Yurtsuzluğun ve mülteciliğin hayaletleri: Abdullah Ataşçı'nın Samirra öyküsü

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Theodoros Angelopoulos,"Kaç sesi tanımalı insan, kalbindeki sesi bulmak için, kaç sınır geçmesi gerek, evine ulaşması için?" diyordu.

Dünyanın nerede başlayıp nerede bittiğine dair birçok coğrafi terim dizilebilir.

Velhasıl, enlem ve boylamlara; paralellere ve meridyenlere dayanarak sayılar ve noktalar yardımıyla bir koordinat belirlenebilir.

Ama insan bunun neresinde, nasıl yaşar? Bir ev nereye kurulur?

Bir eve sahip olması için insanın sadece çalışması mı, yoksa bir evi ev yapabilmesi adına içine insanlar yerleştirmesi mi gerek?

Ahşaptan, kerpiçten, betondan, briketten, tuğladan, taştan dört duvarın hasretini mi çeker insan?

Kimse başka evlerin, başka ağaçların, başka toprağın büyüsünü keşfetmek için evinden ayrılmaz, insanların kendi sınırlarını aşıp başka sınırlara gelmesi sadece sesini duyurmaya yöneliktir.

Hiç kimse aşağılanacağını bile bile ait olduğu evi, toprağı terk etmez.

Sesini duyurmak ister, insanca yaşamadığını, insanca yaşamamanın ne olduğunu gittiği yerlerde bağırarak değil, yaşadığı, itildiği, hırpalandığı yaşamla göstermek ister.

Sadece ve sadece birileri görsün, yaşamı onlara çok görmesin ister.


Yine Angeleopoulos, "Sınırı geçtik ama hâlâ buradayız, evimize varmak için daha kaç sınır geçeceğiz" diyordu.

İnsan evinden ayrıldığında, mutlaktır ki peşinden evinin lanetini götürür. Hiçbir ev onun evinin yerini tutmaz, hiçbir uyku onun öz vatanındaki evinin uykusunun yerini alamaz.

Evin hayaleti hep onunladır. Ülkesinden uzaklara giden hiçbir zaman ilerleyemez hep aynı yerdedir.

Yurtsuzluğun, vatansızlığın duygusunu, özlemini bir bekleyişin içindeki kemirici ıstırapla günden güne öldürür kendini.

Bu ölüm yetmediği gibi başkaları da onların hayatını mahveder, ucuz çalıştırılır, delici bakışlara maruz bırakılır; bütün bunlarla sessiz sedasız bir şekilde öteki olduğunu kabullenir böylece.


B.Traven, Ölüm Gemisi romanında çalıştığı geminin hareket saatini unutup gemiyi kaçırdığında, pasaportunu ve işçi belgesini de gemiyle birlikte yitiren gemici Kurt'un yabancı bir ülkedeki çaresizliğini anlatıyordu.

Traven, bürokrasi, mültecilik ve işçi sorunlarını Batı'nın ulusal kimlik dayatmaları arasında kalmış, vatansız olma deneyimini yaşayan, sağa sola itilen, pasaport ve işçi belgesi yanında olmadığı için insan oluşunu, bir millete ait oluşunu ve varlığını kanıtlamaya çalışan ve sesini gittiği her yerde duyurmaya çalışan gemici Kurt'un bir mülteciye dönüşümüyle irdeler.

Kurt için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır, duygusu hakimdir romanda.


Traven, dünyanın ve ulusların "pasaport" temelindeki sorunlarına eğilirken, eski ile yeni arasındaki çatışmaya "pasaport" ile özgürlüğü koyar.

Pasaport özgürlüğün temsili olur; pasaportun varsa insansın, vatandaşsın, gidebilir gelebilirsin, yaşayabilir, nefes alabilir, korkmadan yaşamını sürdürebilirsin, ama pasaportun yoksa insan yerine bile koyulmazsın.

Ölüm Gemisi karakteri gemici Kurt'un yaşadıkları tam olarak şu an yaşadığımız dünyadaki mültecilerin sesini temsil eder.

Kurt, "Neresi mi benim yurdum? Olduğum yer. Kimsenin gelip de beni rahatsız etmediği yer; kimsin, nereden geliyorsun, nereye gideceksin diye sormadıkları yere yurdum diyorum artık. İçimde taşıyorum yurdumu"  1 diye yakınıyordu.

Gemici Kurt'un içinde taşıdığı yurt tam olarak neresiyse mültecilerin içinde taşıdığı yurt da orası artık. 
 

abdullahataşçı.jpg
Abdullah Ataşç

 

Samirra öyküsü

Abdullah Ataşçı'nın Susmak Derdi öykü kitabındaki Samirra öyküsü, savaştan kaçıp Türkiye'ye göç eden birçok ailenin ve çocuğun dramını gözetler.

Bu gözetme, yazarın sahip olduğu politik döngüde, otorite duygusuna karşı bir çıkıştır.

Sadece devlet aygıtlarına değil, Tanrı motifi de yazarın bu döngüdeki karşı çıkışına motivasyondur.

Daha öykünün en başından karakterin "Tanrı, şımarık bir çocuktan başka bir şey değildir," 2 cümlesiyle karakterin bekleyişteki atıflarına rastlanır.

Anlatıcının inanışlar arası göndermeleri, aile bireylerini inanışın bekçiliğine yönelik setlerini hatırlatırken, Tanrı'yla olan hesabını dillendirmeyi sürdürür.

Vatana duyulan özlem, arayış, korku ve ötekileştirme gelgitlerinde Tanrı'nın insana bakışını oyuncakla tanımlar.

Öykü boyunca iç ses Tanrı'ya kurulu, Suriyeli Samirra'nın susmaya mahkûm edildiği yeni dünyada konuşabildiği tek şey iç sesi olarak düşer cümlelere.

Susmak ve susturulmak mecburiyeti arasına sıkıştırılmış bireylerde masumiyetin temsili iç sesle böylece anlatır.

Konuşmak ile konuşamamak kararsızlığının sebepleri, gelmek zorunda bırakıldıkları coğrafyanın hâkim gözleriyle yine sessizlikle anlatılır.

Dışa uzanan içe bükülerek konuşur:

Halep'teyken de böyle yürür, küçük parkın içinden şarkı söyleyerek geçer, kardeşinin okuluna gelince durur, orada toplanan velilerle veya öğrencilerle gülerek konuşurdu. Zaman kendince yolunda sapmadan akar ve böyle olunca da Tanrı asla aklına gelmezdi. Oysa burada attığı her adımda, göz göze geldiği her insanın ona hissettirdiklerinde bunun Tanrı'nın işi olduğunu düşünmekten kendini alamıyor. 3


Sömürgecinin hayaleti, egemenin mağdura perçinlenen bakışıyla arka perdede hortlamaya her daim hazırdır.

Sömürgeciler sadece başkalarının sınırlarını, kentlerini, nehirlerini, dağlarını sahiplenmezler; sömürgeciler üstün olduklarını gösterirler.

İşte bu hortlayan sakin kılıklı duruş, perdenin gerisinde dünyaya iyilik dağıtan görünümüyle kötülüğe teşne amaçlarını propagandayla, gösterilerle, televizyon konuşmalarıyla kapatır.

Nabokov, "Duygusal politikacılar Anneler Günü'nü unutmazken, hasımlarını acımasızca ortadan kaldırabilir" diyordu.

Politikanın gösterisi, çıkarcı söz pratiği eylemdeki uyuşmazlığıyla birebir kırılarak düşer.

Kitlesini ayakta tutacak her tür hamlede, acımazlığını gösteri kültürüyle tabanını bir arada tutmanın yöntemine erişir.

Hükümetlerin, devletlerin politikaları insani görünümlü hamleleri, kirli bir karanlık odakta kendilerini var etme uğraşındadır.

Savaşların birer dağıtımcısı, tedarikçisi ve bölüştürücüsü olma yolundaki mahirliklerini hayatların dağılmasından alırlar.

Samirra'nın iç sesi geçmişe yalpalayarak konuşur. Bu konuşkan iç ses, bireysel fotoğrafla yine gerideki savaş atılımını sabit bir yerde bekletir.
 


Konuşan insan halleri, insan hikâyeleri o kaçınılmaz değişimi karşılaştırır:

Kuşcağız-Ulus otobüsü, durağa yanaşıp duruyor. Bir kadınla çocuk iniyor. Onları tanıyor Samirra, komşuları Fatıma ile oğlu Bilal. İçini derin bir acıma duygusu kaplıyor. Solgun yüzünde, bütün mücadelelerden yenilgiyle çıktığını gösteren bir ifade var kadının. Çocuğunun yüzündeki ifadeyse onunkinden katbekat daha derin…

'İşte' diyor iç sesi, 'Bilal'ın babası da bir zamanlar oyuncak olduğunu bilmiyordu. Buraya gelmeden önce Halep'te sözü dinlenilen, parası olan, karşısında insanların el pençe divan durdukları saygıdeğer biriydi. Öyle ki insan değil de tanrı gibi görüyordu kendini. Sonra ne oldu Samirra, Tanrı, kimsenin kendisiyle aşık atamayacağını gösterdi ona ve eli silahlı oyuncaklarına, bütün mallarına el koymalarını söyledi. Yetti mi bu Tanrı'ya, hayır yetmedi Samirra, onu ülkesiz de bıraktı ve tuttu buraya attı.' 4


Ataşçı, "kimlik" odaklı bakışı derinleştirir, karakterlere yönelik değersizleştirme ve ötekileştirmeyi medya araçları üzerine de yöneltir.

Tanrı ve devlet hayaleti iç içe ve yan yanadır artık. Sezdirilen, gösterilen Tanrı, aynı zamanda devletin bir sureti olarak belirir.

Ve toptan yöneltilen bakışların, toplumu topyekün saran, toplumun aynı algısallıkla ilerlediğini açıkça gösterir.

Dinsel ortaklığın planı söylemde varken üstün ırk vurgusu olmamasına rağmen örtüklükle karşılar.

Dinsel kimlik gösterilmez, örtülür tamamen, "Suriyeli" vurgusuyla tek bir kimliğe, tek bir çağrışıma, tek bir yola sevk edilir her şey:

İlk bültenlerde yangınla ilgili görüntüler eşliğinde ölenlerin kimliklerinin belirlenmediği söylendi. Akşama doğru hepsine ortak bir kimlik verildi. Beş Suriyeli. İsimleri olmadığı gibi kendilerine ait bir rakam bile değillerdi. O gün Samirra, 37 ekran televizyonda hangi kanalı açtıysa hepsinde 'Beş Suriyeli yanarak öldü' deniyordu. 5


Korkunun eşiği, yaşanmış bir olay ve bir kadının Samirra'ya sokulup kardeşi İbrahim'in torununu dövdüğünü, bir daha dövmesi halinde büyük torununa İbrahim'i dövdüreceğini, kollarını kırdıracağını söylemesiyle korku büyür.

Korku büyüdükçe, susmak derinleşir. Suriyeli bir çocuğun başının taşla ezilip öldürülmesi olayı, kadının İbrahim için söyledikleriyle Samirra'da korkunç bir hal yaratır.

Bu panik durumu, ansızın gelişen bir saflık duygusuyla ortadan kalkar. İbrahim ve bir çocuk el ele tutuşarak kadınla Samirra'nın yanına gelir.

Çocuk, ninesine, "işte sana söylediğim arkadaşım İbrahim bu" dediğinde kadın afallar, ne diyeceğini bilemez.

Buradaki bir şey diyemem hali, egemenin ve üstün ırk düşüncesinin kırılganlığıyla açık olur.

Samirra'nın okul bahçesinde kardeşiyle ayrılır. İç sesi yine konuşmaya başlar.

Ses, örtük bir ulus, yine örtük bir şekilde başka bir ulusun konumlanışıyla çerçeveye düşer:

Şımarık ve öfkeli bir çocuğu ancak başka bir çocuk yola getirebilir. 
 


Abdullah Ataşçı, Susmak Derdi kitabında sadece mültecilerin değil, seslerini duyuramayan, travmadan geçenlerin, ötekileştirilenlerin, ezilenlerin aidiyet ve kimlik sorunlarına eğilirken, durduğu yeri otoriteye karşı bir yere koyarak yapar bunu.

Öyle ki, Samirra'nın iç sesinin "Kaçtığımız yer cehennemdiyse burası ne oluyor o zaman?" sorusu, bu ülkede yaşayan insanların hallerini de bize gösterir. 

 

 

1. B.Traven, Ölüm Gemisi, syf. 203
2. Abdullah Ataşçı, Susmak Derdi, syf. 131
3. Abdullah Ataşçı, Susmak Derdi, syf. 131-132
4. Abdullah Ataşçı, Susmak Derdi, syf. 132
5. Abdullah Ataşçı, Susmak Derdi, syf. 133

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU