Dosya/Soruşturma: Çeviride sansür ve çevirmenlerin misyonu (2)

Türkiye'de çeviri kitapların aslına uygun, hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmeden çevrildiğini düşünüyor musunuz? Bu ve benzeri "kasıtlı" hataların yapılmaması için neler yapılabilir?

Türkiye'de çeviri kültürünü hem dönemin iktidarları hem de yerleşmiş olan egemen sistem üzerinden okumak pek şaşırtıcı olmayacaktır.

Özellikle son dönemlerde ortaya çıkan sansür ve çeviri hatalarında buna sıklıkla rastlıyoruz. Fakat çeviriyle ilgili ortaya çıkan bu vahim durumlarda bir tartışma ortamı yaratılmadığı gibi, hakikatin açıklanmasına yönelik girişimlerle karşılaştığımız söylenemez.

Böyle durumlarda yayınevleriyle çevirmenler arasında herhangi bir iletişime rastlamak mümkün değilken, yayınevlerinin genel tavrı da her şeyin üzerini kapatmaktan öteye geçmiyor.

Çünkü Türkiye'de yerleşik olan egemen kültür, geçmişe dair hataları her zaman görmezden gelen, asla yüzleşilmeyen bir konumdadır. Kurumlar dediğimizde bir tabela, beton bir bina aklımıza gelmemeli; çünkü kurumların ismini yaşatan da sonuçta bireylerdir.

Bu yüzden, geçmişte de şimdiki zamanda da bireylerin sağlıklı bir tutum geliştirmemeleri, zincirleme olarak işlerin hakikatli bir biçimde yürümesinin önündeki en büyük engeldir.

Bireyin salt bir insan olmadığı, aynı zamanda üzerine geçirdiği ideolojik zırhlarla var olduğunu görmekteyiz. Tüm bunların gölgesinde topluma yönelik korku kültürü, baskılar da onları hata yapmaya yöneltiyor.

Çünkü kurumlardaki tepkiler çok tanıdık. Direkt birilerini suçlamak ya da bir suçlu aramak da var olan sorunları çözmeyecek.

Zaten sansür sadece çeviride olan bir durum değil. Haber metninde tutun da günlük konuşmalarda, sosyal medya üzerinden ya sansür ya da otosansür uygulanabiliyor.

Sadece bireylerin durumlarıyla açıklanamayacak kadar kör bir noktada bu durum. 


Öte yandan geçen günlerde Fatih Özgüven'in "kızılbaş" sözcüğüyle ilgili yapmış olduğu açıklamayı tamamıyla buraya bırakmak istiyorum. Sosyal medyada yapılan açıklamaların çoğu anında yok olabiliyor.

Fatih Özgüven'in açıklaması şöyle: 

Nabokov'un 'Lolita' isimli eserinin ilk baskısı benim çevirimle 1982'de Can Yayınları'ndan çıktı. Hem bilgisizliğim hem cahilliğim nedeniyle sosyal medyada gündeme gelen o affedilmez, vahim hatayı yaptım. Hemen bir sonraki baskılarda bu hatayı düzelttim.

1988'de İletişim Yayınları'ndaki 2. baskı ve sonraki 22 baskının hepsinde doğal olarak düzeltilmiş biçimiyle çıktı. Geçmişteki bu hatamdan dolayı halen çok utanırım.

Yaklaşık 40 yıl önce yaptığım ve hiçbir mazereti olmayan bu vahim hatayı yazar dostlarımın uyarısı ile 2. baskıda düzeltmiştim. Can Yayınları 1982'deki o ilk baskısından sonra bir daha eseri yayımlamamıştır.

Geçmişte yapmış olduğum bu affedilmez bilgisizliğimden dolayı tüm Alevilerden ve demokrat tüm duyarlı Türkiye halkından tekrar tekrar özür diliyorum. Halen de bu utancı taşırım.


Soruşturmanın ikinci bölümünde Aziz Yağan, Cemil Üzen, Emine Ayhan ve Necmiye Alpay soruları cevapladı:

Soru 1: Salman Rushdie'nin Floransa Büyücüsü kitabının çevirisinin bir bölümünde, "Kürdistan" sözcüğünün, "Kürtlerin yaşadığı topraklar" olarak değiştirildiğini okuduk.

Kitabı çeviren Begüm Kovulmaz, "Kürdistan sözcüğünü sansürlemem mümkün değil, yayınevine gönderdiğim çeviri dosyasında da sözcük Kürdistan" diye bir açıklamada bulundu.

Birkaç gün önce de bir okuyucunun sosyal medyadaki paylaşımıyla, Fatih Özgüven'in Nabokov'un Lolita (1982 yılındaki Can yayınları baskısında) isimli romanında "ensest" kelimesini "kızılbaş" olarak çevirdiği ortaya çıktı.

Fatih Özgüven konuyla ilgili, "Hem bilgisizliğim hem de cehaletim nedeniyle sosyal medyada gündeme gelen o affedilmez vahim hatayı yaptım" diyerek, buraya hepsini ekleyemeyeceğim uzun bir açıklama yaptı.

Türkiye'de çeviri kitapların aslına uygun, hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmeden çevrildiğini düşünüyor musunuz?

Bu ve benzeri "kasıtlı" hataların yapılmaması için neler yapılabilir?


Soru 2: Martin Luther, Kitabı Mukaddes'i Almanca'ya çevirdiğinde, kilise tarafından ihanetçi olarak görüldü. Kilisenin Luther'e yönelttiği eleştiri anlaşılabilir belki, onlara göre kutsal kitap başka dile çevrilirse gerçek manasından uzaklaşabilir.

Öte taraftan Latince bilmeyen insanların, orijinal dilinde okudukları İncil de kendileri için anlaşılır olmaktan uzak olacaktı. Burada her iki tarafın da hassasiyetini gözetmesi gereken çevirmendir galiba.

Kilisenin bağnazlığı, bir hakikati de ortaya çıkardı; çevirmenin rolü ve çevrilen bir metin üzerindeki etkisi. Bu noktada şöyle bir soru
sorulabilir belki;

Çevirmenin, çevirdiği metin ile arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?

 

Aziz Yağan: Paradigmayı içselleştirmiş birikimli ve tarihsel bilinçli bireylerin kendiliğinden sansürcü olduğuna şahit oluyoruz

1- Çeviri kitaplarda çevirmenin ya da yayınevi yönetiminin inisiyatifiyle Kürdistan kelimesinin yok sayıldığı ya da başka şekilde tarif edildiği ya da "ensest" yerine "kızılbaş" kelimesinin rahatça yazıldığı kanıtlandı.

Bu gibi değişiklikleri sadece "aydın, entellektüel, empatik, insaflı, haddini bilen, vicdanlı sol" kesimlerin yaptığını belirtmek insafsızlık olur; çünkü Mevdudi'nin Tefhim'ul Kur'an isimli tefsirinde Nuh Tufanı'nı anlatan bölümdeki harita görselinin orijinal nüshasında yer alan Kürdistan kelimesine de Türkçe çevirisinde yer verilmemişti.

Anımsanacağı gibi, Yeşim Ustaoğlu, Kültür Bakanlığı'nca desteklenen filminde bakanlığın sakıncalı bulacağını düşündüğü, sandığı sahneleri kendisi sansürlemişti, yani vizyona çıkmadan önce kendi filmine otosansür uygulamıştı.

Kendisi de Kürd olan şarkıcı Rojda, çocuk gelinlerin sadece Kürdlere özgü olarak yansıtıldığı Halam Geldi filmindeki klipte yer almıştı.

Yüzlerce hatta binlerce yıllık toplumsal ve rejimsel paradigmaya uyum sağlamış, paradigmayı içselleştirmiş birikimli ve tarihsel bilinçli bireylerin kendiliğinden sansürcü olduğuna şahit oluyoruz.


Çeviride sansür aracılığıyla ya da eserinde çarpıtması yoluyla yansıtılan bilinçdışının ne denli nefret içerdiğini tartmaya çalışıyoruz.

Üstelik bu tür tahrifatların ya da başka kitaplarda ve diğer eserlerde de yapılıp yapılmadığını bilemiyoruz. Varsa, zamanla ortaya çıkacaktır.

Çevirmene, yayınevine güven sarsılırsa felaketler silsilesi başlatılmış olur. Bu sarsıntılardan çağcıl dersler, utançlar ve tutumlar çıkmaması sistemin bireylerde nasıl da çok güçlü yapılandığının işareti olabilir.

Statükonun elinden geçen yayınlarda bazı isim ve bilgilere yer vermemenin nedenleri ile bazı yayınevleri ve sanatçılarca yapılan sansür ya da çarpıtmaların nedenleri de benzerdir.

Sistemin ve toplumun normlarının kamusal alanda "okumuş kesim" aracılığıyla yeniden üretilmesi, güçlendirilmesi ve yayılması söz konusu.

"Herhangi bir statükocudan ve bunu benimseyerek statükoyu daha hırslı biçimde içinde taşıyan toplumdan bu beklenir ama bağımsız bireylerden beklenmez!" görüşü coğrafyamızda yersiz ve dayanaksız olduğu da tüm kanıtlarıyla ortada duruyor.

Dilini ve kararlarını ayrımcılık, dışlayıcılık, hakaret, nefret söyleminden arındırma konusunda her bir bireyin söyleyecek sözü, itirazı, endişesi vardır ancak pratikte buna uyulmadığı görülüyor.


Türklük ve İslam hassasiyeti Türk ve İslam olmayanlara kabullendirilmiştir; ancak, Türk olmayan toplum da Türk ve islam olmayan başka toplumlara karşı 'öğretildiği kadar' hassastır.

Örneğin bir Kürdün çocuğuna mıtrip demesi ya da Diyarbakır'da bir iş yerinde bir alevi çalışana mobbing uygulandığına şahit olunması kimseyi şaşırtmaz.

Örneğin TDK'nın kızılbaşlığı 'Şii mezhebinin bir kolundan olan' diye tanımlaması ile bir başka dilden Türkçe'ye çeviride ensest yerine kızılbaş yazılması aynı keyfiliğin sonucudur. İsteyen istediği gibi kullanabiliyor.

Halbuki Erdal Öz'ün takipçisi ve mirasçısı bir yayınevi ensest ile kızılbaşlık arasında kurduğu ilişkiyi kanıtlamak zorundadır, bu yaklaşımı Öz'den öğrendilerse bunu açıklamaları gerekmektedir ve TDK da kızılbaşlığın şiiliğin bir kolu olduğunu kanıtlamalıdır. 


Arınmanın, iyileşmenin, sağlıksız düşünüş ve tutumu yaymamanın ilk koşulu kabullenmek ve özür dilemektir ancak bu coğrafyada bu meseleyi bir özürle geçiştirmemek daha sağlıklı olabilir.

Çeviride hile yaptığını kabullenmiş her bir çevirmen ve yayınevi çalışanı ile okur olsun olmasın bu hilelerden hoşnut olan her bir birey grup terapisine katılabilir.

Böylesi gruplarla toplantılar yapacak bir psikiyatr; sosyal psikolog, antropolog, siyaset bilimci gibi uzmanlardan oluşan danışmanlara da danışabilir.

Tüm sürecin dökümantasyonu korunarak terapi birey bazında başarıyla ya da başarısızlıkla sonlandığında veriler çıktılara dönüştürülebilir.

Böylece grup dışındaki bizler de bu çıktıları değerlendirerek sözleşmelerden ne kadar etkilendiğimiz hakkında bir ipucu edinebiliriz.


Barış Ünlü'nün Müslümanlık sözleşmesini de irdeleyen "Türklük Sözleşmesi" adlı kitabı iyi bir başlangıç aynası, ilk yardım desteği olarak etkili olabilir.

Açıkçası, Türkiye'deki yayınevlerinin Ünlü'nün bu kitabını ortak yayınlamasını öneriyorum ve kitabı öncelikle yayınevi çalışanlarının okumasını rica ediyorum.
 

azizyağan.png
Aziz Yağan

 

2- Yazar başka dile çevrilen kitabını çevrildiği dilde okuduğunda yazdığı eseri bulabilmelidir. Yazarına yabancılaştırılan bir kitap artık yazarına ait değildir. Bu nedenle çevirmen metne bağlı kalmalıdır.

Çevirmen çevirdiği metin ile arasında ilişki, bağ kuramaz. Çevirdiği metin ile kendisi arasında ilişki kuran kişi zaten kitaba ister istemez kendi etkisini eklemektedir.

Çevirmenin yapması gereken profesyonelce kitaba bağlı kalmaktır. Profesyonellik çeviri yapılan alana hâkimiyeti gerektirir. 


Çeviri teknik bir süreçtir. Çevirmen yazara ya da eserine karşı önyargılı ise ya da çeviri esnasında yazarla didişiyorsa, tartışıyorsa o metni çevirmeyi bırakmalıdır.

Metinden hoşlanmadığında ya da ifadeleri yetersiz, lüzumsuz bulduğunda profesyonelliğini anımsamalı ve metne karşı soğukkanlı yaklaşmalıdır.

Bir yazarın eserini bir başka dile çevirirken anlatmak istediğini, bunun için harcadığı zihinsel, duygusal, fiziksel emeği hor görme hakkı yoktur ya da önemsememek çevirmenin görevlerinden değildir.

Eğer çevirmen o alana ya da yazara karşı kibirini ya da öfkesini kontrol edemiyorsa metni yeniden yazıyor demektir.

Bir cümle ya da bir kelime ile bile olsa çevirmen metne müdahale ediyorsa, o eser yazarına ait olmaktan çıkmış demektir.

Elbette bunun yaptırımları da olmalıdır. Yazar ya da kitabın anadilindeki yayınevi böyle bir durumda yargı yoluna gitmelidir. 

Örneğin bir yazarın anlatımını güçlendirmek, argümanlarını yetersiz ya da gereksiz bulmak, çeşitlendirmek çevirmenin görevi değildir.

Ciddi yayınevleri için böylesi durumlar o yayınevinin güvenilirliğini sarsar. O yayınevinden çıkan her bir kitabı da şaibeli hale getirir. Yayınevi çalışanları da bundan payını alır.

Çeviride çevirmen etkisi artık aşılması, unutulması gereken geçmiş zaman refleksi olmalıyken işler halen böyle yürümüyor.

Bir kitabın kısımlarını farklı çevirmenlerin paylaşması, bazı cümle ya da paragrafların çevirisinin unutulması, metne müdahale konusunda kırılması, üzülmesi gereken sadece yazar değil elbette; okur da incinir.

 

Cemil Üzen: "Kürdistan" örneği meselenin ikinci boyutuna, yayıncılık etiğine ve yayımlama özgürlüğüne bakıyor

1- Bu örnek ve sorular farklı problemlere ve alanlara işaret ediyor, izninizle bunları ayrıştırarak cevaplamak isterim.

Öncelikle söz ettiğiniz şekilde, "hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmemiş" bir çeviri yapılabilir mi, bilmiyorum.

Temelde çeviri kuramlarını ilgilendiren, onların da tam altından kalkamadığı bir sorun bu. Böyle bir şeyin ekseriyetle yapılamayacağı ve yapılmasının da beklenmemesi gerektiği kanaatindeyim.

Çevirmen hem yazarın ne söylediğini "tam olarak" anlamak hem de bunu yeni bir söyleyişle, yeni bir dilin imkânıyla ifade etmek zorunda.

Çeviriyi bir "telif eser" kılan da tam olarak bu tekinsizliği. Yaratıcı, bir o kadar da kısıtlayıcı bir süreçten söz ediyoruz.

Ancak bu teknik zorluğu bir kenara koyduktan sonra sorularınızın ana aksına, yani "kasıt" aranabilecek çeviri hatalarına yönelebiliriz. 

Verdiğiniz iki örnek aslında meselenin ve aynı zamanda yayımcılık zanaatının iki farklı yönüne temas ediyor.

Biri dil işçiliği ve dil-toplum ilişkisini, diğeriyse yayımcılık etiği ve yayımlama özgürlüğünün masaya yatırmayı gerektiriyor. 

F. Özgüven örneğini ilk maddede değerlendirmekten yanayım. 80'li yılların başında yapılan bu hatayı salt bireysel bir hata olarak görebilir miyiz? Bana pek âdil görünmüyor bu.

Meseleyi kolektif bilinçdışının bir yansıması olarak algılıyorum. O dönemin ve evvelinin sözlüklerini, edebi metinlerini, gazetelerini tarayınca bu kullanımın hiç de nadir olmadığını görüyoruz.

Bugün de hâlen sözlüklerimizde, özellikle de deyim ve argo sözlüklerimizde pek çok cinsiyetçi yahut dinî, etnik, siyasi, toplumsal gruplar hakkında ayrımcı ve aşağılayıcı ifadeler vardır.

Nitekim şu an ayrımcı/aşağılayıcı olmadığını düşündüğümüz kimi ifadeler de politik ve ahlaki standartların değişmesiyle zamanla öyle algılanabilir.

Hatta dildeki "politik doğruculuk" dahi görece yeni bir meseledir. Bu noktada elimizdeki çekici yere bırakmak, faturayı dile veya geçmişteki "hatalara" kesmek yerine tarihsel bağlamı anlamak, toplumsal belleği irdelemek gerekiyor.

Woke bir tavrın geleceği biçimlendirmeye belki bir katkısı olabilir ancak dilin geçmişini anlamamıza yardımcı olamayacağı çok açık.

Hepsinden önemlisi, sözcükleri değiştirerek onları yaratan koşulları değiştirmiş olmayız. Bataklığın adı değişse de kokusu değişmez.


"Kürdistan" örneği ise meselenin ikinci boyutuna, yayıncılık etiğine ve yayımlama özgürlüğüne bakıyor.

Bir kitabı eksik ya da sansürlü yayımlamanın kabul edilebilir ya da tartışılabilir bir tarafı yok ama bunun nedenlerini kavramak önemli.

Yayımcıyı bu tür bir tutum almaya iten dışsal nedenler, temelde yayımlama özgürlüğüyle ilgili ve toplumsal sorunların doğrudan bir uzantısı.

Bunu yine toplum olarak çözmemiz gerekiyor ve asıl çözümün burada yattığını muhakkak hatırda tutmak lazım.

Meselenin daha çözülebilir yanına, yayımcılık etiğine gelince, burada iki temel hata sözkonusu:

İlki yayımcıların kurum olarak kendi kırmızıçizgilerini belirleyememesi, ikincisiyse olası yol kazalarını engellemek için telif hakkı alım sürecinden kitabın okura ulaştığı ana kadar bu çizgileri hassasiyetle takip etmeyişi.

Ummadığınız taşın baş yarabileceğini, ticari beklentilerle girdiğiniz bir işin politik sonuçları olabileceğini daima akılda tutmalısınız.

Her yayınevinin her eseri yayımlamaya cesareti ya da arzusu olmayabilir, bu anlaşılabilir durum. Bu nedenle daha eseri seçerken eleme sürecini titizlikle yürütmek zorundasınız.  

Eğer eser seçiminde hata yaptıysanız, eseri aslına sadık biçimde yayımlayamayacağınıza karar verdiyseniz, o andan itibaren tam bir dürüstlük göstermeniz gerek.

İki seçeneğiniz var: Ya eseri yayımlamaktan vazgeçip o ana kadar emek verenlerin haklarını tazmin etmeli ya da kaygılarınızı eser sahibiyle paylaşıp olası değişiklikler için onayını almalısınız.

Bu ikisi dışında tercih edilen herhangi bir yol yayımcılık etiğine uygun olmadığı gibi telif hakkı yasalarına ve sözleşmelere de aykırıdır.

Bahsi geçmişken, bu noktada gözden kaçan bir diğer husus da telif hakları serbest kalan, "klasik" eserlerdeki tahrifat.

Yasal süre dolduktan sonra eserin maddi hakları ortadan kalksa bile "manevi" haklar asla kaybolmaz.

Bu noktada yasal bir uygulama olmayışından kaynaklanan boşluğu, mesleğin etik standartlarını yükselterek ve kamuoyu baskısını artırarak dengelemek zorundayız.

Son olarak, çevirmenleri zor durumda bırakan, kimi zaman "otosansür"e mecbur eden, sanık kürsüsüne çıkaran arkaik yasalardan kurtulma mecburiyetimizi yinelememde yarar var.  
 

cemilüzen.JPG
Cemil Üzen

 

2- Luther'den çevirmenle çeviri arasındaki ilişkiye dair almamız gereken birkaç temel ders var.

Öncelikle çevirmenin sadece bir metni çeviren kişi olmadığını, bu işin belli özel koşullarda politik sonuçları olduğunu öğreniyoruz.

Bugün dahi çevirmenlerini yargılayan bir ülkede yaşadığımızı hatırda tutmamız gerek. Öyleyse çevirinin teknik kısmından da önce çevirmenle metin arasında politik bir ilişki var demektir.

Sonra Luther'in Kutsal Kitap çevirisinde hangi ifadeyi nasıl anladığı, örneğin Kilise geleneğinin kanonik anlatısına sadık kalıp kalmadığı meselesi, yani Luther'in içinde bulunduğu tarihsel momentin çeviriye etkisiyle karşılaşıyoruz.

Demek metin ve çevirmenin içinde bulunduğu zaman/tarih arasında da bir ilişki var. Peki İncil yazarlarının hangi tarihsel koşullarda, ne tür teolojik çatışmalar içinde, kime hitaben ve kime karşı bu metinleri ürettiği meselesini ne yapacağız?

Demek çevirmenin tarihsel konumuna ek olarak metnin kendine ait bir tarihselliği de var. Kutsal Kitap'ın doğası nedir peki, eğer kaynağında bir Tanrısallık varsa Kutsal Kitap çevirmeni kendini teolojik açıdan bu Tanrısal esini kavrayacak yetkinlikte görebilir mi?

Geçmişte Türkçe Kuran çevirilerinde de yaşanan bir tartışmaydı bu. Yani sözün kimden çıktığı ve kime gittiği meselesi pekâlâ bir teolojik-ontolojik tartışmaya da yol açabilir.

Buraya kadar çevirmenle çeviri arasındaki dışsal problemlerin dahi ciddi bir yekûn oluşturduğunu görüyoruz. Çeviri içi problemler halihazırda zaten bir bilim oluşturacak kadar derinleşmiş durumda.

Tüm bunları toplayınca çevirmenin metinle kurduğu ilişkinin soyut ve muğlak bir sadakat yerine iyi niyetli bir anlama ve aktarma çabasıyla tanımlanması bana daha gerçekçi görünüyor.

Çevirmen metnin ve yazarın tarihini, üslubunu, maksadını doğru bir şekilde kavramak ve tüm bunları kendi coğrafyasına, zamanına ve diline uygun bir şekilde yeniden üretmek, "telif etmek" zorundadır.

Sözcüklerin, cümlelerin doğrudan kendisine sadık kalmak her zaman doğru anlamı aktarmanızı garanti etmez. Çevirmenin asıl becerisi bağlamı aktarmasıyla ortaya çıkar.

Bir gün yapay zekâ aracılığıyla yapılan çeviriler çok ileri noktaya taşınsa dahi -ki ben bunun olacağına inanıyorum- bahsettiğim türden bir kavrayışa erişemeyecektir.

Bu yüzden çevirmenle metin arasındaki ilişki her açıdan insanca, hem de pek insanca olmalıdır.

 

Emine Ayhan: Devletin sansür mekanizmasıyla amaçladığı kültürel vasatlaşma ve özgür ifade tabusu kâr güdüsüyle de perçinleniyor

1- Floransa Büyücüsü örneğinde karşımıza çıkan şey, yani yayınevlerinin çeviri metinlere devletin hukuki yahut "milletin" ahlaki vs. hassasiyetleri doğrultusunda baskı öncesinde müdahale etmesi, ancak su yüzüne çıktığında kamusal bir konuşma vesilesi haline gelse de, hayli yaygın bir uygulama.

Kimi yayıncılar bu örnekteki gibi çevirmenden habersiz, hatta bazen çevirmenin "iyiliğini gözetmek" adına, aynı zamanda da "suç unsuru" sayılabilecek birkaç ifade yüzünden kitabın getireceği kârdan mahrum kalmamak gibi kaba bir ekonomik bir kaygıyla yapabiliyor böyle müdahaleleri.

Basın Kanunu'nun 11. maddesi, eser sahibinin yurtdışında olması durumunda (işleme) eser sahibi sıfatıyla çevirmeni hedef alıyor, çevirmenin yurtdışında olması durumunda yayıncı yargılanıyor.

Yayıncının çevirmene uyguladığı sansür (yahut kendi basacağı kitaba uyguladığı otosansür) elbette kabul edilebilir bir şey değil, fakat dava çevirmene açılsa bile yayıncı en azından ekonomik bir kayba uğruyor, ki birçok yayınevi sırf metayı en hızlı şekilde dolaşıma sokabilmek adına hareket ediyor, (oto)sansürü olduğu gibi niteliksizliği de beraberinde getiren bir güdü olarak.

Yani burada yayıncı nezdinde politik bir seçimden falan ziyade, son derece vurdumduymaz bir pratik akıl da devreye girebiliyor.

Devletin sansür mekanizmasıyla amaçladığı kültürel vasatlaşma ve özgür ifade tabusu kâr güdüsüyle de perçinleniyor yani.

Bunun yanısıra, neşriyat alanında sansür Meşrutiyet'ten bu yana hukuken sistemli işliyor, bu da haliyle toplumun her kesiminde yaygınlaşmış ve kanıksanmış bir (oto)sansür, paranoya ve yargılama kültürünü beraberinde getiriyor.

Bunlar birbirini besleyen şeyler. Bırakın cümleleri ve kelimeleri, hecelerin ve seslerin nasıl ulanacağına ilişkin seçimler dahi her zaman hukuki olmasa da, toplumsal yargının, hiç olmazsa yargılayıcı bakışların hedefi haline gelmenize yol açabiliyor (ki censor sözcüğü köken itibariyle "yargıda bulunma, yargılama" anlamına geliyor).

Bununla birlikte, çokboyutlu ele alınması, basın-yayın alanının tüm failleri, dille ilgilenen herkes tarafından tartışılması, üstüne çalıştaylar yapılması gereken bir mesele.

Çünkü bizler bu meseleyi ancak tek tek davalar ve vakalar vesilesiyle gürültüye boğarak konuşsak da, devlet bir daha hatırlatana kadar unutuşa bırakıyoruz, birçok konuda olduğu gibi.

Ne yapılabilir? Yalnızca bu (oto)sansür kültürünü değil, daha genel olarak ifade özgürlüksüzlüğü kültürünü ve dille ilgili her meseleyi suçlayıcı ve yargılayıcı olmayan, suçlu aramayan, hedef göstermeyen (yani tam da hukukun ve bu kültürün ürettiği değerleri yeniden üretmeyen) bir dille, kişilere düşünme veya düşüncelerini değiştirme hakkı tanıyan bir dille konuşulabilir kılmak gerekli ve değerli.

Zira ifade özgürlüğü konusunun nasıl bir dille tartışıldığı da ifade özgürlüğü pratiğine dahildir. 
 

emineayhan.jpg
Emine Ayhan

 

2- Martin Luther'in Kitabı Mukaddes çevirisi, kutsal kitapların Kilise babalarının yorum tekelinden çıkıp geniş kitlelerce yorumlanmasının önünü açarak yalnız Reformun değil, modern Almanca edebiyatın da başlatıcısı oluyor.

Luther'in çevirisinden yaklaşık 140 yıl sonra, 1670'te yayımlanan Teolojik-Politik İnceleme'de Spinoza "Kutsal Kitap'ı yeniden, dürüst ve özgür bir kafayla ciddi olarak incelemeye, ondan açıkça çıkarılamayacak hiçbir şeyi ona atfetmemeye ve öğretisi olarak kabul etmemeye" adanmış bir "kutsal metinleri yorumlama yöntemi" sunuyor.

Spinoza sadece kutsal metin yorumcularını değil, genel olarak metinlerin yorumuyla, aktarımıyla çeşitli düzeylerde iştigal eden herkesi, bu durumda çevirmenleri de ilgilendiren önemli bir şey söylüyor kitabın başında:

[T]üm siyasi bütünü elinde bulunduranların, yalnızca sivil yasanın değil, kutsal yasanın da savunucuları ve yorumcuları olduğunu gösteriyorum.

(çev. Cemal Bâli Akal & Reyda Ergün, s. 48, 50)


Devletin neşriyat ve söylemsel alan üzerindeki, yukarıda kısmen değindiğimiz denetimi de yorum faaliyetinin her zaman toplumsal bir güç meselesi olduğunu gösteriyor zaten.

Yine hermeneutik bir faaliyet olan çeviri de bundan azade değil haliyle. Çevirmenin çevirdiği metinle ilişkisi hakkında çok şey söylenebilir.

Ama bu çerçevede, çevirmenin çevirdiği metnin güç ilişkileriyle katedilmiş nasıl bir dilsel, söylemsel, tarihsel ve kültürel bağlama aktardığının bilincinde olması hem metne yönelik merakını diri tutacaktır, hem de piyasada emeğine yönelik tüm değersizleştirmeye ve bunun yol açtığı yabancılaşmaya rağmen kültürel işlevini, katkısını ve gücünü farketmesini sağlayacaktır. 

 

Necmiye Alpay: Demek artık "Kürt" sözcüğünden çekinilmiyor. Düne kadar o da söylenmeyip, "etnik gruplar" vb. örtmeceler kullanılıyordu!

1- Sorunuzdaki iki örneğin ortak yönleri kadar, birbirinden farklı yönleri de var. Her iki örnekte de hem teknik hem de etik ilkelerin ihlal edildiğini görüyoruz.

Çevirmenlerden gelen açıklamalar, ilk örnekte failin çevirmen Begüm Kovulmaz değil, yayınevindeki sorumlular olduğunu gösteriyor.

Yayınevinden açıklama geldi mi, bilmiyorum; gelmesi ve özeleştiri yapılması gerekiyor, çünkü çeviri işinin meslek ahlakında, kişi ve yer adları başta olmak üzere özel adların korunması kuralı vardır.

"Kürdistan" da bir özel addır, değiştirilmemesi gerekir. Yapılan bu değişiklik ancak zihinlerimize işlemiş olumsuz yüklemelerle, yani endoktrinasyonla açıklanabilir.

"Kürtlerin yaşadığı topraklar" denmiş. Demek artık "Kürt" sözcüğünden çekinilmiyor. Düne kadar o da söylenmeyip, "etnik gruplar" vb. örtmeceler kullanılıyordu!


İkinci örnek de tipik bir endoktrinasyon örneğidir. Hepimizin zihninde kenarda köşede yılların nefret söylemlerinden kalmış, hesaplaşılmamış sözler vardır, çevirmen Fatih Özgüven örneği de bunlardan.

Kendisi gereğince özeleştiri yaptı, ihlalin kendi elinden çıkmış bir "cehalet" sonucu olduğunu belirterek kamu önünde sorumluluğunu üstlendi ve özür diledi.

Böylelikle olumsuz bir örneği olumlu bir tavırla onarmak konusunda örnek bir davranışta bulunmuş oldu. 


Egemen ideoloji kendisine uyum göstermeyen kişi ve toplulukları düşmanlaştırmak için bu tür "yüklemelere" başvuruyor, bunlar bünyemize işliyor ve bilince çıkarılmadığı sürece orada kalıyor.

Bunun son bir örneği de Mine Kırıkkanat'ın kullandığı "mezhebi geniş" sıfatıydı. Kırıkkanat'ın yıllar önce de düpedüz ırkçı bir söz olan "sütü bozuk" deyimini kullandığını hatırlıyorum.

Kendisinden herhangi bir özelleştiri gelmedi sanıyorum, umarım yanılmışımdır.


"Türkiye'de çeviri kitapların aslına uygun, hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmeden çevrildiğini düşünüyor musunuz?" diye soruyorsunuz.

Hiçbir kelimesini ve cümlesini değiştirmeden çevirmek hiçbir durumda mümkün değildir, çünkü diller arasında dar anlamda bir denklik yoktur.

Mümkün olan en yakın olan karşılığı bulursunuz ve yeterince karşılanamama durumunda bir dipnotla açıklama eklersiniz. Siz sanıyorum denklik dediğimiz şartı ya da idealimizdeki çeviri düzeyini kastediyorsunuz.

Hem dille ilgili sorunlar, hem birikim yetersizliği, hem de endoktrinasyon nedeniyle, ideal düzeyden hâlâ epey uzağız.

Son yıllarda çeviri konusundaki çabalar arttı, bilinç düzeyi eskisine oranla epey yükseldi. İşsiz bırakılan aydınların zorunluluktan yayın sektörüne girmelerinin de payı oldu bunda.

Ancak, bu yeni kadrolar iyi çevirmenlik için gerekli birikimi kısa sürede edinemedikleri için, sorunlar kolay çözülemiyor. Aynı süreçte, çevrilmeyi bekleyen malzeme de çok arttı ve çeşitlendi.

Ama bütün bunların ötesinde belki en önemli mesele, insan hakları ve eşitlik alanlarında yol gösterici bilinç öğeleridir.

O konuda az çok yol kat ettiysek de, gerekli insani düzeyden uzağız. Kasıtlı hataların önlenmesi için uyanık durmamız ve sizin de yaptığınız gibi uyarılarda bulunmamız belirleyici önemdedir. 
 

necmiyealpay.jpg
Necmiye Alpay

 

2- Hayli uzun bir konu bu. Birkaç nokta: Çeviri etiği, çevirmenin metinle oynamamasını, yani metnin anlatımında ve içeriğinde değişiklik yapmamasını, okuru yazar hakkında, yazarın dedikleri hakkında yanıltmamasını gerektirir.

Çeviriyi okuyacak kişi, metnin aslına sadık bir çeviri okuyacağına inanmak, en azından asıl metinde kasıtlı bir değişiklik yapılmayacağına güvenmek ister.

Dolayısıyla çevirmen metne bu gözle bakmalı, yazarın metnini hedef dilde yeniden üretmelidir.

Ancak, bunu gerçekleştirmek her zaman kolay değildir. İlk adımda, çevirmenin yeterliliği diye bir sorun yatıyor. Bunun sınanması önce çevirmenin kendisine, sonra da ilgili kimselere düşer. 


Batı dillerinde "interpretation" diye bir fiil var, hem çevirmek hem de yorumlamak anlamına geliyor. Çevirmenin yaptığı işe yorumun dahil olduğu fazlasıyla açıktır.

Ancak yorumun payı metinden metine çok değişir. Sözgelimi bilimsel ve teknik metinlerde yorumun payı, edebiyat metinlerine oranla mutlaka düşüktür, hatta sıfır olması amaçlanır.

"Terim" sözcüğünün anlamı da budur, tekanlamlı olması hedeflenen sözcüklerdir terimler. Her bilimsel disiplinin kendi terimleri ve sözlükçesi vardır, neredeyse ayrı bir dil gibi.

O disiplin dahilinde çeviri yapacaksanız, o "dili" bilmek, metni iyi tanımak ve tanımlamak zorundasınız. Teknik ve diplomatik alanlarda, sağlık alanında, hukukta, mimaride vb., çeviri hatalarının hayati sonuçları olabilir.

Bu nedenle, yeminli çevirmenlik diye bir statü tanımlanmıştır. Çevirmen, yapacağı çevirilerin etik sağlamlığı konusunda noter huzurunda yemin eder ve sorumluluk üstlenir. Kendisine yeminli çevirmen sertifikası verilir.


Sanat yapıtlarının çevirisindeki hatalar ise, okurun sanatçı hakkında hatalı bilgi edinmesine yol açar. Ancak, sanat yapıtlarının farklı farklı çevirileri üretilebilir, çünkü, az önce dediğim gibi yoruma daha açık yapıtlardır bunlar.

Sözgelimi Shakespeare'in her Avrupa dilinde birkaç ayrı çevirisi vardır. Bir bakıma, her çeviri farklı bir yorumdur. Ancak, böyledir diye çevirmenin yorum hakkı sınırsız değildir.

Çevirisinin eleştiriye tabi olacağını bilmek zorundadır çevirmen, tıpkı yaratıcı yazarın kendisi gibi.

Bu çerçevede sizin deyiminizle kasıtlı hatalar, okur kitlesinin ve toplumun gözünde kınanacak ve güvenilmezlikle damgalanma sonucunu verebilecek edimlerdir.

Bu tür hatalardan zarar gören kimselerin hakları yasayla korunmuş da olabilir.  

 

 

i Kişisel bir tanıklığım için, bkz.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/necmiye-alpay/goruntu-biraz-daha-net-979718/
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU