Pakistan'ın İslamcılarla iş tutması tercih değil, zaruretti

Independent Türkçe muhabiri Naman Bakaç'ın, yazar Bülent Tokgöz'le Afganistan üzerine yaptığı röportajın ikinci bölümü

Yazar Bülent Tokgöz

Pekâlâ, öyleyse dünyanın konuştuğu Taliban’ı konuşarak devam edelim. Taliban nasıl ortaya çıktı? Fikri ve siyasi paradigmasına dair neler söyleyebilirsiniz? Örgütlenme biçimi nasıl? Dünyadaki radikal İslamcı yapılar içinde yeri nedir? Mesela DAİŞ, EL Kaide, Lübnan Hizbullah’ı gibi yapılarla kıyaslayacak olursanız benzerlik ve farkları nelerdir?

Bir örgüte hiç benzemeyen bir örgüt varsa o da Taliban’dır. Her örgütsel yapı, yola çıkarken ufkunda belli bir örgüt tahayyülü ve şeması barındırır. Taliban’da ise kesinkes yoktu. Savaş ağası hâline gelmiş bir yerel komutan bir oğlan çocuğunu dağa kaldırınca bu tür fecaatleri kanıksamış halk infialini bastırmaya çalışırken bir grup molla ve medrese talebesi silaha sarıldı ve o mütecaviz komutanı hakladı, adamlarını da tasfiye ettiler. Bu görülmemiş bir cüret ve kalkışmaydı. Ellerinde kalan beldeyi idare etmesini de bildiler. Asayişi sağladı, adaleti ikame ettiler. Kimse tatbik ettikleri cezalarla ilgili fıkhi tartışmalara girecek değildi. En katı kanunlar kanunsuzluktan iyiydi. Taliban uzun bir süre kanunla, asayişle, nizamla anıldı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Kandahar kırsalında bu mütevazı çıkış büyük bir teveccühle karşılanmadan bile evvel Pakistan tarafından fark edildi. Pakistan yoksul bir ülke olabilir fakat zengin bir istihbarat örgütü vardır. Kimilerince “Başarısız devlet” sayılan bir ülkenin bu kadar etkili ve başarılı bir istihbarat teşkilatına sahip oluşu başlı başına bir tez konusudur. Pakistan İstihbaratı (ISI) yıpranan Peştu gücünü toparlayabilecek yeni öznenin zuhur etmekte olduğunu çok erken tespit etti. Taliban’ın tüm yerelliği, kırsallığı, Peştuluğu içinde yükselen Peştu milliyetçiliğine karşı bir panzehir olma potansiyeli barındırıyor oluşu da cazibedar bir etkendi. ISI’ın İslamcılar içinde uzun kolları vardı ve bu kollar Taliban’ın önünü açmak için sahada tüm maharetlerini sergiledi.

 Ne zaman? Benazir Butto’nun başbakan olduğu zaman. Bu çok az bilinen bir boyuttur. Pakistan’ın Taliban’a desteğine dair genellemeler çok kaba sabadır, tıpkı Afganistan sosyolojisinin ıskalanması gibi Pakistan gerçeği de bizim genellemeci yüzeyselliğimizin kurbanı olmuştur. Benazir Butto, 1993’ten 1996’ya kadar başbakandı, yani Taliban teşekkül edip Kâbil’i düşürdüğünde iş başında o vardı. Pakistan istihbaratçıları sonraki hamleleri planlarken, Pakistan topçusu Taliban için toplarını ateşlerken ülkenin başında laik bir Şii olan Benazir vardı.

Taliban’ı aslında ISI’a rağmen desteklemeyi tasarlayan da kendisiydi. ISI işe sonradan dâhil oldu. Şöyle ki Benazir, babasının katili olan Ziyaulhak’ın desteklediği Hikmetyar’a karşı başka bir gücün Afganistan’a hükmetmesini arzuluyordu. Böylece Ziyaulhak’ın mirasını darmadağın edebilecekti. Bu maksatla Dışişleri Komisyon Başkanlığı’na Pakistan Peştularından, kaçak mazot işinden milyoner olmuş, bu yüzden Dizel Mevlevi lakaplı, medrese hocası Fazlurrahman’ı getirdi. Fazlurahman meslektaşı ve ırktaşı olan Taliban’la ilk elden temas kurdu ve gereken her türlü desteği gani gani verdi. Taliban’ın ısrarla ve evveliyetle Hikmetyar’ın topraklarında ilerlemesi, Kâbil’i almak için bile sadece onunla kapışması bir de bu gözle okunmaya değer bir detaydı. Gelgelelim bunlara değinince efsaneler, propagandalar, basmakalıp modeller zarar gördüğü için türlü ithamlarla karşılaşmayı göze almalıdır insan.

Benazir 2000’li yılarda yeniden iktidar olduğunda ISI’ı suçlayarak “Siz bir Frankestein yarattınız!” diyerek kendini aklama çabasındaydı. O da elini vicdanına koysa itiraf etmek zorundaydı: Pakistan’ın İslamcılarla iş tutması tercih değil, zaruretti. Adamlar Peştularla mecburiyetten iş tutuyorlardı, çünkü diğerleri Pakistan düşmanlarınca, Hindistan ve Rusya tarafından parsellenmişti. Kalanı da İran temellük ettiğinden Pakistan’a kala kala Peştular kalmıştı. Peştular da koyu dindardılar; adı İslam Cumhuriyeti olsa da temelde laik ve ciddi biçimde Şii karakterli olan Pakistan için başka seçenek yoktu. Bağımsız Peştunistan nidalarıyla ortalıkta dolaşan Hindistan işbirlikçisi gruplar güçlenirken Taliban türü apolitik bir fundemantalizm son derece işlevsel olabilirdi.

Taliban o kadar apolitikti ve o kadar klasik bir dindarlık seviyesinde, o kadar zararsız idi ki dönemin ünlü ISI şefi Hamit Gül şöyle diyordu: “Taliban’a, ülkeyi içinde herkesin namaz kıldığı ve tek bir imamın bulunduğu bir mescidi idare eder gibi idare etmesini tavsiye ettim.” Sadece bu sözü bile hakkıyla anlasak Taliban’a dair çok şeyi anlarız. Taliban’ın o dönemde başarısı da başarısızlığı da bu cümlede saklıdır. Bir mescidi yönetir gibi Kandahar kırsalını yönetebilirsiniz fakat Host’ta, Celalabat’ta, ya da Kâbil’e yaklaştıkça işler sarpa sarar. Kuzeye yöneldiğinizde ise kavimler, mezhepler de çeşitlenmeye başladığından, başka sosyolojik desenler devreye girdiğinden işler Afgan saçına döner. Nitekim Taliban Afganistan sosyolojisinin önüne koyduğu sorunları klasik fıkıh metinleriyle ve Kaleşnikof’la çözeceğini sandığı anda kaybetmeye başladı.

Hasıl-ı Kelam bir örgüt olarak başlamadılar fakat süratle şümullü bir harekete dönüştüler. Ne var ki onun mesela Hizbullah gibi yekpare bir hareket olduğunu sanmak yanıltıcıdır. Kadrolar tek elden seçilmiş, yetiştirilmiş, atanmış falan değildir. Çok fazla adem-i merkeziyetçidir Taliban. Yeri gelmişken, dünyada hiçbir örgütün olmadığı kadar demokratik tarafı da vardır kendi içinde. Hiçbir örgütte kararların istişare ile ve uzun müzakereler neticesinde bu kadar açık, yatay ve eşitlikçi bir zeminde alındığını zannetmiyorum. Bu, Taliban’ın ideolojisinden değil kavmî kökeninden, Peştuluğundan neşet eden bir hasletidir.

Peştu kabile yapısı mesela Kürtlerinki gibi değildir. En küçüğünden en büyüğüne kabileler akla gelebilecek en demokratik yöntemlerle idare edilir. En küçüğün ve yoksulun bile söz hakkı vardır ve oylar eşittir. Bu sülâle bazında da öyledir. Aileler her gece kurullarını toplar ve günü mütalaa eder, yarının işlerini karara bağlarlar. Peştuluk müthiş bir “biz” armağan eder insana. Ve ne yazık ki aynı zamanda korkunç bir “onlar” da bunun tam karşısında mevzilenmiştir.

AHİR ZAMAN MÜCAHİDLERİ-BÜLENT TOKGÖZ KİTABI.png
Bülent Tokgöz'ün "Ahir Zaman Mücahidleri" kitabı

 

Gerçeğin bir başka acı yüzü de şudur: Peştular dünyanın en ataerkil kavmidir. Eril bir kavimdir. Erkek hasletlerinin en heybetlilerinin onlarda olması bundandır. Kadına yer yoktur, kadının adı yoktur. Karar mekanizması kadınlara mutlak biçimde kapalıdır. Kadınlar doğurgandır ve işleri başlarından aşkındır. Karar alıcı Peştu erkekler yani kabile savaşçıları doğurmak gibi kutsal bir görevleri vardır.

Bu, kolaycı, zihinsel tembelliğe müptela laik tiplerin sandığı gibi İslam’la başlamış bir halet değildir. Bilinemeyecek kadar eski bir tarihten geçmişini alır. Bunun izini Peştu coğrafyasında, kırsalında, toprak dağılımında, üretim araçlarında, özerkliğinde ve daha birçok parametre içinde aramak ve bulmak mümkündür. Peştuluk hâlâ çok bakir bir sahadır. Dünyaya bir daha gelsem Peştular üstüne çalışan bir dilbilimci, sosyolog ve antropolog olmak isterdim.

90'lardaki Taliban bir açılım, değişim, proje geliştiremedi

Afganistan’da farklı yıllarda sahada bulunmuş bir yazar olarak bize Taliban’ın 1996 yılında sergilediği tablo ile 2021 döneminde sergilediği tablo arasındaki farkları ve değişimi anlatmanızı rica etsek?

1996’da Kâbil’i ele geçirdiklerinde oradaydım. O zaman El-Kaide’nin nüvesini teşkil edecek Arap teşkilatıyla birlikte Taliban’dan kaçıyorduk. Onlar Celalabad’a gelince oradan sıvışıyor, Host’a gelince oradan da gidecek başka bir yer arıyorduk. Evet, bunu ilk duyan herkes çok şaşırıyor, siz de şaşırmakta haklısınız. Araplar Taliban’ı bir Amerikan oyunu olarak görüyor ve durdurulamayan ilerleyişi karşısında tutum almakta zorlanıyorlardı. Bir kısmı onlara karşı savaşmak üzere eski dostları Hikmetyar’la veya Sayyaf’la dayanışırken bir kısmı bu kavgadan uzak durmanın en salim tercih olduğunu düşünüyordu. Taliban’sa Arapları rakip hiziplerin lejyonerleri ve mezhepsiz sapkınlar olarak algılıyordu.

Ellerinden gelse birbirini bir kaşık suda boğacak bu iki güç sadece birkaç yıl sonra kaderlerini nasıl birleştirdiler; sadece bu bile adım adım takip edilmesi gereken acayip bir hikâyedir. Şu kadarını söyleyeyim, ta ilk günden Taliban’la bağlantı kurarak onlardan eman almak, kamplarda mevcudiyetini sürdürmek için mekik diplomasisi yapan Arap komutanlar vardı, ki bunlardan biri sonradan el-Kaide’nin beyin kadrosundan sayılacak Libyalı bir emirdi. Komutanlar vardı, uğraşılar vardı fakat Taliban’ın el-Kaide’ye kendi gönlüyle bağlanmadığını, ona doğru itildiğini düşünüyorum. Dönemin şartları iyi okunursa, ABD’nin Taliban’ı köşeye sıkıştırmak için nasıl onu kışkırtmaya çalıştığı, Taliban’ın Türkmenistan gazını okyanusa taşımak için koridor olma arzusunu defalarca beyan etmesine rağmen süreci ABD’nin nasıl keyfi biçimde baltaladığı görülecektir.

İddia ediyorum, şayet ABD isteseydi Afganistan ikinci Suudi Arabistan olurdu. Suud tipi bir ülke olması işten bile değildi. Hanedanlık yerine belki emirlik; tek farkı bu. Şeriatla yönetilen fakat etliye sütlüye karışmayan. Gelgelelim CIA bunu istemedi. Soğuk Savaş demode olurken yeni bir düşman yaratmak için Afganistan’ı bir laboratuvar olarak kullanmaya kararlıydılar. Kaide’den çok Afganistan’ı vurmak istiyorlardı. Kaide orayı terk edip Sudan’a gittiğinde ite kaka, suikast tehdidiyle, Sudan rejimini sıkıştırmak suretiyle yeniden Afganistan’a kışaladılar. Nokta suikastlar veya operasyonlarla Kaide’yi daha başlamadan bitirebilirlerdi. Kenya ve Tanzanya’daki canlı bomba eylemlerinden sonra indirme harekâtıyla, yoğun ve daimi füze taarruzlarıyla belini kırabilirlerdi, hayır, olgunlaşmasını ve 11 Eylül’ü beklediler.

11 Eylül apayrı bir hikâye. Bence Taliban, değil 11 Eylül’ün içinde yer almak, haberi bile yoktu, uzun bir süre. Haberdar edildiğinde ise misafirlerini uyardı, doğrudan Molla Ömer Üsame Bin Ladin’le görüşüp böyle bir teşebbüsün olmayacağına dair teminat aldı fakat uyutuldu ve atlatıldılar. Gel gör ki ok yaydan çıktıktan sonra misafirlerini tutup düşmanına teslim edecek değillerdi, bu da İslamcılıklarından değil Peştuluklarındandı. Çünkü bir Peştu’nun konuğunu düşmana teslim etmesi tüm töreyi çiğnemesi demekti. Ben tüm bu süreci CIA’nın bile isteye bu noktaya getirdiğini, Taliban’ı tasfiye etmek, daha doğrusu Afganistan’ı işgal etmek üzere böyle uzun soluklu bir plan yürüttüklerini düşünüyorum. İsteselerdi Afganistan’ı işgal etmeden de Taliban’ı devirebilirlerdi, 2001-2011 arasındaki işgal stratejisinin de zorunluluktan değil ABD ve CIA içindeki bir ekibin stratejik tercihlerinden kaynaklandığı kanaatindeyim. İşte böyle, bunların hepsi uzun bahisler. Başlasan olmuyor, bitirsen olmuyor.

BÜLENT TOKGÖZ'ÜN KİTABI-büyük oyun-1.jpg

Bülent Tokgöz'ün "Büyük Oyun-1" kitabı

 

Taliban meramını anlatamadı. O kadar kötü resmedildi ki kimse kulak asmadı. İngilizce bilen kadrolarının sayısı o kadar azdı ki. Gariptir ilk yakalanan, Guantanamo’ya götürülenler de onlar oldu, elleriyle koymuş gibi önce onları buldular. Diğer liderler uzun süre saklandı, yer altına çekildi sonra zaten; o dönemde kendini ifade edemedi. Pakistan’ın Kuetta şehrinde veya özerk Peştu kabileler yöresinde saklanırlarken, ağır ağır örgütlenmeye koyulurlarken nerede hata yaptıkları sualinden kendilerini alamadılar. Bu dönem muhasebesi adım adım Eski Taliban’ı geride bırakıp Yeni Taliban’ı şekillendirmekle nihayete erdi. Aslında bu sürmekte olan bir süreç. Yeni Taliban’ı ihyaya kararlılar, tam olarak nasıl olduğunu bilemeseler de eskisinden farklı olma gayreti bir pusula işlevi görmeye devam ediyor.

Yeniden 11 Eylül öncesine dönecek olursak o dönemde bir devlet olamadıklarını anladılar bence. Gizemli bir molla tarafından idare edilen, kırk parçadan oluşan bir hareket olmanın ötesine geçemediler. Bundandır ki 90’larda bir açılım, atılım, değişim, proje geliştiremediler. Hırsızın elini kesti, zaniyi kırbaçladı ve çok ince hesaplara dayalı vergi topladılar, başka? Karşılığında nispi bir asayişten ötesini veremediler. Kuzeydeki iç savaş da müzminleşince Taliban’ın verdiği umut tavsadı. Hiziplerden bir hizip gibi algılandılar, hassaten Peştu olmayan unsurların tamamı tarafından.  Afganistan’ın kuzey illerinde yaptıkları atamalarda, halka muamelede kavmiyetçi tüm bilinçaltını hortlattılar. Bilinçaltı mayınları bir kez patladı mı o arazide sükûn imkânsızlaşır. Kuzeyde kavmiyet temelinde gönülleri kaybettiler.

Güneyde ise gittikçe sadece korkulan bir seçkinler topluluğuna dönüştüler. Din adamları sınıfı ve onların silahlı adamları. Bu bağlamda Taliban en fazla halk desteği gördüğü zamanda bile halk hareketi olamadı. İsmiyle müsemma olduğu talebeler, onların hocaları ve silahlı sempatizanlarından ibaret kaldılar. Halkı işin içine katacakları bir formasyonları, kompartmanları, birimleri yoktu. Halk Taliban düzeninde vergi toplanan, teftiş edilen, tedip edilen bir sürüydü, kendileri de eli sopalı çobanlardı. Bu sadece imaj düzeyinde değildi, bir realitesi vardı fakat muazzam bir kampanyayla mutlaklaştı. Taliban ağzıyla kuş da tutsa o imajı değiştiremezdi artık.

Peştu karakteri yaranmak için kendini anlatmayı ve şirin görünmeyi de gururuna yedirmediğinden burnunun dikine gitti. Sonra Amerikan uçakları geldiğinde aslında ne kadar yalnız olduğunu kavradı. Halk yanında değildi. Halk bu kavgayı kendi kavgası olarak görmüyordu. Bir grup Arap ile onlardan nemalanan bir grup maceraperest mollanın başlarına açtıkları iş olarak gördüler ABD işgalini. Başkalarının savaşını seyreder gibi de seyrettiler önce. Bombalar kendi tepelerine, düğünlerine, cenaze merasimlerine düşünceye değin. İşte o zaman başka bir hikâye başladı.

Taliban, ümmetin sıradan unsurlarıyla bağ kurmayı bugüne dek başaramadı

Taliban Sözcüsü Zebihullah Mücahid’in Reuters’a yaptığı bir konuşmada: “Öncelikle şu gerçeklik kabul edilmelidir. ABD yenilmiş ve Taliban zafer kazanmıştır. Asıl imtihanımız bundan sonra başlıyor” sözüne binaen Taliban’ın zaferi dünyadaki İslamcı hareketleri nasıl etkileyecek? ABD’nin 2001 yılındaki Afganistan işgaline dair hedeflerine ulaştığı söylenebilir mi? İslamcı hareketler ve Müslüman topluluklara yansımalarına dair nasıl bir gelecek projeksiyonu çiziyorsunuz?

İslamcı hareketlerin ahı gitmiş vahı kalmış. Gazze zaferi bile yaprak kıpırdatmadı neredeyse. Filistinli bir örgüt, İslamcı bir örgüt İsrail’i dize getirdi, mümkün olan en az kayıpla yaptı bunu, İsrail’e karşı umulmadık bir caydırıcı güç kullanarak yaptı, fakat bu sanki hiç yaşanmamış gibi oldu. Suriye’deki savaş İslamcılığı ortadan ikiye çatlattı. Artık iki ayrı dünyalardalar. Birinin zaferi diğerini sevindiremiyor, neredeyse üzüyor hatta.

Taliban’ın zaferi de birçok İslamcı için can sıkıcı. Övse olmaz, sövse olmaz. Şunu görmemiz gerekiyor: İslamcılık ziyadesiyle modern bir olgudur. Kentli taban, dünyanın farklı kentlerinden Taliban’a baktığında kendi gâvurundan daha uzak bir kavmi, arkaik, anakronik, grotesk bir heyulayı görür gibi oluyor. Özdeşlik kuramıyor. 40 sene evvel Rus işgali döneminde böyle değildi. Daha halktı mücahitler ve dünyanın dört bir yanındaki sempatizanları da büyük oranda taşralı ve köylü kökenliydi. Şimdi modern ve kentli İslamcılar Taliban’la aralarında 40 yıllık mesafe görüyorlar ve geri gitmek hiç de içlerinden gelmiyor. Taliban denince ortalama bir TV seyircisinin veya sosyal medya kullanıcısının aklına gelen şeyler de mesafeyi mekâna taşıyor.

Gariptir, Taliban Hanefi’dir fakat zaferinin en az yankı bulduğu yer Hanefî coğrafyasıdır. Üstünde çok çalışılmış, modernleştirilmiş, Batılılaştırılmış, akılcılaştırılmış, gelenekten kopartılmış, aslında mezhepleştirilmiş bir coğrafyadır bu. Taliban onlara olmadıkları bir şeyi hatırlatıyor ve o yüzden onu da onun zaferini de başka okumak işlerine geliyor. Taliban’ın zaferinden en çok söz eden, bundan gururlananlar ise Taliban’ın mektebine en uzak olan Selefiler. Onların da cihadi olanları sadece. Her ne kadar sosyal medyada sesleri fazla çıksa da ziyadesiyle marjinal olduklarından onların zafer coşkusu gerçek hayata, sosyal hayata pek yansımıyor. Taliban, ümmetin sıradan unsurlarıyla, vatandaşla bağ kurmayı bugüne dek başaramadı. Fakat Kâbil’i ikinci kez ele geçirdikten sonraki tutum ve tercihleri şimdiye kadarki imajlarının yerine bambaşka bir Taliban algısına kapı aralayabilir.

Samimi olan herhangi bir tekâmül çabasını türlü bahanelerle kerih gören hiç kimsenin samimi olduğuna inanmıyorum. Mezhebî, meşrebî, kavmî, ideolojik hangi saikle olursa olsun Taliban’daki olgunlaşma görüntüsüne bir şans tanımamayı ümmet için hayırhah bir duruş sayamıyorum. Propagandacı dil de çok sinir bozucu, o ayrı. Heveskâr, yeni yetme bazı tipler Taliban’ın Türkiye distribütörü gibi davranarak güce ve şöhrete olan açlıklarını tatmin uğruna bir meta bulduklarını sanıyorlar. Taliban’ı en çok tüketecek olanlar da bunlardır bence. Taliban’ın şanssızlıklarından biri bu sevicileridir. O kadar kaba, o kadar tekfirci, o kadar küfürbaz ve ufuksuzlar ki sabah akşam Taliban diye bir gulyabaniye küfreden laik paranoyaklar kadar muzır buluyorum bazen.

Oryantalist dile de propagandist dile de mahkûm olmaksızın Taliban gerçeğini, değişimiyle, sürekliliğiyle, sabiteleriyle konuşabilmeli, anlamlandırabilmeliyiz. Ne ki bu hiç de kolay değil. İki vadiden de o kadar kesif slogan ve nara yükseliyor ki serinkanlı analizler cılız kalmaya yazgılı duruyor.

RÜYALAR MEVSİMLER GÖLGELER-BÜLENT TOKGÖZ KİTABI.png
Bülent Tokgöz'ün "Rüyalar Mevsimler Gölgeler" kitabı

 

Her hâlükârda kazanan silah endüstrisi ve petrol lobisiyle doğrudan irtibatlı finans devleri

Biden’ın ilk aylarda dillendirdiği “Amerika Geri Döndü” söylemini, Afganistan’dan çıkışı ve müttefiklerinin özellikle Alman Cumhurbaşkanı(Kabil Havalimanındaki görüntüler Batı siyaseti açısından utanç vericidir söylemi) ve Dışişleri Bakanı’nın(Karar alanın ABD olduğu, uygulayıcısının ise AB olduğu böylesi bir ilişki sorgulanmalıdır) eleştirileri düşünüldüğünde ABD’nin küresel güç liderliği sorgulanır oldu. Ne dersiniz?

ABD diye bir devletin varlığından da hayli şüphe duyar vaziyetteyim. Bir süredir Türk devleti için kullandığım bir kalıptı bu, şimdi ABD için de ciddi ciddi söylüyorum. ABD diye bir devlet olsaydı bu yaşananlar ne yaşanır ne de işler bu noktaya gelirdi. Hadi diyelim bir iş çevirdiler sonra da kıvıramadılar, neden olmasın, hatalı seçimler yaptılar ve bu noktaya geldiler; hayır, sağdan bakıyorum, soldan bakıyorum, bana hiç de böyle gelmiyor. Afganistan’ı, Irak’ı işgal ederek buraları tarumar eden odak ABD devletini de çarçur edip bıraktı. Kimdiler, gen havuzları hangi kromozomla dolu onu bilemiyorum fakat bu coğrafyayı darmaduman edip Amerikan gücünü de bizim dağlarımızda ve damlarımızda sarf edip bıraktı.

Burada her hâlükârda kazanan silah endüstrisi ve petrol lobisiyle doğrudan irtibatlı finans devleri olduğu gerçeğinde şüphe yok. New York yansa bir horum otları yanmayacak bir avuç Wall Street sakinleri bunlar. Bu tayfa, ekip, klik, derin güç ABD’nin tarihte eşi benzeri görülmemiş çaptaki yıkım gücünü bizim üstümüze boca etti ve onu da zamanın süper gücü olmaktan çıkartma pahasına bunu yaptı. ABD hegemonyasının devamı istenseydi İslam âlemiyle, Ortadoğu’yla, Afganistan’la, hatta El-Kaide’yle ilişkisi böyle olmak zorunda değildi.

ABD en berbat tercihleri yaptı. O kadar irrasyonel ve ferasetsiz tercihlerdi ki bunlar, dünyanın en zeki insanlarından bir kısmının istihdam edildiği onca istihbarat kurumuyla bir ülkenin bunlara rıza göstermesini izah edemiyorum. Tüm makul sesleri bastıracak kudrette bir ekip dizginleri ele aldı ve ABD’yi bizim üzerimize sürdükten sonra doğrudan doğruya uçuruma dehledi. Uçurumdan düşüp parçalandı diye onun için eseflenecek değilim. Canı cehenneme. Fakat onu tarih sahnesinden çekerken kimi öne sürdüklerine bakmadan da edemem. Ve korkarım gelen gideni fena hâlde aratacak.

(Röportajın üçüncü bölümü yarın sizlerle)

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU