa ikisinden birini seçecekse.

Çünkü günümüz koşullarında geçim sağlanamayan bir iş bu. Biraz ileri gideyim, gündelik mesleki pratiklerine baktığımızda doktorlar hayat kurtarmıyor, öğretmenler insan yetiştirmiyor, çevirmenler de dünyayı döndürmüyor. Bunlar kendimize söylediğimiz ve başkalarından duymak istediğimiz tatlı yalanlar belki. Oysa ben her çalışma günümde masanın başına oturup işimi yapmakla mükellefim.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU