Köyümüzün gün batımına düşen tarafında geniş bir alan vardı. Küçük bir ova da denebilir.
Üç dört farklı toprak çeşidi bulunuyordu. Malum son zamanlara kadar köy evlerinin duvarları taştan ve sıvası, damı da topraktan olurdu.
Bizim köyde insanlar evlerinin sıvasında, duvarların harcında ve damında kullanacakları toprağı oradan getirirlerdi.
O küçük ovadaki hangi çeşit toprağın evin hangi bölmesinde kullanılacağını iyi biliyorlardı. Duvarın taşlarını birbirine tutturmak için harç olarak kullanılan balçığın üretildiği toprağı sıvada kullanmazlardı mesela.
İlk yağmurda dökülürdü. Ya da sıva için kullanılan toprak da damda kullanılmazdı. Çünkü güneşin etkisiyle kurur ve kum gibi çözülürdü, dolayısıyla yağmur suları herhangi bir engelle karşılaşmadan evin içine damlardı.
O toprakların çıkarıldığı birkaç ocak vardı. Her birinin toprağı diğerlerinden farklı olurdu ve insanlar hangi çeşit toprağın binanın neresinde kullanılacağını yüz yılların tecrübesiyle öğrenmişlerdi.
Tabiat eşyanın nerede ve nasıl kullanılacağını kendine özgü dili ile insanlara ilham ediyor. Tabiatın dili tecrübedir.
Dinin dili ise semboliktir. Çok kısa ifadelerle bir dünya dolusu anlam sunulur. Mesela Kur'an-ı Kerim'de Adem'in (a.s), meleklerin ve iblisin yer aldığı sahne tabiatın tecrübe diliyle bize anlattıklarının sembolik, konsantre bir özetidir.
Binlerce yıldır süren insan hayatı, bütün yönleriyle birkaç ayette efradını cami, ağyarını mani bir şekilde anlatılmış.
Yüzlerce yıldır kütüphaneler dolusu kitaplar kaleme alınıyor, felsefe yapılıyor, şiirler yazılıyor, yine de künhüne varılamıyor.
Çünkü hala insanın yeryüzündeki serüveni devam ediyor, hala bu birkaç ayetlik sahneye ilişkin yeni örnekler, yeni anlamlar, yeni açılımlar belirginleşiyor, her gün yeni bir veçhesi ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla bu birkaç ayetlik sahneyi açıklayacak daha çok kitap yazılacak, daha çok felsefe yapılacak, daha çok edebiyat üretilecek.
Çünkü daha yaşanan ve yaşanacak olan çok hayatlar var ve tabiat tecrübe diliyle bize daha çok ilhamlar sunacak.
Bir hadiste "Bana indirilen ilmin örneği gökten inen sudur. Kimi toprak bu suyu alır, yeşil otlara, ağaçlara dönüştürür. Kimi toprak suyu içinde tutar, insanlar ve diğer canlılar ondan içerler. Kimi toprağın da üstünden akar geçer" buyuruluyor.
Kur'an'ın sembolize ettiği hakikatin tabiatta tecessüm ettiğini vurguluyor.
Hadis, Kur'an'da sembolik bir sahnede işaret edilen rollerin sergileneceği mekan olarak yeryüzündeki hayatın her oyuncunun rolünü rahatlıkla oynayabileceği şekilde dizayn edildiğini yine sembolik bir dille anlatıyor.
Yani Adem'in, meleklerin ve iblisin rolünün insanlarda tecessüm ettiğini dile getiriyor.
Tabiatın doğru isimlendirme, eşyanın varoluş amacına uygun olarak değer üretme açısından olduğu kadar ifsat edici isimlendirme açısından da ilham verici olduğunu anlıyoruz bu arada.
Tabiata kötülüğü ve iyiliği ilham etme özelliği verilmiş yani.
Bu sahneye bitmez bir derinlik ve sınırsız bir evrensellik katan şey, Adem'e "isimlerin öğretilmesi", yani tabiata hangi eşyanın nerede nasıl kullanılacağının gösterilmesi, iblisin de "her geçidin başını tutarak" Adem'e öğretilen bu isimlerin müsemmalarıyla buluşmasını, amacına ulaşmasını engellemesidir.
Çünkü dünya kurulduğundan beri yaşanan her hayat ya tümüyle ya da bazı yönleriyle bu şıklardan birinin tezahürüdür.
Gördüğümüz hayat ya yapıcı Adem çizgisini ya da yıkıcı İblis çizgisini temsil ediyor.
Peygamberimizin hadisi de Adem'in misyonu olan isim koyma, diğer bir ifadeyle değer üretme açısından isim ve müsemma arasındaki varoluşsal uyumun ne denli önemli olduğunu vurguladığı gibi iblisin misyonu, yani değersizleştirme açısından da karşı bir isim koymanın da söz konusu olduğunu vurguluyor.
Nuh kavminin ağaçtan, taştan yonttukları düzmece tanrılara uyduruk isimler taktıklarına ilişkin Kur'an ifadesi İblisin değresizleştirici misyonunun insandaki tezahürüne yönelik bir işarettir mesela.
Bizim köylülerin hangi toprağın binanın hangi bölümünde işe yarayacağını tabiatın tecrübe dilinden öğrenmeleri gibi insanlar günlük hayatın birçok alanında tabiatın dilini anlama hususunda sergiledikleri bu feraseti, her şeyi var oluş amacına göre kullanma becerisini ne yazık ki yönetim katmanında kullanamıyorlar. Yönetim katmanına malum üstyapı diyorlar.
Siz buna bir memleketin çatısı da diyebilirsiniz. İşte temelini atarken, duvarını yükseltirken sergilenen feraset, her şeyi yerli yerinde kullanma becerisi iş çatı çatmaya gelince gösterilmediği için memleketlerin çoğu damında yanlış toprak kullanılan evlerin damla istilasına tutulması gibi musibetlerden hali olmuyor.
Diyebiliriz ki altyapıya özgü davranışlarda tabiatın dilini ve göklerin mesajını doğru anlayan ve uygulayan, dolayısıyla Adem karakterli bir yapıcılık sergileyen insanlar, üstyapıda İblis karakterli bir ifsat çizgisini ısrarla sürdürüyorlar.
Mesela bir parçası olduğumuz Ortadoğu, bir medeniyet binasının temelinden tutun çatısına kadar işlevsel olacak kabiliyette karakter, kültür, tarih ve sosyal tecrübe çeşitliliğine sahiptir.
Buna rağmen bizim köyde bazı tecrübe yoksunu acemilerin sıvada kullanacakları balçığı damda kullanması neticesinde evlerinin içinde yağmur istilasına uğramaları gibi üst yapı yani yönetim çarpıklığı, derme çatmalığı yüzünden insanlar yurtlarında barınamıyorlar.
Haritayı önünüze alırsanız, birbirine paralel üç sosyolojik, kültürel, tarihsel katmanın gayet belirgin olduğunu görebilirsiniz Ortadoğu'da.
Dipte Afrika'nın atlas okyanusu kıyılarından Arap denizine kadar merkezinde Mısır'ın yer aldığı çeşitli kültürel, tarihsel, siyasal farklılıkları barındıran ama büyük oranda Müslüman, Sünni, Arap kimlikleriyle temayüz eden bir havza uzanıyor.
Onun hemen üstünde merkezinde İran'ın yer aldığı dilsel, kültürel, tarihsel ve siyasal çeşitlilikle birlikte Müslümanlık, ortak coğrafya ve yakın diller etrafında birleşen Kürdistan'dan Tacikistan'a, Afganistan'a kadar uzanan Aryan havzası görülüyor.
Onun da üstünde Anadolu'dan Orta Asya'ya uzanan tarihsel, kültürel, mezhebi farklılıklar barındırsa da dil ve etnisite etrafında buluşan ve merkezinde Türkiye'nin bulunduğu bir Türki-Turani havza uzanıyor.
Mısır, İran ve Türkiye şimdiki siyasal sistemleri, söylemleri ve eylemleri ile değil, tabiatın diliyle uyumlu, tarihsel, kültürel tecrübeleriyle merkezi rol oynuyorlar.
Ve bu rol yine tamamen altyapı açısından geçerlidir.
Acemi köylülerimizin çatıda yanlış toprağı kullanmaları gibi bu beşeri çeşitlilikten, bereketli kültür ve tarih tecrübesinde bir üst yapı üretmeyi başaramadıkları için ithal çatı sistemleri ile günü kurtarıyorlar.
Ama işte gördüğünüz gibi altyapı bu ağır ithal çatıyı taşıyamadığı için her gün bir enkaz haberini alıyoruz.
Bu üç kültürel ana damarın Müslümanlık binasının neresinde yer alacağı Adem'in ıslah edici, değer üretici çizgisi ile İblis'in ifsat edici, değersizleştirici çizgisinin birbirinden kalın çizgilerle ayırt edilmesine ve tabiatın tecrübe dilinin doğru anlaşılmasına bağlıdır.
Diğer bir ifadeyle gökten gelen ilim ile tabiatın ilham ettiği tecrübenin buluşmasına bağlıdır.
Aksi taktirde yerel çapsızlıkların yağmurundan kaçarken bugünkü gibi batıdan gelen kasırgalara tutulmaktan kurtulamayız.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish