Bu yazıda otoriter-popülist rejimlerde seçim kazanmanın başlı başına yeterli olmadığını Venezuela örneği üzerinden tartışacağım.
Türkiye gibi otoriter-popülist bir rejim tarafından idare edilen Venezuela'da 2015 yılında muhalefet büyük bir seçim zaferi kazandı.
Bu zaferde, Chavez döneminde onun ülkede çoğunluğun oyunu kaybetse de stratejik bölgelerde çoğunluğu kazanarak iktidarda kalma fikrinin bir uzantısı olarak uygulanmaya başlanan dar bölge sisteminin büyük etkisi olmuştur.
Ülkede başta ekonomi olmak üzere negatife dönen göstergeler dolayısıyla rüzgarın muhalefete doğru esmesiyle birlikte "Demokratik Birlik Hareketi" adını taşıyan muhalefet bloku, 6 Aralık 2015 seçimlerinde dar bölgenin de katkısıyla parlamentonun yaklaşık yüzde 65'ini kazanmıştır.
Venezuela'nın otoriter-popülist lideri Nicolas Maduro, muhalefetin bu ezici galibiyetini 7 Aralık gece yarısı kabul etmiştir.
Muhalefetin bu zaferi ve parlamentoda elde ettiği çoğunluk ona, yasaları geçirebileceği, hükümetin önerdiği bütçeyi onaylayıp-onaylamayacağı, hükümet üyelerini (bakanları) ve başkan yardımcısını tenkit edip görevden alabileceği, seçim kuruluna yeni atamalar yapabileceği, Yüce Divan'a yeni atamalar yapabileceği ve hatta yeni bir anayasa yapmak için kurucu meclis toplayabileceği bir alan açmıştır.
Maduro ise muhalefetin edindiği bu nitelikli çoğunluğu (supermajority) dağıtmak için çeşitli bahanelerle muhalif milletvekillerinin milletvekilliklerini düşürtmüştür.
Bunun sonucunda muhalefet nitelikli çoğunluğunu kaybederken Maduro ise her popülistin başvurduğu "boş gösteren" stratejisiyle "halkla" aşağıdan-yukarıya doğru bir anayasa inşa edeceğini ifade ederek bir "kurucu meclis" kuran karşı hamlesiyle 2017 yılında seçilmişlerin meclisini kadük bırakmıştır.
Venezuela, muhalefet tarafından başkanlığın değil, sadece parlamentonun ele geçirilmiş olması dolayısıyla Türkiye'nin olası senaryosuna doğrudan bir örnek oluşturmasa da otoriter-popülist liderlerin kendileri için özel dikilmiş elbisenin (rejimin) kumaşını son parçasına kullanmaya niyetli olduklarını göstermek açısından önemlidir.
Ayrıca 7 Haziran-1 Kasım 2015 arası süreç, bizlere iktidarın, daha az yetkiyle donatılmış olmasına rağmen, sistemi zorlamadaki mahareti ve niyetini göstermiştir.
Dolayısıyla muhalefetin iki turlu bir seçimi andıran bu beş aylık süreçten ders alarak, ilk olarak ilk turda iktidarı, yani başkanlığı ve parlamenter ekseriyeti ele geçirmeyi hedeflemesi gerekmektedir.
Dolayısıyla HDP'nin de ilk turda aday çıkarmayarak, tıpkı belediye seçimlerinde olduğu gibi demokrasi blokunun adayını dışarıdan destek vereceği bir formül, en sağlıklı formül olarak görünmektedir.
Çünkü iki tur arasında geçecek iki haftalık süreçte iktidar, sistemi zorlama bağlamında muhalefet parlamenter çoğunluğu ele geçirmiş olsa dahi HDP'ye karşı hukuki yaptırım yollarını "terörle iltisak" kisvesiyle zorlayarak Maduro'nun yaptığına benzer bir yöntemle muhalif ekseriyeti bertaraf edebilir.
İktidar, muhalefeti terörize ederek, halkı da "özgürlükten kaçış psikozu"na itip onun milli güvenliği özgürlük ve demokrasiye yeğlediği bir konjonktür içinde ikinci tur seçimleri lehine çevirebilir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Dolayısıyla Türkiye'de "demokrasi bloku"nun zaferi için ilk koşul, parlamentoda ekseriyetin ve başkanlığın bir arada ve ilk turda kazanılmasıdır.
Bu ilk koşulu temine giderken de muhalif aktörler, geçtiğimiz günlerde CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç'un yaptığı gibi, "Anketlere göre muhalefet parlamentoda ekseriyeti ele geçirdi" gibi erken "zafer naraları" atmaktan kaçınmalılardır.
Çünkü bu naralar, kararsızlar safına geçmiş iktidar seçmenini yeniden eski saflarına katabilir. Unutulmamalı ki, iktidardan kopan kararsızlar hâlâ "üçüncü parti" konumunda.
Ayrıca ikinci İstanbul seçimlerinde sandığa gitmeyen iktidar bloku seçmeni de muhalefetin büyük zaferinde büyük pay sahibi oldu.
Yani muhalefet, "kendine çekemiyorsan, karşı tarafa da gönderme" stratejisine sadık kalmak ve erken "zafer naraları" atmaktan kaçınmak zorundadır.
Çünkü Türkiye'nin demokratikleşmesi ve toplumsal barışı, kimsenin zafer sarhoşluğuna bırakılamayacak kadar hayatidir.
Muhalefetin blok olarak dikkat etmesi gereken bir diğer mesele de onun yumuşak karnı olan Kürt sorunudur.
Toplumsal barıştan azade, yalnızca aritmetik olarak bile düşünüldüğünde HDP'siz bir demokratikleşmenin mümkün olmadığı akla getirildiğinde muhalif aktörler arasında en azından başta Demirtaş olmak üzere siyasi tutsakların serbest bırakılması ve kayyumların yerine seçilmiş başkanların atanması gibi asgari demokratik koşullarda bir uzlaşma sağlanması şart görünmektedir.
Çünkü otoriter-popülist liderlerin ortak karakteristik özelliklerinden biri de muhaliflerinin yumuşak karınlarına salvolar savurmaktır.
Ayrıca muhalifler, hem parlamentoda hem de başkanlık seçimlerinde başarılı olsalar dahi seçimlerden sonra da yine en çok istedikleri değil, en çok istemedikleri, yani bugün "ucube" dedikleri bu sistemin tekrar geri dönmemesi üzerinden birlikteliklerini devam ettirmelilerdir.
Onların en çok istediklerine odaklanan, siyasi ajandaları ve ideolojileri doğrultusundaki siyasi mücadeleleri, Türkiye'yi hukukun üstünlüğünün egemen olduğu, seçilmişlerin belli bir periyot için kendilerini seçenlere "vasi" atanmışlar gibi davranmadıkları, katılımcı-demokratik, insan haklarına saygılı bir kurumsal altyapıya kavuşturduktan sonra başlamalıdır.
Dolayısıyla seçim kazanılana kadar değil, güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçene, Türkiye'de devlete devlet niteliğini yeniden kazandırıp onu iktidarlardan özerk bir kişilik kazandırana kadar asgari müştereklere riayet edilmeye devam edilmelidir.
Aksi durumda Erdoğan yenilse bile Erdoğanizmin süreceği gerçeği düşünüldüğünde, Arjantin'de Peron'un varislerinin sürekli iktidara dönmeleri gibi bir sonuçla karşılaşılabilir ve bu da tüm bir mücadelenin beyhude bir çaba olarak kalmasına neden olabilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish