Şu ana kadar ve bin yıldan fazla İslam alimleri bu konu hususunda tartışıp durmaktalar!
Ayrıca konu, Müslümanlar arasında hayli kanlı çarpışmalara vesile olmuştur! Bu hususta milyonlarca insan can vermiştir!
Fakat şu ana kadar hiç kimse bunu nötr bir şekilde ele alıp incelememiştir!
Ve yine Sünni ve Şii dünyası tarafsız bir şekilde konu üzerinden birbirlerinin bakışını iptal edememiştir!
Sonuç itibarıyla diyebiliriz ki, ne Şiiler, İmam Ali'den önceki halifelerin hilafetini iptal edebilmiş ve ne de Sünniler İmam Ali ve on bir evladının imametini iptal edebilmişlerdir.
Bu hususla ilgili yazılan eserler tüm İslam alemine yayılmasına rağmen, her iki kesimce de bu konuda kesin dinî bir itikat vücuda gelmemiştir!
Oysaki ilerleyen vakitlerde göreceğiz ki, bu konunun (hilafetin/imametin) hiçbir itikadi esası mevcut değildir ve yine Sünni ve Şiilerin bu konudaki tüm ısrarları hayalden öteye gidememiştir!
Konunun kökenine indiğimiz taktirde hem kendimize hem de geçmişimize gülmüş olacağız ve bu hayallerin nasıl da bir inanca dönüştüğüne hayret edeceğiz! Yine bu konu için İslam tarihinde yüzlerce kez savaştıklarını, yüz binlerce ölü verdiklerini ve buna rağmen Müslümanların hala dahi bu savaşı bırakmak için herhangi bir girişimde bulunmadıklarını görünce şaşırıp kalacağız.
Üzülerek belirtmeliyim ki, çağımızda da görüldüğü üzere bu ölüp öldürme işi Müslümanlar içerisinde her geçen yıl dahada artmış ve mezhepçilikteki bu şiddet bizi bu günlere taşımış ve adeta bir kimlik savaşına dönüşmüştür!
Biz burada, özellikle de bu konunun esası üzerinde duracağız.
Şiilerin dediği gibi "imamet" konusu acaba dinimizde var mıdır?
Şayet vardırsa, peki neden Kur'an'ı Kerim ona değinmemiştir?
Yani Şiilerin iddia ettikleri gibi "imamet", şayet dinin esaslarından (Usul-ü Din'den) biri olsaydı, peki neden bu konu Kur'an'da gündem edilmemiştir?
Ya da neden apaçık bir şekilde her iki kesimce sahih ve mütevatir kabul edilen hadislerde dillendirilmemiştir?
Şayet imamet konusu itikat esaslarından biriyse, o taktirde Uhud ve Bedir'de şehit olanların, Hamza, Cafer-i Tayyar, Yaser, Sümeyye ve diğer şehitlerin durumları nasıl olacaktır?
Çünkü bunlar Ehl-i Beyt'in imametine kesin olarak iman etmeden şehit olmuşlardır!
Acaba onlar cehenneme mi gideceklerdir? Ve yine acaba onların dinleri eksik mi kalmıştır?
Çünkü bunlar kesin olarak "imametin" ne olduğunu bilmeden dünyadan ayrılıp gitmişlerdir!
Şayet "imamet" Usul-ü Din 'den olsa dahi, acaba onun için kıtal (ölüp öldürme) caiz midir?
İmameti kabul etmeyip Şehadeteyni söyleyen Müslümanlara düşmanlık gütmek doğru olur mu?
Ve yine onları kabul etmeyenlere kin gütmek meşru kabul edilir mi?
Gerçek şu ki ben ve benim gibi düşünenler, çoğunluktan yanayız!
Yani her kesin bir mezhep seçmesinin hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte, savaş ve düşmanlık gibi tehlikeli varsayımları da doğru kabul etmiyoruz!
Biz insanları medenileşmeye davet ediyoruz! Daha açıkçası biz, kimin neye inandığıyla uğraşmıyoruz!
Neden bu düşmanlıklar olsun ki?
Sürekli kendimize; "Senin bir mezhebe inanma hakkın oluyor da ötekinin neden olmasın?" düşüncesini telkin etmeliyiz!
Şayet "imamet" (hilafet unvanı altındaki imamet) var ise, peki o taktirde bu, niçin 12 imam/halife ile sınırlandırılmıştır?
Yani ilk hilafetin İmam Ali'de olduğunu farz etsek, ondan sonra da oğlu Hasan, ondan sonra da oğlu Hüseyin ve ondan sonra da Şiilerin dedikleri 9 tane Hüseyin'in oğulları hilafeti üstlenseydi ve bu imamet Hz. Mehdi'ye kadar devam etseydi, o da 70 ya da 80 yıl yaşadıktan sonra ömrü tamam olup gitseydi, peki sonrası ne olacaktı?
Diğer bir ifadeyle; şayet imamet ilahi tayin ile olsaydı ve 12 kişi hilafet görevini ifa edip gitseydi, sonrasında ne olacaktı?
O 12 kişi görevini bitirdikten sonra yeniden ümmete mi yoksa kitaba mı dönülecekti?
Şayet denilse ki ümmete dönülecek ve hak ümmetin olacaktı, o taktirde peki baştan itibaren bu konu niçin ümmetin tercihine bırakılmamıştır?
Yok şayet bu hak Allah'a ait bir konudur dersek, o taktirde peki imamın 12 ile sınırlandırılmasının gerekçesi nedir?
Şayet 1 milyon sene sonra kıyamet kopacaksa, öyle bir durumda bu insanların hali ne olacaktır?
Ayrıca "siyasi yönetim" konusu, "mahiyet ve esas" itibarıyla "din" meselesinden farklı bir konudur.
Çünkü siyaset, "dünyevi hükümettir!" Yani hükümet meselesi dünyevi bir meseledir.
Hükümetin asıl meselesi güvenlik, düşman tehlikesini uzaklaştırmak, toplumsal refahı oluşturmak, kamuya hizmet vs. gibi şeylerdir.
Bana göre bu saydıklarım şeyler dinin meselesi değillerdir!
Din "ahlaktır!" İnsanın "insanlığını" güçlendirir! İnsanın Allah ile ilişkisini geliştirir.
Hasılı din ile siyasetin her birinin, kendine has bir işlem ve görevi vardır.
Şöyle bir soru akla gelebilir:
Acaba Allah'ın, insanların şahsi meselelerine müdahale hakkı var mıdır?
Örneğin bir adada bin kişilik bir topluluğun bulunduğunu farz edelim. O topluluğun kendi aralarında birini kendilerine reis/halife seçtiğini düşünün.
Peki burada Allah'ın onlara müdahale edip "sizin reisinizi ben seçeceğim" demesi düşünülebilir mi? Bunun için bir sebep var mıdır?
İşte bu konu, üzerinde derinlemesine düşünmeyi gerektirir. Yine bu konunun dip derinlikleri hususunda incelemeler yapmamız icap eder!
Acaba burada gerçekten Allah'ın o reisi ataması doğru olur mu?
Şayet Allah'ın reisi tayin etme hakkı olursa, o taktirde "hak" nedir?
Allah'ın böyle bir hakka sahip olması doğru olur mu?
Yoksa öyle bir hakkı yok mudur?
Örneğin Allah bize evlenmemiz için özgürlük iradesi vermiştir!
Allah burada bizlere müdahale edip "illa falan ile evleneceksin" der mi?
Veya "illa patlıcan alacaksın ama portakal almayacaksın" diretmesinde bulunur mu?
Aslında bu tür durumlar Allah'ın salahiyeti dahilinde değildir! Allah bizleri sınava tabi tutmak için özgür olarak yaratmış ve yalnızca genel hatları çizmiştir!
Örneğin, hâkimin "adil" olması gerektiğini söylemiştir! Fakat o hâkim kim olacaktır, hükümet şekli nedir, krallık mıdır, cumhuriyet midir, monarşi midir vs., bunlar Allah'ın işi değildir.
Yani şeriat, insanların tüm işlerini tersim etme gibi bir vazifeyi üstlenmiş değildir!
Çünkü, öyle yaptığı taktirde bunun anlamı; insanın aklını camitleştirmek/dondurmak olur!
Böyle zannedildiğinden dolayıdır ki, diğer milletlere nispeten Müslümanların ne kadar da geri kaldıklarını görüyoruz! Çünkü Müslümanlar her şeylerini şeriattan alıyorlar!
Rivayetlere gidiyorlar, tıbbı Nebi, tıbbı Sadık, tıbbı Rıza, tıbbı Ali vs. gibi şeyler, insanın aklını dondurur ve işlevsiz hale getirir.
Bunlarla birlikte insanın özgürlüğünü de dondurur. Yani insanın özgürlüğü eksik olur.
İnsan aynen bir çocuk gibi sürekli babasına danışsa ve ondan aldığı talimat üzere hareket etse, babası da ona sürekli bir şekilde "şöyle giy, böyle ye, şöyle yürü, böyle otur ve şöyle kalk" derse, insan sonsuza dek çocuk olarak kalır ve asla büyüyemez!
Kısacası, her şeyde şeriata rücu etmek çocuk olarak kalmaktır. Fakat özellikle de şu içerisinde bulunduğumuz asırda insan aklıyla, insanlığıyla ve özgürlüğüyle yüce derecelere ulaşmalıdır.
Böyle olur ise, artık Allah'ın onun yaşamının tüm alanlarına müdahalesi söz konusu olamaz.
Buna "Nakzü'l-Karaz/Amacı ihlal etmek" derler. Yani senin oğlun, yaşı büyük olsa dahi sürekli sana boyun eğse ve sen de sürekli onun üzerinde dursan, sonunda o çocuk sorumluluk hissi taşımayacaktır.
Birtakım işleri yapsa dahi, onun tecrübe elde etmeye ihtiyacı vardır. örneğin özgürlük nasıl elde edilir onu öğrenmesi gerekir. Sorumluluk nasıl kazanılır onu bilmesi icap eder.
Bir baba olarak sen, sürekli onun başı üzerinde durur ve ona durmadan emir ve nehiyde bulunur isen, o taktirde o, herhangi bir sorumluluk hissi taşımayacaktır!
Çünkü ona baştan sona kadar sorumluluk hissettirecek olan sensin! Yani şeriat, başından sonuna kadar insana sorumluluk yükler, fakat sorumluluk hissi insanın kendine aittir!
Sürekli olarak "neden Müslümanlar böyle geri kalmışlardır?" denildiğine, şunu söylemek gerek:
Bundan sorumlu olan Müslümanlar değil, şeriattır.
Yani şeriat, Müslümanları yemek, içmek, hamam, uyku, evlilik vs. gibi şeylerde "helal ve haram" gibi hükümler ile sınırlamıştır. Sürekli olarak "Şu helaldir, bu haramdır" deyip durmuştur.
Elbette ki böyle bir insanın gerçekte el ve ayakları zincirlenmiştir! Böyle birisi insanlığını kaybetmiştir! Böyle biri artık sorumluluk hissetmemeye başlamaktadır.
Böyle bir insan her şeyde, "Allah bana şöyle dedi, Allah bana böyle dedi, ben de onun dedikleri üzere gidiyorum" diye düşünmeye başlar.
Hatta IŞİD gibi teröristler bile insanların kafasını keserken, "Allah böyle emretmiştir ve bizim cihat edip insanları öldürmemizi o emretmiştir" diyerek işe başlamışlardır!
Dolayısıyla böyle bir düşünce insanı, özgürlüğünden çıkarıp bozuyor! Böylece insanoğlu ne özgürlüğünü aklına getirebiliyor ve ne de sorumluluğunu hatırlıyor.
Şimdi konunun aslının ne olduğuna bakalım!
Sünniler şunu derler:
Peygamber efendimiz kendi yerine herhangi birini halife tayin etmeden vefat etmiştir.! Bu işi Müslümanlara bırakmıştır! Müslümanlar da Ebu Bekir'i seçmiştir. Yani hilafet konusu 'şura' ile halledilmiştir!
Şiiler de şunu derler:
Peygamber efendimiz vefat etmeden önce İmam Ali'yi kendi yerine halife olarak tayin etmiştir ve Müslümanların önderliğine onu atamıştır.
Bizim görüşümüz ise şu esas üzeredir:
Dünyevî imam ile dinî imam arasında fark vardır. Ehl- Beyt'in faziletleri hususunda, Sünnilerin de inkâr etmedikleri hayli hadisler vardır. İmam Ali'nin faziletleri hakkında 'Sakaleyn', 'Gadir Hum', 'Hayber/re'yet', 'menzile', 'ilim kapısı' vs. hadisleri her iki kesimin de değer verdikleri kaynaklarda mevcuttur.
Şiiler sürekli olarak isimlerini verdiğim bu rivayetlere dayanır ve bunları delil olarak getirirler ve yine işareti açık olmayan bazı ayetleri de delil olarak ortaya atarlar. Getirdikleri delil; İmam Ali'nin Resulullah'tan sonra halife olduğu hususuyla ilgilidir.
Fakat biz, Şiilerin bu iddialarının bir hayal olduğunu kanıtlayacağız. Ne bir ayet ve ne de bir hadis sarih bir şekilde İmam Ali'nin, Allah tarafından peygamberden sonra halife olarak atandığına dair herhangi bir beyanatta bulunmamıştır! Bunu iddia etmek bir hayalden öteye bir şey değildir.
Şii din adamlarının kürsülerden insanlara "Halifeler, İmam Ali'nin hilafetini gasp ettiler vs.! diye sürekli bu sözleri telkin edip durduklarını görüyorsunuzdur.
Bu konuyu sürekli bu şekilde telkin etmek, Şii birinin, konunun aslı ve kökeni hakkında derinlemesine düşünmesine mâni olmaktadır. Çünkü sürekli bunu telkin ederlerken, o rivayetin doğru bir şekilde "hilafet" konusuna işaret edip etmediğini ve yine onun Ehl-i Beyt imamlarının hilafetine mi faziletine mi delil olduğunu hiç düşünmezler.
Şiilerin Ehl-i Beyt ile ilgili naklettikleri rivayetlerin tümü, onların "faziletlerine" (!) işaret ediyordur. Yani örneğin peygamberin Hayber kalesini fetih gününde söylediği, "Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki Allah ve Resulü onu seviyor, o da Allah ve Resulünü seviyor ve…" hadisi, Allah ve resulü 'nün İmam Ali'yi sevdiğinden söz ediyor.
Peki bunun "hilafet" ile ne ilgisi vardır?
Ammar'ın babası Yaser ile annesi Sümeyye de öyleydiler. Yani bunlar da Allah ve Resulü'nü çok seviyorlardı, Allah ve Resulü de onları çok seviyordu. Sevgiler karşılıklıdır.
Hâl böyle iken, bunun "hilafet" ile ne gibi bir ilgisi olabilir?
Ya da peygamberin, "Ya Ali! Senin bana nispetin Harun'un Musa'ya olan nispeti gibidir!" diye söylediği hadiste, evet İmam Ali de peygamberin hayatındayken onun veziriydi.
Nitekim Harun da Musa'nın veziriydi. Harun'un vezir olması, Musa'dan sonra da vezir olmasını icap ettirmez. Dikkat edilirse halifelerin vezirleri, onların halifesi olmamışlardır.
Ancak çocukları ya da kardeşleri kendilerinden sonra halife olmuşlardır. Yani vezir olan biri, yine o halifeden sonra gelen halife için vezir olabiliyor.
Vezirin, halifeden sonra "melik" olması görülmemiştir. Bu rivayetin aynısı, Sünni kaynaklarda da vardır! Kısacası vezirlik, "halife" olmaya işaret değildir!
İkincisi; Harun, Musa'dan önce ölmüştür. Şayet Musa ölseydi ve Harun kalsaydı, onu (Harun'u) ötekinin (Musa'nın) yerine koymak mümkündü. Fakat sorun şuradaki, Harun Musa'dan önce vefat etmiştir.
Kısacası bu rivayetler, "fazilet" ile ilgili rivayetlerdir. İmam Ali'nin faziletleriyle ilgili rivayetlerin aynısı Ebu Bekir, Ömer ve Osman hakkında da Sünni kaynaklarda nakledilmiştir.
Fakat Şiiler bu rivayetlerin tümünün yalan olduklarını söyler. Yalan olduklarını farz etsek dahi, bunun böyle olduğunu ispat etmek çok zordur.
Fakat biz, bu hadis ve ayetlerdeki maksadın ne olduğunu elde etmeliyiz.
Örneğin:
"Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor!" (Ahzab:33) ayetini ele alalım!
Bu ayet, yalnızca İmam Ali'nin Allah tarafından temizlendiğini söylemiyor. Peygamberin eşlerini de söylüyor. Çünkü Ahzab suresindeki Ehl-i Beyt ile ilgili ayetlerin tümü peygamberin eşlerinden bahsediyor.
Fakat kimi Şii alimleri bu ayeti getirip İmam Ali, Hz. Fatıma, İmam Hasan ve İmam Hüseyin üzerinde sabitliyorlar! Buna tefsir literatüründe "Tefsir-i Teessüfi- Örtülü tefsir" derler. Yani ayet, apaçık bir şekilde medlulünü ortaya koymuyor.
Durum böyle olunca da insanın aklından şöyle bir soru geçiyor:
Allah'ım! Şayet sen İmam Ali'yi halife olarak atamak işitiyor isen, bunu örtülü bir şekilde değil de açıkça söylesen olmaz mı? Sen kullarından korkuyor musun? Takiye mi ediyorsun?
Peki, Allah takiye eder mi?
Takiye ettiğini bilsek anlarız.
Nitekim İmam Cafer Sadık da diyor ya:
Takiye benim ve dedelerimin dinidir!
Bundan dolayı Şiiler der ki, "bizim tümümüz takiyeden istifade ederiz!"
Peki, Allah da mı takiyeden istifade eder?
Yani Allah Ömer'den ve Halit b. Velid' den mi korkuyordu?
Şiiler bu ayeti de delil gösteriyorlar:
"Sizin veliniz Allah, resulü ve iman edip namaz kılan, zekat veren ve Allah'ın emirlerine boyun eğenlerdirler!" (Maide: 55)
Peki Allah'ım! Mademki Allah ve Resulünden sonra zikrettiğin müminlerden kastın yalnızca İmam Ali ise, o taktirde neden burada tekil kelimesini değil de çoğul kelimesini kullanıyorsun?
Yani; "o mümin, namazı kılıyor ve zekâtı veriyor ve o Allah'ın emirlerine boyun eğiyor!" desen olmaz mı?
Allah'ım! Sen neden insanların kafasını karıştırıyorsun? Halkı neden hayallere sokuyorsun, Sünni-Şii insanları birbirleriyle savaştırıyorsun?
Bu ayetteki şahsın kim olduğunu açıkça söylesen olmaz mı?
Şayet bunu yapan (rükû hallinde iken yüzüğünü çıkarıp fakire zekât olarak veren) tek kişi ise, o taktirde ondan bahsederken neden "zekâtı verenler", "rükû edenler" diyorsun da neden "zekâtı rükû halinde veren" demiyorsun?
Hatta gerekirse ismini dahi versen olmaz mı?
Allah'ım! Sen ilah olduğuna göre niçin kulundan korkuyorsun! Demek ki bu sorun ve savaşların sebebi sensin! Böylece de milyarlarca insanın cehenneme gitmesine sebep oluyorsun! (Çünkü kimi Şiilere göre Sünniler cehennemliktirler!)
Peki bunun suçlusu ve sebebi Allah'tan başkası mıdır? Çünkü şayet ayeti açıkça beyan etseydi, böyle olmazdı!
Oysaki Kur'an, "Biz kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı olarak indirdik!" (Nahl: 89) diye buyuruyor.
Buradan bakıldığında Kur'an'ın böylesine önemli bir meseleyi dahi açıklamadığını görüyoruz. Demek ki kaynaklarda büyük sorunlarımız vardır.
Bizler kaynakları araştırdıktan sonra şu sonuca vardık:
Bu ihtilafların asıl sebebi 'siyasidir!' Şii ve Sünni olarak ümmet içerisinde ortaya çıkan bu iki mezhep, peygamberin vefatından 150 ile 200 yıl sonra ortaya çıkmıştır. Yani bunlar, imam Cafer Sadık döneminde varlıklarını ortaya koymuşlardır.
Şii ve Sünni mezhepleri halifeler döneminde de yoktu! Basit siyasi çatlaklıklardan dolayı bunlar ortaya çıkmıştır. Yoksa İslam'ın ilk iki asrında Şii-Sünni mezhebinden bir haber yoktu.
Örneğin, herhangi bir siyasi parti içerisinde de birkaç kişi o partiye muhalefet edebilir. Yönetime karşı çıkabilir. Buna "mezhep" demezler ve bununla mezhep olmaz.
Fakat 1-2 asır sonra kelam alimleri gelmiş, ihtilafları temellendirmiş ve sayılarını artırmışlardır. Her bir oluşum kendine birtakım deliller bulmuş ve o oluşumu sevmeye başlamışlardır.
İşte buradan Eş'ari, Mutezile, Cebriye, Mufavvize, Mürcie, Selefiyye, ehl-i hadis vs. ortaya çıkmıştır. Bunlardan her biri de bir takım ayet ve rivayetler getirip, mezheplerinin doğruluğuna dair onlarla istidlalde bulunmuşlardır.
Hasılı Sünni ile Şii arasındaki hangi ihtilaf olursa olsun -özellikle de mezhep hususu- vahdetin hilafınadır! Şu zamanımıza kadarki ihtilafların kaynağı da budur.
Yani Sünniler derler ki, hak Ebu Bekir ve Ömer iledir! Şiiler de derler ki, "Hak Ali iledir!" ve halifeler onun hilafetini gasp etmişlerdir. Onların sapkınlık sebebi olduklarını, dolayısıyla da "lanet, hakaret ve küfrü hak ettiklerini" ileri sürerler. Bu da Sünni tarafın ikrah etmesine, düşmanlığı derinleştirmesine ve kinlerini artırmasına sebebiyet vermektedir.
Aslında hilafet meselesi, siyasi muhalefetten kaynaklanmış bir meseledir! Yani, "Kim daha çok hilafete layık ve ona ehildir?" meselesidir!
İmam Ali, kendini bu işe daha ehil ve daha layık olarak görüyordu. Çünkü cihat etmede, peygambere yakınlıkta, ilk iman etme ve diğer özelliklerinde, herkesten önde olduğunu biliyordu.
Fakat Nehcü'l- Belağa'nın başından sonuna kadar İmam Ali'nin bir kez olsun "Allah beni bu işe atamıştır" diye söylediğini bulamazsınız. Aynen öyle, onun, "Resulullah beni bu işe tayin etmiştir" söylediğini de göremezsiniz.
Elimizde İmam Ali'nin halifeler aleyhinde konuştuğu iddia edilen dair bir tek "Şıkşıkiye" hutbesi vardır. Orada da şöyle diyor:
Filan onu (hilafeti) bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilafete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; hilafet benim çevremde dönerdi. (Şıkşıkiye Hutbesi:3)
Yani, Müslümanlar ve halifeler biliyorlardı ki, ben bu işe daha evlayım/münasibim.
Fakat bu hutbede de Şii rical alimleri şayet bazı hakikatleri aynen ruhbanlar gibi gizlememiş olsalar, İmam Ali'nin hilafete atanmadığını beyan ettiğini göreceklerdir.
İmam Ali'nin hilafete Allah ve Resulü tarafından atanmadığı, Ayetullah Seyyid Kazim el- Hüseyni tarafından yazılmış olan "Velayetü'l-Emr Fi Asrı'l- Gaybe" kitabında da geçer.
Bu zat, İran'da bulunan Şii müçtehitlerden biridir. Söz konusu eserinde konuyla ilgili onlarca rivayet aktarıyor. Naklettiği bu rivayetlerin tümü de Şii kaynaklarında mevcuttur.
Yani bu rivayetler, Sünni kaynaklarından alınma değildir. Nehcü'l- Belağa kitabından nakledilmiştir. Ben, uzun olmasın diye onlardan bazılarını şimdi nakledeceğim.
Bu rivayetler, "hilafetin" halk tarafından tayin edilmesi gerektiğine işaret ediyor. Söz konusu rivayetlerde bizzat İmam Ali'nin kendisi şuna vurgu yapıyor:
Halife, Allah tarafından değil, insanlar tarafından tayin edilmelidir.
Nitekim önceden de dedik ki ne İmam Ali ne Hasan ve Hüseyin ve ne de dokuz diğer imamlardan hiç birisi, "Allah bizi hilafete atadı" diye bir rivayette bulunmamışlardır.
Bunun mukabilinde Ehl-i Beyt'in kendisinden nakledilen nasların birçoğunda, "hilafetin" ümmetin işi olduğu, Allah'ın işi olmadığı vurgusu yapılmaktadır.
O kaynaklardan bazıları şunlardır:
1- Nehcü'l- Belağa'nın 92'nci hutbesi
Şöyle ki:
Üçüncü halife Osman b. Affan'ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar gelip İmam Ali'ye biat etmek istediler. İmam Ali onların bu isteğini kabul etmedi.
Şayet Allah tarafından İmam Ali bu işe (hilafete) tayin edilmiş olsaydı, o biati reddetme hakkı elbette ki olmazdı.
Demek ki İmam Ali Allah tarafından bu işe atanmamıştır. Şayet atansaydı, onun buna dair muhalefet hakkı olmazdı.
Açıkçası Şiilerde hayli ilginç tenakuzlar vardır. Yani bu sözler Nehcü'l- Belağa'da geçmesine rağmen, hala dahi kalkıp İmam Ali'nin, halife Osman'ın öldürülmesinden sonra biat etmek için kendisine gelen halkın biatini reddettiğini söyleyebiliyorlar.
Oysaki diyebilirlerdi ki, ey Ali! Şayet Allah seni bu işe atamış olsaydı, sen bunu nasıl reddedebilirdin?
92'nci hutbeye gelince, İmam Ali'nin o hutbede şunu söylediğini görmekteyiz:
Beni bırakın da benden başkasını arayın! bulun; çünkü bir işe yönelmişiz ki türlü- türlü yönü var; çeşit- çeşit rengi var. Gönüller bu işte bir kararda duramaz; akıllar bu işi yüklenip dayanamaz. Tan yerini boydan boya kara bulut kaplamış; apaydın yol görünmez olmuş.
Bilin ki istediğinizi kabul edersem, daha iyi bildiğime uyar giderim ben; ne söyleyenin sözüne aldırış ederim ne ayıplayanın sözüne kulak asarım. Ama beni bırakırsanız, sizin biriniz gibi olurum da umarım ki işinize kimi getirir, kendinize kimi buyruk sahibi yaparsanız, buyruğu sizden daha fazla dinlerim, emrine sizden daha fazla uyarım. Benim size vezir olmam, sizin için emir olmamdan daha hayırlıdır.
Şiilerin perspektifinden bu hutbeye bakıldığında (haşa!) İmam Ali, Allah'tan daha iyi anlıyordur. Çünkü Şiilere göre Allah ona "sen emirsin/halifesin" diyor, İmam Ali de bu hutbesinde, Allah'ın o emrini -haşa- reddedercesine insanlara, "Hayır! Gidin başkasını kendinize 'emir' seçin, ben vezirim ve vezir emirden daha hayırlıdır" diyor!
Peki, ona demezler mi ki, "Ey Ali! Allah seni 'emir/halife' olarak atadığına göre, sen kalkıp da nasıl 'ben vezirim' diyebiliyorsun? Yani sen Allah'tan daha mı iyi biliyorsun?"
(Bu sözler Nehcü'l- Belağa'nın dışında Tarih-i Teberi c.6, s. 3076 ve İbn Esir'in yazdığı el-Kâmil isimli eser c.3, s. 193'te de geçer. Kısacası bu sözler isimlerini verdiğimiz o 3 kaynakta geçer!)
2- Tarih-i Teberi' de, İmam Ali'nin oğlu Muhammed b. Hanefiye'den nakledilen rivayette şöyle geçer:
Osman öldürüldüğünde (ben) babam ile birlikteydim. Bunun üzerine kalkıp evine girdi. Resulullah'ın (sav) ashabı da yanına geldiler. Dediler ki artık bu kişi öldürüldü, bundan dolayı insanlara bir Emir gerek! Bugün bu işe senden daha münasip birini göremiyoruz, ne iman etmede senden öne geçen biri vardır ve ne de Resulullah'a (sav) senden daha yakın olan biri mevcuttur! (Babam) Dedi ki; Bunu yapmayın! Benim vezir olmam Emir olmamdan daha hayırlıdır! Dediler ki; Ant olsun Allah'a biz sana biat etmeden seni bırakmayız! İmam da; o zaman mescitte yapın dedi, çünkü bana biat, gizlide olmaz! Ve Müslümanların rızası olmadan da (hilafet) olmaz.
(Tarih-i Teberi, c.6, s. 3066)
Gerçekte de böyleydi. Yani İmam Ali, Ömer b. Hattab'ın veziri iken, hakikaten İslam devleti çok güçlendi. Fetihler yaptı ve yeryüzünün en güçlü devleti haline geldi.
Dolayısıyla herhangi bir sorun olmadı. Alemin yarısı Müslümanların idaresi altına girdi. Bunların tümü İmam Ali vezir iken oldu.
Yani bu sözleri İmam Ali gerçek olarak söylüyordu. Çünkü bu hususta tecrübe sahibiydi! Fakat "emir" olduğunda 4 yıl içerisinde üzerine 3 savaş açıldı ve 100 bin civarında Müslümanın kanı döküldü.
İşte İmam Ali bunu tecrübe ettiği için "hilafeti" kabul etmiyordu. Yani İmam Ali biliyordu ki, şayet halife olur ise bütün işler berbat olacaktır. Çünkü imamet din içindir ve biz de burada şu hakikati itiraf etmeliyiz ki, İmam Ali'nin imameti; "dinin imametidir!"
Bizim görüşümüze göre "dünyevi imamlık" (yani hilafet), insanların hakkıdır, "dini imamlık" ise, Nebi ve İmam Ali'nin hakkıdır!
İmam Ali, ilminden ve cihadından dolayı o makamı hak etmiştir. Hatta Sünniler dahi İmam Ali'nin bu hususlardaki üstünlüğünü inkâr etmezler.
Açıkçası İmam Ali'nin "dini imameti", inkârı mümkün olamayan şeylerdendir. Dolayısıyla tüm sorunlar, onun dünyevi imameti (hilafeti) etrafındadır.
Ve Şiiler, maalesef İmam Ali'nin "dini imameti"ni bırakıp yalnızca onun dünyevi imametinin (hilafetinin) peşine düştüler.
Şimdi de Şii alimlerin neden hep siyaset konusunu gündeme taşıdıklarını izaha çalışacağız.
Dedik ki İmam Ali yalnızca "dinde imam" idi (hatta şayet senedinin sahih olduğunu kabul etsek bile).
Peygamber (sav) Gadir hadisinde İmam Ali için, "Bu, benden sonra benim halifemdir" diye söylememiştir!
Söylediği şey şu olmuştur:
Şayet benden sonra dininizi almak ve öğrenmek istiyorsanız, onu Ali'den alıp öğreniniz.
Kısacası Allah ve Nebi dini önemser ve insanların dinine önem verirler. Hilafet için insanlar kimi seçerlerse seçsinler, ona bakmazlar. Yani Allah ve Resulü için önemli olan "din"dir.
Ehl-i Beyt imamlarının "siretine" de baktığımızda, onların da dine önem verdiklerini görüyoruz. Onlar için halife Yezit mi olmuş, Velit mi olmuş, Harun Reşit mi olmuş veya Saddam mı olmuş, bu önemli değildir.
Önemli olan insanların dinini korumasıdır.
Tekrar İmam Ali'nin sözüne dönersek, imam şöyle buyuruyor:
(İmam Ali dedi ki) Yapmayın! Benim vezir olmam, Emir olmamdan daha hayırlıdır!
Yani o dönemin Müslümanları İmam Ali' yi biat almaya icbar ettiler. İmam Ali de ilkeli bir insandı. Dini bir adamdı. Biliyordu ki dini siyaset ile karıştırırsa ve otoriteyi ele alırsa, ya Muaviye'nin yaptığı gibi yapacak ve maslahat (çıkar) üzere hareket edecek ya da dine ve ilkelere sarılıp devleti berbat edecek.
Nitekim bizler İmam Ali'nin kendi hükümeti döneminde de bunu gördük. Yani bir devletin başında masum, muttaki ve muhlis bir imam bulunmasına rağmen, onun kurduğu devlet 4 küsür yıl sonra çöküşe uğradı, kendisi de şehit edildi, katili Şamlı falan da değildi, Kufeli Şiilerden biriydi.
Dolayısıyla İmam Ali güçlü bir devlet kuramadı. Ekonomisi zayıfladı, emniyeti yok oldu, insanların dini dahi zarar gördü, insanlar sarsıntıya uğradı, arkasından ordusunun yarısı "Haricileşti!"
Böylece de ne dini ne de dünyevi olarak kurduğu hükümetinde bir başarı elde edemedi ve en sonunda da hükümeti çöktü.
Hükümetin çökmesindeki asıl sebep İmam Ali değildi elbette, asıl sebep halkın kendisiydi. Zira halk, İmam Ali'yi din ile dünyayı (İslam ile otoriteyi) birbirine katmaya icbar etmişlerdi.
Bundan dolayıdır ki biz, Müslümanları "modern" bir devlete davet ediyoruz. Çünkü tarihi tecrübe; "din devletinin başında masum biri olsa bile, sonunun çöküntü olduğunu kanıtlamıştır!"
Nitekim İmam Ali de o kaderi paylaşmıştır!
3- İbn Esir el-Kâmil c.3, s. 193 ve Teberi c.6, s. 3067- 3077'de geçen şu haberler de bizim dediğimizi onaylıyor, haber şöyledir:
Biatin yapıldığı Cuma günü olunca, insanlar Mescitte toplandılar! Ali gelip kürsüye çıktı ve şunları söyledi:
'Ey insanlar! Bu iş (yani halife seçme işi) size ait bir iştir! Emir olarak seçtiğiniz kimsenin dışında, hiç kimin onda bir hakkı yoktur! Dün, bu iş hususunda ihtilafa düştük ve sizin bu teklifinizi sevmedim, fakat sizler, Emir (halife) olmam için direndiniz!
Şunu iyi biliniz ki, size ait olanın (beytü'l- mal) anahtarları dışında bende bir şey olmayacaktır ve sizsiz de ondan bir dirhem dahi almam!'
Yani İmam Ali açısından İslam demokrasidir! Şiiler aslında bu görüşü almalıdırlar.
Şu anda Sünniler Şiilerden daha çok Demokrasiye yakındır. Çünkü Kur'an; "Aralarında işlerini istişare ederek yürütürler!" (Şura: 38) diyor.
"Şura"; halkın seçimi değil, birkaç kişinin meşveretidir. Fakat bu, diktatörlük değildir. Diğer bir deyimle "şura"; bir kişinin komut verip diğerlerinin de onu tatbik etmesi değildir!
Fakat Şiilerin sıkıntısı buradadır: Hem "hükümetin/yönetimin" ilahi olması gerektiğini söylerler hem de otorite sahibi olan şahsın veraset kanalıyla iş başına gelmesini, babadan oğula geçmesini iddia ederler.
Şayet bizler böyle bir görüşü kabul eder isek, gerçekten İslam'ın demokrasiye davet etmediğini anlamış oluruz.
Oysaki İslam ta ilk günden itibaren "şura" demekle, aslında demokrasi demiş oluyor ve bu da İslam'a büyük bir azamet kazandırıyor!
Hasılı burada Şii-Sünni meselesi önemli değildir, önemli olan şey, İslam'ın neye teşvik ettiğidir!
Dolayısıyla İmam Ali'nin kendisi de naklettiğimiz bu sözünde, "Bu (hilafet) sizin işinizdir" diyor.
İmam Ali yalan konuşmuyor ve şayet ben sizin bu teklifinizi sevmiyorum diyorsa, yalan yere bunu söylemiyor! O, bu sözünü söylemekle, kendisini dinde imam olarak görüyordur.
Örneğin, siz, şu andaki Irak'ta bulunan Ayetullah Sistani'ye Cumhurbaşkanlığı teklifi götürür iseniz, acaba bunu kabul eder mi?
Kabul etmeyeceği kesindir! Yani şu anda Sistani dinde imamdır/önderdir!
Ona denilse ki "Gel siyasette imam/lider ol! Vezirlerin/Bakanların başkanı ol, cumhurun başı ol", acaba böyle bir teklifi kabul eder mi?
Kesinlikle kabul etmez! Çünkü şu anda zaten başkanlık ondadır! Komut veriyordur!
Zira din hegemonyası, cumhurbaşkanlığından daha büyüktür! Milyonlarca insan onu taklit ediyordur.
Hesap kitabını tutmadan "humus" diye dini vergiyi getirip ona veriyor, ayrıca o vergiyi/parayı verirken, bir de önünde diz çöküp ellerinden öpüp öyle teslim ediyorlar.
Oysaki her gün başbakan ve bakanlar hakkında bir sürü dedikoduların yapıldığını duyuyoruz. Halk tarafından onlara verilen her kuruşun takibatı yapılıyor!
Hesap kitabı tutuluyor! Onların bir sürü sorunları ve sıkıntıları vardır! Bununla birlikte halk siyesilerden razı değildirler!
Ayetullah Sistani ise, halk için çalışmıyor. Buna rağmen halk ondan razıdır. Paralarını götürüp veriyor, elini öptükten sonra da çekip gidiyorlar. Acaba bundan daha güzel ne olabilir ki?
İmam Ali de böyleydi. Yani imamın kutsiyeti, saygınlığı ve halkın ona karşı olan sevgisi, bir başkaydı.
Bununla birlikte İmam Ali, çok iyi biliyordu ki, şayet hükümetini kursa ve hilafet makamına geçse düşmanlıklar başlayacaktır.
Çünkü iktidar, düşmanlıkların kaynağı ve çıkarların membaıdır.Yani herkes hükümetten bir şeylerin beklentisi içerisine girmektedir. Kimisi başkanlık, kimisi valilik ve kimisi de para beklentisi içerisindedir.
İmam Ali de ilkelerinden vazgeçen biri olmadığı için, onların beklentilerini yerine getirmeyince, bu sefer de düşmanlıklar baş gösterecekti ve iki yolun arasında kalacaktı.
Yani ya ağır bedeller ödemeyi göze alıp dinin hükümlerini olduğu gibi uygulamaya koyacaktı, nitekim öyle de yaptı ve bunun için de yıkılıp gitti.
Ya da Muaviye gibi iktidarını "maslahat/çıkar" üzere yürütecekti, dolayısıyla da kutsalları ve dini terk edecekti!
Nitekim İmam Ali'nin kendisi de bunu Kufelilere açıkça söylüyordu ve diyordu ki;
Ben sizi nasıl düzelteceğimi çok iyi biliyorum! Ama sizin için ben dinimi harap etmem! Şayet dinimi önemsemezsem, sizin ilacınızın ne olduğunu bildiğim için onu uygulardım! Sizin ilacınız, aynen Muaviye'nin yapıp uyguladığı ilacın aynısıdır! Muaviye bir taraftan insanlara para veriyordu, diğer taraftan da onlara karşı şiddet ve güç kullanıyordu! Fakat İmam Ali diyordu ki ben, dinimi bozmam! Ben din adamıyım!
Aslında din ile siyaset birbirleriyle ters düşen şeylerdirler. Her birinin kendine has konumu, yapısı ve hedefi vardır. Bunların ikisinin bir araya gelmesi ve birbirine yakın olması mümkün değildir.
Şayet öyle olurlarsa, sonuçta din berbat olur, berbat olunca da hem dünya hem de hükümet bozulur! Nitekim İmam Ali'nin kendi de iktidarı döneminde öyle oldu.
4- İmam Ali'nin Nehcü'l- Belağa'da Muaviye'ye yazdığı mektubu!
O mektup şöyledir:
Ebu Bekir'e, Ömer'e, Osman'a bey ‘at edenler, onlara bey'at ettikleri şartlarla bana da bey'at ettiler! Orada bulunanlardan birinin, bir başkasını seçmesi, bulunmayanın bu bey'atı reddetmesi mümkün değil! Meşveret ancak Muhacirlerle Ensar'a aittir! Onlar toplandılar da birisine uydular, ona imam dediler mi bu, Allah'ın da razı olduğu bir şey, onların yaptığı işe razı olmayıp imamı kınamak yahut bir bidate uymak suretiyle verdikleri hükümden çıkanı, çıktığı şeye bırakırlar. Fakat ısrar ederse, inananların yoluna uymadığı için onunla savaşa girişirler ve döndüğü şeyin vebalini de Allah, onun boynuna yükler!
(Nehcü'l- Belağa, II.Bölüm,
Muaviye'ye Mektupları: 6,
s.307, Türkçe Tercümesi)
Şiilerin genelde istinat ettikleri sahih rivayetlerde, İmam Ali'nin hilafetine işaret eden hiçbir şey yoktur.
Örneğin, "Tathir ayeti", "Sakaleyn Hadisi", "Menzilet Hadisi" vs. bunların hiçbirinde imamın hilafetine işaret eden bir şey söz konusu değildir.
Ayrıca İmam Ali'nin kendisinden nakledilen rivayetlerde de kendisinin Allah tarafından hilafete atandığına dair herhangi bir söz mevcut değildir.
Dolayısıyla kürsü ehli hatiler, İmam Ali'den onun hilafete atandığına dair birçok rivayetler naklederler, ama gerçekte o rivayetlerin hiçbirinde imamın hilafetine dair herhangi bir işaret bulunmamaktadır.
Bundan dolayı diyebiliriz ki kimi Şii biyograficileri, adeta ümmet içerisinde nifak çıkarmaya uğraşmaktalar.
Şii Müçtehitlerden bugün İran'da bulunan Ayetullah Seyyid Kazim el- Hüseyni el- Hairi de yazmış olduğu "Velayetü'l-Emr Fi Asri'l-Gaybet" isimli eserinde, s.162'de bu rivayetleri nakletmiş ve hilafete dair herhangi bir işaretin bulunmadığına işarette bulunmuştur.
İmam Ali Nehcü'l-Belağa'da apaçık bir şekilde bu sözleri söylemesine rağmen, peki Şii alimleri neden bu hakikatleri açıklamaz ve halktan gizli tutar olmuşlardır?
Yani neden onlar da aynen Yahudi Ahbarları gibi davranırlar?
Diğer bir ifadeyle; acaba Ahbarlar hakikatleri insanlardan gizledikleri için Kur'an onları kınadığına göre, Şii alimleri de neden onların düştükleri hataya düşer ve hakikatleri halktan gizli tutarlar?
Şu andaki Nehcü'l-Belağa'da dahi şöyle bir yazı vardır:
İmam Ali der ki "Şura, Muhacir ve Ensar'ın hakkıdır!" Sen (Ey Muaviye!) Şam'da oturmuşsun, senin böyle bir hakkın yoktur! Şayet Muhacir ve Ensar icma etse ve toplanıp birini imam/emir olarak isimlendirseler, yani onlar deseler ki filan bizim dünyevi liderimizdir (halifemizdir), Allah da ondan razı olur! Yani Allah da onların o kararını teyit eder! (Allah, o imamı tayin eder demiyor. Zira teyit ile tayin ayrı şeylerdir!)
5- İmam Hasan salih bir insandır
Şayet hilafet Allah tarafından verilen bir şey olsaydı, kesinlikle onu Muaviye'ye bırakmazdı.
Ya İmam Hüseyin'e ya Muhammed Hanefiye'ye veyahut da Abdullah b. Abbas ve diğer ehl-i hayr olan insanlara bırakırdı.
İmam Hasan gibi yüce bir şahsiyet, kaldırıp hilafeti Muaviye'ye bıraktı ve üstelik de ona biat etti!
Peki Allah seni "halife" olarak atamışsa, sen onu Muaviye gibi birine nasıl verebilirsin?
Çünkü ondan sonra tüm İslam alemi ve dünyanın yarısı Muaviye'ye itaat etti.
İmam Hasan Muaviye'ye şunları yazıyor:
Ali yoluna gittiğinde (vefat ettiğinde), Müslümanlar ondan sonra beni emir/halife edindiler... Artık batılda ısrar etmekten el çekin ve benim biatimle ilgili olarak insanların girdiği işe girin. Çünkü biliyorum ki ben bu işe senden daha fazla hak sahibiyim!
(Mektilü't-Talibin, s. 35)
İlginç olan şu ki, hatipler yaptıkları vaazlarında İmam Ali'nin darp edildikten sonra 3 gün daha yaşadığını anlatmalarına rağmen, onlardan bir teki dahi İmam'ın Küfe halkını toplayıp onlara "Benden sonra halifeniz bu oğlum Hasan'dır" dediğini söylemezler!
Peki siz diyorsunuz ki, Hz. Peygamber (sav) İmam Ali'yi kendi yerine vasi ve halife olarak atadı, o halde İmam Ali neden kendi yerine oğlu Hasan'ı vasi ve halife olarak atamadı?
Ayrıca; şayet "halife"yi atamak vacip olsaydı, İmam Ali neden bu vacibe amel edip oğlunu Küfe 'de halife olarak atadığını beyan etmedi?
Oysaki bu türden bir teşebbüste bulunduğuna dair tek bir insandan dahi bir itiraf yoktur. Yani tarih kayıtlarında böyle bir şey mevcut değildir. Hatta kendi çevresine dahi "Benden sonra oğlum Hasan sizin halifenizdir" demedi!
Peki İmam Ali ile Hz. Peygamber (sav)'in ne farkı vardır?
Peygambere gelince diyorsunuz ki; "peygamber dedi ki halifesiz olmaz! Bana bir kâğıt kalem getirin de bunu yazayım" vs. Peki İmam Ali'ye gelince, onun kendi yerine tek bir kişiyi halife olarak atadığını neden görmüyoruz?
İmam Hasan da Muaviye'ye yazdığı mektup da dikkat ettiyseniz şöyle demiştir:
Müslümanlar ondan (Ali'den) sonra beni Veli/Emir edindiler. Ben bu işe senden daha fazla hak sahibiyim!
İmam Hasan bu sözlerinin içerisinde "ehakk/daha çok hak sahibiyim" sözünü kullanıyor.Ve "Vellani Müslimun" (Müslümanlar beni kendileri için emredindiler) diyor.
İmam Hasan Muaviye'ye söylediği hiçbir sözünde "Ben bu işe (Ehakk minellah) Allah tarafından atandığım için daha fazla hak sahibiyim" demiyor!
"Ehakk" (daha çok hak sahibiyim) demekteki gayesi; yani "ben peygamberin kızının çocuğuyum, onun torunuyum, Ali'nin oğluyum" vs. gibi peygamber tarafından "Hasaneyn" hakkında söylenen faziletleri kastetmiyor elbette! Müslümanların onu kendilerine veli/emir olarak seçtiklerine işaretle bu sözü kullanıyordur.
6- "Hasan'ın Muaviye ile Sulhu" isimli kitapta şöyle yazıyor:
… Hasan, Muaviye ile şu şartlar üzerine hilafeti teslim etmek için barışa gitti:
'Allah'ın kitabına, Resulullah'ın (sav) sünnetine ve salih halifelerin sîreti üzerine amel etmesi şartıyla ona hilafeti teslim etti! Ayrıca Muaviye b. Ebi Süfyan kendinden sonra hilafet hususunda kimseyi tayin etmeyecek ve ondan sonra iş, Müslümanlar arasında bir şura ile belirlenecektir!'
(Biharü'l- Envar, c.44, s. 65)
Bu söze çok dikkat etmek lazım! Şiiler diyor ki İmam Hasan Muaviye'ye hilafeti teslim ederken; "kendisinden sonra emirlik işini (hilafeti) kardeşi imam Hüseyin'e bırakma!" şartını kesti!
Oysaki söz konusu kitapta geçen kayıt içerisinde öyle bir şart geçmemiştir.
7- Uyun-u Ahbaru'r-Riza isimli kitapta Hz. Peygamber (sav)'e nispetle şöyle bir söz geçer:
Cemaat içerisinde bölücülük yapan, Ümmetin Emirliğini (yönetimini) gasp eden ve meşveret olmadan Emirliği üstlenen birisi olursa, o taktirde onu öldürün!
(Uyun-u Ahbaru'r-Riza, c.2, s.62)
"Dirasatü fi Velayeti'l- Fıkıh" isimli kitabın c.1, s. 304 ve 507'nci sayfalarında şöyle geçer:
Hz. Peygamber (sav)'in "Ümmetin Emirliğini gasp ederse" sözünden maksadının; "emirliğin" ümmetin ihtiyarında olduğuna işaret etmektedir!
8- Aralarında Habip b. Mezahir gibi büyük insanların da yer aldığı "Küfe'nin İleri Gelenleri" isimli kitapta, Kufe'lilerin imam Hüseyin'e yazdıkları mektuplar ve imamın da onlara cevap olarak verdikleri yazışmalarda, onların imama şu cümleleri kullandıkları geçer:
Allah'a hamdolsun ki, senin zorbacı ve inatçı düşmanının iflahını kesti, o düşman ki bu ümmetin üzerine çökmüş ve onların emirliğini, ganimetlerini gasp etmiştir! Onların rızası olmadan onlara emirlik etmiştir!
"Ve onların (insanların) rızası olmadan onlara emirlik etmiştir!" cümlesi çok önemli bir cümledir. Yani Habib b. Mezahir gibi büyük bir şahsiyet bile, hilafet ve emirlik meselesinde insanların rızasını şart koşuyordur.
İmam Hüseyin de onların cevabında şöyle yazıyor:
Ben size, kardeşim, amcam oğlu ve Ehli Beytim içerisinde güvendiğim Müslim b. Akil'i gönderiyorum! Sizin ileri gelenlerinizin toplanıp benim size emir olmam hususunda rızanızın bulunduğunu bana yazarsa ve ben de bunu mektuplarınızda okursam, hemen size doğru gelirim!
(Süleym b. Kays, s.182;
Şeyh Müfid'in el-İrşad'ı,
s. 885; el-Kâmil İbn Esir,
c.4, s. 20-21)
Demek ki Küfe'nin ileri gelenleri de ta o zamanda imameti (hilafeti) ümmetin işlerinden kabul etmiş ve bu işte, ümmetin rızasının geçerli olduğunu söylemişlerdir.
İmam Hüseyin de adını verdiğimiz kaynakların şahitliklerine göre, halkın görüşünü ve onların rızasını bu işin ölçüsü olarak kabul etmiştir.
Şunu demek istiyorum:
Hilafet aslında bir hayal işidir! Gerçeği şudur:
Bu rivayetler (yani Ehl-i Beyt'in faziletlerini anlatan rivayetler), onların Allah tarafından hilafete atandıklarına işaret etmiyor! Yalnızca onların fazilet sahibi insanlar olduklarını bildiriyor!
Denilebilir ki; peki hal böyle iken, Şii alimler hangi nedenle onların dünyevi işlerde de imam olduklarını öne sürerler?
Nedeni şudur: Halife Osman'ın öldürülmesi meselesinde, ilk önce Osman'a "hilafeti üzerinden at" dediler!
Osman ise, Ebu Bekir ve Ömer'in hilafına ilk olarak şu düşünceyi öne sürdü:
Allah'ın bana giydirdiği o elbiseyi (hilafeti) ben nasıl üzerimden çıkarıp atabilirim!
Bu sözü ilk söyleyen Osman oldu. Onun dışında hiç kimse böyle bir cümleyi sarfetmemiştir.
Oysaki Ebu Bekir, ilk hilafet makamına oturduğunda şu sözü demişti:
Siz beni bu işe (hilafete) seçtiniz, ama ben sizin en hayırlınız değilim.
Hatta Ömer bile Osman'ın dediğini dememiştir!
Ebu Bekir'in ya da Ömer'in "Ben Allah tarafından tayin edilmiş bir halifeyim" gibi söylediği söze dair elimizde herhangi bir kaydımız mevcut değildir.
Yalnızca Osman'ı öldürmek istediklerinde Osman bu sözü söyledi, sonra da Kur'an okumaya devam etti, halk da toplanıp onu öldürdü o kadar!
Osman'dan sonra Emeviler onun bu sözünü kendileri için kullanmayı adet haline getirdiler ve; "Biz Allah'ın yeryüzündeki halifesiyiz!" demeye başladılar!
Yani yalnızca "Resulullah'ın halifesiyiz!" demediler, "Allah'ın da halifesiyiz!" dediler.
Nitekim Muaviye'de Osman'ın o sözünün başka bir versiyonunu kullandı. Topladığı feyleri (bütçeyi) kendi zevkine göre harcayıp; "mal, Allah'ın malıdır ve ben de Allah'ın halifesiyim" diyerek o malları istediği şekilde kullanabileceğini ima etti!
Nitekim naklettiklerine göre, ilk önce Muaviye'nin yaptırdığı "Yeşil Saray"a, sahabenin önde gelenlerinden biri olan Ebu Zer (ra) itiraz etti ve "Bu mal Müslümanların malıdır, neden Allah'ın malıdır diyorsun? Sen Allah'ın halifesi değil Müslümanların emirisin, bunlardan sorumlusun Allah'tan sorumlu değilsin" diye ona ilk isyan bayrağını o dalgalandırdı!
Muaviye ise ona verecek cevap bulamadı!
Daha sonraları Osman'ın o söylediği söz, değişik ifadelerle beyan edildi.
Örneğin, halifeler kendilerine "Zillullah/ Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" unvanını kullandılar. Bu unvanlarla ilgili de birçok rivayetler uydurtup halkın içerisinde yayıp durdular.
Şii alimler de boş durmadılar, onlara itirazlarda bulundular, onların Allah'ı temsil etmediklerini söylediler. Onları Allah tayin etmedi dediler! Allah'ın Ehl-i Beyt imamlarını tayin ettiğini öne sürdüler.
Yani Şii alimler, Ehl-i Beyt imamları gibi "dinin imamlarını", Osman'ın ölümünden 2-3 asır sonra "dünyevi imamlara" terfi ettirdiler!
Yoksa imamların kendileri, aynen İmam Ali gibi hepsi de kendilerini "dünyevi hilafete" daha layık görmelerine rağmen, hiçbiri de "biz Allah tarafından bu işe tayin edildik" gibi bir iddiada bulunmadılar.
Böyle bir sözü söylememeleriyle birlikte, ameli olarak da bunu (hilafeti) reddettiler!
Örneğini Muhtar Sakafi gelip imam Zeynel Abidin için ona hilafeti teklif etti. Çünkü elinde büyük bir askeri güç vardı! Buna rağmen imam onun o teklifini reddetti.
İmam Bakır ve İmam Cafer Sadık ta hilafeti reddettiler. Yani Abbasilerin devrim hareketinde baş vezir olan Ebu Seleme'nin elçisi gelip İmam Cafer Sadık'a onun ordusuyla birlikte emrinde olduğunu ve kendisine biat etmek istediğini söylediğinde, imam onun o teklifini reddedip geri çevirdi. Elçisiyle birlikte gönderdiği mektubunu da elçisinin gözleri önünde ateşe atıp yaktı.
Yine Abbasi halifesi Memun er- Reşit de İmam Riza'ya ısrarla gel hilafeti teslim al gibi bir teklifte bulunmasına rağmen, imam kabul etmedi!
Yine "gel veliaht ol" teklifinde bulundu, imam bu teklifi de kabul etmedi! Dolayısıyla imamlar, kendi makamlarının "dine imam" olduğunu biliyorlardı.
Fakat Şii alimler, Sünniler ile Kelamî cedelleri neticesinde her biri delillerini artırıp kendi mezheplerinin hak olduğunu ispat etmek için yoğun bir şekilde mücadele verdiler. Yoksa imamlardan gelen sözlere ve onların sîretlerine bakıldığı zaman, onların "dini imam" ile "siyasi imam"ın arasında fark koydukları görülmektedir.
Dünyevi liderlik olan hilafet, insanlar içindir. İnsanlar ise Sakife'de Ebu Bekir'i hilafete seçtiler. Burada, işin içinde herhangi bir icbarlık yoktu. Çünkü onların ne ordusu vardı ne de polisi.
Yani onlar, askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirmediler. 2-3kişi Sakife'ye gittiler, Sakife'de toplananların arasında tartışma çıktı, 2 saatlik münakaşadan sonra halk toplanıp Ebu Bekir'e halife olarak biat ettiler! Yani Ensar da ona biat etti.
Genel itibarıyla herhangi bir askeri darbe ve ölümle tehdit de söz konusu olmadı!
Son olarak şunu söylemeliyim:
Şehit Seyit Muhammed Bakır es-Sadr "Velayet Etrafında" isimli kitabında konuyla ilgili birtakım "akli deliller" getirmiş ve şunları söylemiştir:
Hilafet konusuyla ilgili önümüzde 3 yol vardır:
- Ya Nebi'nin seçim işini insanlara bıraktığını söyleyeceğiz.
- Ya birini bu işe (hilafete) tayin ettiğini kabul edeceğiz.
- Ya da diyeceğiz ki, Nebi bu işi (hilafeti) "şura" ya bırakmıştır.
Desek ki Nebi bu işi (hilafeti) insanlara bıraktı, bu görüş makul değildir. Zira davası için 23 yıl zahmet çekmiştir. Aklı başında her insan bir inkılap yaptığında kendinden sonra, kendisini temsil edecek birini mutlaka yerine bırakmış olur.
Nebi gibi büyük akıl sahibi birinin bu azamette bir devrim yaptıktan sonra kendine bir halife tayin etmeden çekip gitmesi düşünülemez! Yani bu denli önemli bir işi insanlara bırakmaz. Bu, makul değildir!
Şayet desek ki Nebi bu işi "şura"ya bırakmıştır. Aynen İran gibi orada da hıbregan meclisi vardır. Bilindiği üzere bu meclis lider vefat ettikten sonra onun yerine halefini tayin ediyor.
Örneğin, İmam Humeyni vefat ettikten sonra onun yerine Hamaney'i seçtiler, Hamaney'den sonra da onun yerine başka birini seçeceklerdir.
Kanaatimce bu ihtimal da doğru değildir. Çünkü, kendi yerine halife atasınlar diye bir şura teşkil ettiğine dair Nebiden, bir tek rivayet bize intikal etmiş değildir.
Geriye bir tek görüş kalıyor, o da "Nebi'nin kendinden sonra yerine bir şahsı halife ve vasi olarak tayin etmesi hususudur!" Yani söylediğimiz o 3 ihtimal içerisinde bir tek son ihtimal doğrudur ve bunun doğruluğunu kanıtlayacak elimizde el- Gadir (Sakaleyn) vs. gibi hadisler mevcuttur. Bu hadisler bize, Nebi'nin kendi yerine birisini tayin ettiğini söylüyorlar!.
İşte Seyyid M. Bakır es-Sadr buna; "İmam Ali'nin hilafetine dair akli deliller" demiştir!
Ben diyorum ki akıl, şehit Sadr'ın söylediğinin aksine hükmediyor!
Örneğin, Nebi'nin şu zamanımızda yaşadığını farz edelim.
Ona desek ki "Ey Nebi, şayet birisi gerçekleştirdiği devrimini ve kurduğu sistemi korumak isterse, acaba aklen halk içerisinde sevilmeyen ve tutulmayan birini kendine temsilci karar kılıp onu getirip sistemin başına mı koyar, yoksa halk tarafından sevilen ve tutulan birisini mi kendinden sonra kendine halife (temsilci) olarak tayin eder?"
Yani Hz. Peygamber (sav) vefat ettiğinde kaç kişi İmam Ali'nin yanında yer almış ve onunla birlikte olmuşlardı? Acaba onlar 4 kişiden fazla mıydı?
Peki bu 4 kişi ne yapabilirdi?
İmam Ali'nin karşısında Emevi, Kureyşli vs. gibi birçok kabileler vardı ve hepsi de İmam Ali'yi sevmiyor ve ondan nefret ediyorlardı.
Çünkü Tevhit-Şirk savaşında onlardan kiminin babası, kiminin dayısı, kiminin kardeşi, kiminin yeğeni, kiminin amcası ve kiminin de amcası oğlu vs. İmam Ali tarafından onun kılıcıyla öldürülmüştü.
Araplardaki adete göre Aşiretten birini öldürdüğünüzde, onun kanı alınmadan o aşiretin gönlünün sizinle düzelmesi mümkün değildir! Çünkü cahiliye örfü böyledir. Bu durum Nebiden önce, onun zamanında ve Nebi'den sonra, hatta günümüzde dahi aynen öyledir.
Şayet bu hususu bir örneklendirme üzerinden açmalı olur isek, daha iyi anlaşılmış olur:
Örneğin, bir şirketinizin olduğunu düşünün! Binlerce çalışanı vardır. Şirket sahibi olarak sizin uzunca bir yolculuğa çıkmanız gerekir! Ya da vefatınızdan sonra şirkete bir vasi atamak istiyorsunuz. Çünkü büyükçe bir şirkettir, binlerce kişilik çalışanı ve dünya çapında ürettiği ağır işleri vardır! Çalışanlarının tümü olmasa da büyük bir kısmı mümin, işin ehli, ihlaslı ve takvalı insanlardır. Fakat tek bir kardeşiniz vardır!.O da o şirketin işlerini çok iyi bilmesine ve o işlerin uzmanı olmasına rağmen o binlerce kişiden yalnızca 3 veya 4 dört kişi hariç kimse onu sevmiyordur.
Kardeşinizin dışında şirketteki her şeyi kardeşiniz kadar iyi bilmese de fakat her kesin çok sevdiği bir mühendis de vardır. O da senin şirketi kurduğun günden beri seninle kader birliği yapan samimi arkadaşlarından biridir. Senin şirketinde çalışan her kes onu seviyordur. Kimsenin onunla herhangi bir düşmanlığı da yoktur.
Peki aklen o şirketin sahibi kendinden sonra yetkiyi/temsilciliği bunlardan hangisine vermelidir?
Acaba o 3 veya 4 kişinin sevdiği ve diğerlerinin sevmediği kendi kardeşine mi vermelidir?
Şayet vermeli olur ise, o binlerce çalışanın bir isyan çıkarıp bütün işleri bozma ve şirketi batırma ihtimali de olabilir.
Hatta kardeşi olan zat, o mühendisten daha işin ehli olsa dahi, onun şirketin başına gelmesi, işleri daha da berbat edebilir. Çünkü şirket çalışanları sizin kardeşinizden değil de o mühendisten daha memnunlar!
Tekrar soruyorum: Şirketin sahibi, o şirketinin başına aklen hangisini koymalıdır?
Şayet "Mühendisi koymalıdır" derseniz, ben de derim ki, halk da o mühendis misali Ebu Bekir'i kendi başlarına seçmişlerdir.
Nebi'nin yerinde olsaydım ve İmam Ali'nin üstün bir şahsiyet, işinin ehli, ihlaslı biri olduğunu bilmeme rağmen, fakat halkın onu sevmediği için bundan (halkın sevdiğini onların başına atamaktan) başkasını yapmazdım.
Yani aklen şirketin devam etmesini istediğim için nasıl ki yönetimi mühendise bırakmam gerektiğini biliyor isem, ya da en azından çalışanların kardeşimi sevmediklerini bilmemden dolayı o mühendisi onların başına koymam icap ediyor ise, en alt seviyeden "dindarlığı" hatırına burada da Nebi olarak kendinden sonra, halkın sevmediği birini kendi yerine tayin etmemesi gerekirdi.
Çünkü yönetim halk ile ayakta durur! Halk olmaz ise yönetim de olmaz!
Farz ediniz ki İmam Ali'yi hem Allah hem de Nebi bu işe tayin etmiştir. Nebi'den sonra da onun halifesi İmam Ali olmuştur.
Peki İmam Ali ne yapabilirdi?
Tabi ki Ebu Bekir neyi yaptıysa o da onu yapardı! Ebu Bekir "ridde ehli/dinden çıkanlar" ile savaştı. Çünkü peygamberden hemen sonra Arap yarımadasında (Hicazda) irtidat (İslam'dan kaçışlar) başlamıştı, İmam Ali de aynen Ebu Bekir gibi onlarla savaşacaktı.
Peki onlarla savaştığı taktirde, savaşı kiminle sevk ve idare edecekti?
Yani İmam Ali'nin komutasında kim savaşa katılacaktı?
Kureyş kabileleri mi onun emri altına girecekti?
Kureyş, Ebu Bekir'in yönetimine mutlaka yardımcı olurdu, fakat Ebu Süfyan gibi kalben tam manasıyla iman etmeyenler İmam Ali'nin yönetimine destek olur muydu?
Çünkü İmam Ali, Tevhit-Şirk savaşlarında Ebu Süfyan'ın kayın biraderi ile kardeşini de öldürmüştü! Peki Ebu Süfyan Kureyş'in lideri değil miydi?
Dolayısıyla İmam Ali, arkasında duran o 4 kişi ile bu kadar kalabalık olan aşiretlere ne yapabilirdi?
Ebu Bekir'in arkasında en azından 10 bin kişilik Kureyş kabilesi vardı. Yani Resulullah'tan hemen sonra İmam Ali, imam Hasan ve imam Hüseyin öldürülselerdi, putperestlik yeniden hortlamaz mıydı?
Biraz gerçekçi olur isek, bizler bile şayet o dönemde yaşıyor olsaydık ve İslam'ı korumak isteseydik, İmam Ali'yi hilafetten menetmemiz gerekirdi.
Çünkü her kes İmam Ali'ye düşmandı. Onun iktidarı döneminde "Cemel"ciler gidip ona karşı askeri devrim gerçekleştirmek istemediler mi?
Evet, Osman'ın öldürülmesinden sonra, önceki neslin çoğu ölüp dünyasını değişmiş ve yerine yeni bir nesil çıkmıştı! Bu nesil Nebi'den 25 yıl sonra dünyaya geldi ve Tevhit-Şirk savaşlarını görmediği için, İslam'ı seven bir nesildi. Halk, İmam Ali'nin geçmişteki müşrik dedelerine yaptıklarını unutmuşlardı.
Bu yeni nesil İmam Ali için pek de fazla bir düşmanlık gütmüyorlardı. Bundan dolayı da İmam Ali' ye biat etmişlerdi! Durum böyle olmasına rağmen, yine de Cemel savaşı gerçekleşti.
Yani 25 yıl sonra 4 kişi değil 10 bin kişi İmam Ali ile yönetimi kurdular. Buna rağmen İmam Ali' ye karşı ahdini ve biatini bozanlar, yine de sahabeler oldu.
Talha, Zübeyir, Muaviye vs. Cemel savaşını oluşturdular ve sonrasında da Sıffin ve Nehrivan savaşları ortaya çıktı.
Dolayısıyla, şayet bir insanın 4 kişiden başka beraberinde kimsesi olmazsa, karşı tarafın rahat duracağını düşünmek saflık olur. Onlar zaten zorla İslam'a girmişlerdi! İçlerinde büyük kinler taşıyorlardı.
Aradan 60 yıl geçtikten sonra Yezit, İmam Hüseyin'in öldürülmesini, Bedir ve Huneyn savaşlarında öldürülen müşrik dedelerinin intikamı olarak nitelendirmiyor muydu?
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
Hilafet meselesinin dip derinliklerine indiğimizde, Sünni ile Şia'nın arasındaki bu ihtilafın temelinde gerçek bir neden söz konusu değildir! Ve varmış gibi gözüken ihtilaflar bir hayalden ibarettir.
Gerçek şu ki İmam Ali, "dinde imamdır!" Onun takvasında, Allah'a ve Resulüne yakınlığında hiçbir şüphe yoktur! Hatta Sünniler dahi bunu itiraf ediyorlar.
Yani Kur'an'ı tefsir etmede, fıkhi hükümlerde, dini konuları anlama ve izah etmede ve bunun gibi diğer konularda İmam Ali, sahabe içerisinde en üstün olandı.
Nitekim Peygamber de bu hususa şöyle dikkat çekmiştir:
İçinizde en güzel gazavet yapan Ebi Talip oğlu Ali'dir!
Onun bu durumları Sünni Müslümanlar nezdinde de sabittir. İmam Ali'nin dini faziletleri asla inkâr edilemez!
Bununla birlikte Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın da halifeliklerinin meşru olduğunu söylememiz gerekir.
Dolayısıyla artık onlara hakaret etmenin ve lanet okumanın hiçbir nedeni yoktur. Onlar hilafeti gasp etmemişlerdir.
Müslümanlar hilafeti Ebu Bekir'e vermişlerdir. Ebu Bekir de bu hilafet ile mürtetlerle savaşmıştır. İmam Ali de olsaydı aynen onun yaptığını yapacaktı.
Fakat İmam Ali'nin mürtetler ile savaştığında zafer elde edeceğini zannetmiyorum. Çünkü Kureyş, Halit b. Velid'in komutasında Ridde savaşına girişip onlara karşı zafer elde etti.
İmam Ali ise hem yönetimin (devletin) merkezinde durup hem de savaşı komut etmesi doğru olmazdı.
Peki İmam Ali kimin komutasında bu savaşı yaptıracaktı?
Halit b. Velid'in komutasındaki yaptıracak değildi. Çünkü Halid, aralarındaki rekabetten dolayı onun komutasına girmeyecekti.
Ta Hz. Nebi döneminden onların arasında rekabet vardı. Halid, İmam Ali'yi kıskanıyor ve ona karşı düşmanlık besliyordu. Hatta kimi rivayetler Gadir Hum toplantısını Halid b. Velid ile İmam Ali'nin arasında vuku bulan bir hadiseye dayandırıyor.
Kimi rivayetlere göre onlar, bir cariye yüzünden kavgalılardı. Halid'in çadırına almak istediği cariyeyi İmam Ali çadırına almıştı. Böylece de aralarında nifak çıkmıştı. Gelip durumu Nebi'ye şikâyet etmişlerdi.
Nebi de Müslümanları Ali hususunda ikaz etmek için, "Ben kimin mevlası isem, bu Ali de onun mevlasıdır!" diye buyurdu.
Yani "Ey Halid, ey falan, ey filan! Siz kiminle didiştiğinizin farkında mısınız? Ben kimin dostu isem, bu Ali de onun dostudur!"
Netice olarak birkaç şeyi söylemek isterim:
Birincisi:
Kur'an ve rivayetlere bakıldığında, tüm bu kaynaklar bize şunu gösteriyor; dinen, aklen ve şer'an dünyevi imamet olan "hilafet"i tayin etme konusu, Müslüman halka ait bir konudur!
İkincisi:
Kur'an'da geçen ayetler ve Nebi'den nakledilen rivayetler bütünüyle, İmam Ali'nin faziletine işaret ediyor ve onun sahip olduğu faziletlerin de bütünüyle "dini faziletler" olduğunu vurguluyor.
Diğer bir ifadeyle; ayet ve rivayetler, İmam Ali'nin, "dinde imam" olduğuna işaret ediyor.
İmam Ali'nin hilafetiyle ilgili elimizde tek bir rivayet vardır ve onda da Nebi (sav), İmam Ali'ye şöyle buyuruyor:
Ey Ali! Benden sonra benim halifem ve varisim sensin!
Peki, bu sözü Nebi ne zaman söylemiştir?
Bakıyoruz ki biset'in ilk yıllarında bu sözü söylüyor! Hadisçilerin dilinde buna "Hadis-i Dar" denir.
Yani Nebi bu hadisi söylediğinde, arkasında duracak hiç kimsesi yoktu.
Dolayısıyla kendi aşiretini toplamıştı, onlara bir takım yiyecek ikramında bulunduktan sonra, "Kim bu işte (yani İslam dinini tebliğ etmede) bana yardımcı olursa, benim varisim ve benden sonra halifem o olur" demişti.
İmam Ali'den başka hiç kimse ayağa kalkıp da "Ben sana bu işte yardımcı olurum" dememişti.
Peygamber (sav) bu sözünü 3 kere tekrar etmesine rağmen, her 3 defasında da İmam Ali kalkıp o cevabı vermişti.
O dönemde de İmam Ali, 12 veya 14 yaşlarındaydı. Sonunda Nebi İmam Ali'ye "Benim bundan sonra vasim ve halifem sensin" dedi!
İşte "halife" ve "vasi" isminin geçtiği bir tek rivayet budur!
Malumdur ki o dönemde Nebi'nin elinde devlet diye bir şey yoktu. Devleti, Medine'ye hicret ettikten sonra kurdu!
Dolayısıyla Nebi'nin o sözden kastı, İmam Ali'nin insanları Allah'a davet etmede halifesi ve vasisidir.
Yani, senin elinde bir şirket ya da bir mahalle vardırsa birine "bu benim halifemdir/vasimdir" dediğin taktirde o şahıs, orası için senin halifen ve vasin olur. Ya da soyun için halifen/vasin olur.
Onun dışında başkaları ya da başka mekanlar için halifen ve vasin olmaz. Buna felsefede "Hükmün konuyla uyumluluğu/Münasebtü'l- Hüküm meel mevzu" derler.
Yani ilk dönemlerde Nebi, yalnızca Nebi idi, "hâkim/yönetici" değildi!
Yalnızca semavi bir mesajı vardı ve o mesajı (dini), insanlar arasında yaymak ve genişletmek istiyordu.
O dönemde Nebi kabilesine diyor ki; "Kim beni bu nübüvvet konusunda desteklerse, benim aşiretim içerisinde getirdiğim bu dini yayma ve genişletme hususunda, o benim vasim ve halifemdir!"
Dolayısıyla, o ilk dönemlerde Nebi'nin elinde devlet yoktu ki onu yönetme hususunda birini kendine halife ve vasi seçmiş bulunsun! İmam Ali'ye "sen benim halifemsin" dediğinde, yani "dini yayma ve genişletme hususunda benim vasim ve halifemsin" demek istemiştir.
"Hükümeti yönetmek için benim halifemsin" demek istememiştir!
Şiilerin hatası şuradadır:
Şii alimler Nebi'nin bu hadisi ne zaman söylediğine bakmıyorlar.
Şayet Nebi bu hadisi Medine'de söylemiş olsaydı, makul karşılanırdı, çünkü Nebi Medine'de devleti tesis etmişti.
Sonuç olarak şunu söyleyeyim ki, Şiiler ile Sünnilerin hilafet konusundaki bu ihtilaflarının kökünde, makul bir gerekçe yoktur.
Daha doğrusu birbirleriyle düşmanlık yapmayı gerektirecek bir neden mevcut değildir.
İtiraf ediyoruz ki, 3 halifenin yönetimleri meşrudur ve Allah Teala her üçünün de mükafatını versin.
Çünkü onlar İslam'ı korudurlar! Şayet Şiilerin iddia ettikleri gibi İmam Ali Sakife'de bulunsa ve hilafeti elde etseydi, ilk günden itibaren İslam dini imha edilmiş olurdu.
Çünkü insanlar İmam Ali'ye düşmanlık besliyorlardı ve İmam Ali'nin cahiliye dönemindeki müşriklerden döktüğü o kanlar mukabilinde Kureyş sessiz kalmayacaktı.
Burada, Şiilerin de sürekli küfürler yağdırdığı çözmemiz gereken tek bir meselemiz kaldı ve onu da burada açmamız gerekir!
O da şudur:
Şeyh Ticani olarak bilinen bu Tunuslu Sünni kökenli alim, bu hadisten sonra Şii ekolüne geçmiş ve onunla ilgili bir de kitap yazmıştır! Yani onun Sünnilikten Şiiliğe geçişine bu hadis sebebiyet vermiştir.
Şeyh Ticani sürekli olarak münakaşalarını bu rivayet üzerinden yapmaktadır.
Söz konusu rivayet "Nebinin vasiyeti" ya da "Kırtas hadisi" olarak bilinir!
Nebi (sav), o sözünde şöyle demiştir:
Size bir vasiyet yazmam ve benden sonra asla sapıklığa düşmemeniz için bana bir kağıt ve kalem getirin!
Sahih-i Buhari ve birçok diğer hadis kaynaklarında da yer aldığı üzere, Nebi'nin bu sözüne Ömer b. Hattab karşı çıkmıştır.
Ticani ve bunun gibileri Ömer'in bu davranışı karşısında şöyle düşünmeye başlamışlardı:
Nasıl olur da Ömer Nebi'ye muhalefet edebilir? Demek ki Nebi, İmam Ali'yi kendi yerine vasi ve halife olarak tayin etmek istiyordu, bunu da Ömer fark edince ona karşı çıktı!
Yani Şia diyor ki, Nebi şöyle dedi: "Bana bir kâğıt ve kalem getirin, size öyle bir vasiyet yazayım ki, benden sonra asla sapıklığa düşmeyesiniz!"
Dolayısıyla Ömer de buna engel olduğu için ümmet içerisindeki tüm sapkınlıkların nedeni o oldu.
Yani Ömer bırakmadı ki Nebi bir vasiyet yazsın. Şayet Nebinin bir vasiyet yazmasına müsaade etseydi, bizim hepimiz ümmet olarak melek olurduk vs..
Çünkü Nebi, "benden sonra asla sapıklığa düşmeyesiniz" diye söylemişti. Ya da kimi rivayetlerde Ömer'in, "Nebiye hastalığı galip gelmiştir, ne konuştuğunu bilmiyor" vs. diye de söylediği geçer. Yani Ömer'in orada ne söylediği ile ilgili farklı rivayetler vardır.
Örneğin, şöyle dediği de nakledilir:
Nebi'ye ağrıları galip gelmiştir! Onun o yazısına ihtiyaç yoktur! vs.
Ömer bu sözü söylediğinde, orada bulunan 10-15 kişi arasında tartışmalar başladı.
Bir kısmı Ömer'i destekledi ve kâğıt kalem getirmeye gerek yoktur dediler, bir kısmı ise Nebi'yi savundu ve kâğıt kalem getirilmesinden ve vasiyet yazılmasından yana oldular.
Nebi'yi destekleyenler Ali, Abbas, Zübeyir vs. gibileriydi! Ticani açısından ümmet içerisinde baş gösteren sapıklığın sebebi, Ömer b. Hattab'dır.
Ben şahsen bu konudan şu sonucu çıkardım:
Şayet bu konuya uygun bir görüş belirtmek istiyor isek, Sünni-Şii'nin vs. görüşlerini ciddiye almadan nötr bir şekilde konuyu ifade etmek gerekirse, bu olayda şunu gördüğümü söyleyebilirim.
Ömer b. Hattab, Nebi'nin o teklifine muhalefet etmek ile sapıklığın sebebi olmadığı gibi, aksine "İslam dininin" bekasına da sebebiyet vermiştir.
Çünkü:
Birincisi:
Nebinin, İmam Ali'nin halife olacağına dair öyle bir vasiyette bulunacağı belli değildirç Kim böyle bir şeyi iddia ederse, ona şu söylenir: "Sen bunu nereden biliyorsun? Acaba Nebi'nin kalbine mi girdin?"
Nebi: "Bana bir kâğıt kalem getirin size bir vasiyet yazayım" demişti. Ama yazmadı!
Bu taktirde ey Şii alimleri! Siz Nebi'nin, İmam Ali'nin hilafetine dair bir vasiyet yazacağını nereden biliyorsunuz? Bu bir ihtimal değil midir?
Evet, Ömer de zeki bir insandı! O da Nebi'nin böyle bir vasiyette bulunabileceği ihtimalinde bulunabilirdi!
Ve biliyordu ki, şayet Nebi öyle bir şeyi vasiyette bulunur ise, işler hepten berbat oluverecektir.
Ve bir ihtimal bundan dolayı da konuşmaya başlayıp muhalefette bulunmuştur. Fakat böyle bir vasiyette bulunabileceği malum değildi dedik.
Yani bu durum, yakinlik/kesinlik sınıfından değil, ihtimaller sınıfındandır!
İkincisi:
Ey Şii alimleri! Siz diyorsunuz ki, İmam Ali'yi Allah ve Resulü Gadir-i Hum denilen bölgede hilafete tayin etti! Hem de 120 bin hacının huzurunda.
Yani İmam Ali'ye 120 bin kişi biat etti! Böyle bir durumda, Nebi'nin yazacağı o vasiyetin gücü ne olurdu ki?
Diğer bir ifadeyle: 120 bin kişinin huzurunda hilafeti onaylanan birinin, 10 veya 15 kişinin huzurunda halife oluşunun yazılması ne anlam ifade ederdi ki?
Çünkü İmam Ali'nin hilafeti 120 bin kişinin huzurunda artık netlik kazanmıştı!
Şiiler diyorlar ki:
"Ey Nebi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır!" (Maide :67) ayeti Gadir-i Hum' da nazil oldu! Nebi de bu ayeti bir kalabalık topluluğun önünde açıkladı. Ve yine bu ayete istinaden İmam Ali'yi o topluluğun önünde kendi yerine halife tayin etti! Buna karşılık, Nebi'nin yazacağı o vasiyet ne işe yarayabilirdi ki?
Yani Gadir-i Hum' da ki 120 bin insan Nebi'nin sözünü dinlemedikten sonra, bu 10-15 kişinin huzurunda yazılan vasiyetname mi dinlenecekti? "Alın bu yazıyı bir suyun içerisine koyup için" diyeceklerdi! Böylece o vasiyeti de bir kenara atacaklardı!
Diğer bir ifadeyle; şayet aleni olarak 120 bin kişinin huzurunda atanan bu şahsı o dönemin Müslümanları halife olarak kabul etmiyorlarsa, artık ne yapılabilir ki?
Üçüncüsü:
Şayet "illa da peygamber vasiyet yazmalıydı" dersek, peki o taktirde şu Kur'an'ı nereye koyacaktık?
Kur'an, "Biz kitabı sana her şeyin açıklayıcısı olarak nazil ettik" (Nahl:89) demiyor mu?
Ve yine Kur'an, "İnsanlara hidayettir" (Bakara: 185) değil midir?
Yani, ya diyeceğiz ki bu Kur'an noksandır ve Nebi'nin yazacağı o vasiyet Kur'an'ı tamamlayacaktı!
Böyle bir durumda da şu sorunun cevabını bulmamız gerekecekti:
Şayet Kur'an kâmil ise ve: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslamiyet'i beğendim!" (Maide:3) diyorsa, demek ki bu Kur'an ve din kamildir.
Ve Nebi de: "Size bir vasiyet yazayım ki benden sonra ebedi olarak sapıklığa düşmeyesiniz" diyorsa, o taktirde, şayet Nebi'nin yazacağı o yazı Kur'an'da mevcut ise, artık o yazıyı yazmasına ihtiyaç kalmaz.
Ve şayet Nebi'nin yazacağı o yazı Kur'an'da mevcut değil ise, demek ki Kur'an eksiktir! Yani Kur'an geride eksik bir şey bırakmıştır ve onu söylememiştir.
Kısacası, şayet Nebi'nin yazacağı şey, Kur'an'da mevcut ise, onun o yazıyı yazmasına ihtiyaç yoktur!
Şu hususun da bilinmesinde yarar vardır:
Şayet Nebi, yazacağı o vasiyetinde İmam Ali'nin halife olması gerektiğini belirtmiş olsaydı dahi, o dönemin Arapları yazılan o vasiyeti ciddiye almayacaklardı.
Yani Nebi'nin o günlerde o denli karizmatiği, gaybi yardımı, keramet ve mucizeleri, vahiy alışı vs. olmasına rağmen, Medine halkının neredeyse üçte biri münafıktı.
Acaba Nebi, o özellikleriyle birlikte onların arasında bulunmasına rağmen ona teslim olmayıp, fakat teslim olmuş gibi gözükenler (münafıklık edenler), onun o yazısından ötürü halife olan o şahsa mı teslim olacaklardı?
Çünkü Kureyşliler yeni İslam'a girmişlerdi! Hatta Hicaz yarım adasındaki yaşayan halk, Nebi'nin kendi döneminde bile irtidat etmeğe (İslam'dan çıkmaya) başlamışken, Nebi'nin yazacağı o vasiyeti İmam Ali'nin hilafetini teyit etmek için yazılmış olsaydı dahi, İmam Ali'nin pek de taraftarı olmamasından dolayı asla bir işe yaramayacaktı!
Zira tecrübe ile sabit olmuştur ki, Ali'nin etrafında samimiyetle ona taraftarlık edebileceklerin sayısı, 4 kişiden fazla değildi!
Onlar da Ammar, Mikdat, Ebu Zer ve Selman idi! Peki İmam Ali bu 4 kişiyle gidip Kureyş, münafıklar vs. ile savaşabilir miydi?
Açıkçası bu konuya şu cevabı verebiliriz:
"Ömer b. Hattab'ın Nebi'ye muhalefet nedeni aslında şudur: Nebi (sav) ölüm döşeğinde iken 10-15 tane sahabenin ileri gelenleri onun etrafında toplanmışlardı! Bu durum, her toplum liderine karşı yapılan bir saygının gereğidir.
Örneğin, Lenin de öldüğünde politbüro üyelerinin önde gelenleri ve asıl yönetimde yer alan insanlar da onun ölüm döşeğinin etrafında toplanmışlardı. Yani yoldan geçen normal insanlar bir toplum liderinin ölmek üzere olduğu odaya gelip onun başı ucunda toplanmazlar.
En yakınları ile dava arkadaşları o odada bulunurlar! Örneğin merhum imam Humeyni'nin hasta hanedeki ölüm döşeğinin etrafında oğlu Seyit Ahmet, o günkü Cumhurbaşkanı Rafsancani, eşi, kızı, özel adamları ve yönetimin en üst düzeydeki şahsiyetleri yerlerini almışlardı.
Nebi de odasında can veriyordu! Her sahabe değil, özel sahabesi ve yakınları orada bulunuyordu.
Nebi vasiyet yazmak için kalem kâğıt istediğinde, zannetmeyiniz ki bir tek Ömer b. Hattab ona muhalefet etti! Hayır! Odada bulunanlar ikiye bölündü. O ikiye bölünenler arasında tartışma baş gösterdi.
Yani Nebi'nin odasında yer alan seçkin sahabesi arasında, Ömer'in dışındakilerden de Nebi'nin bu talebine karşı çıkanlar oldu.
Peki neden karşı çıktılar?
Karşı çıkmalarının nedeni şuydu:
Hilafet konusu, dünyevi bir konudur! Sahabe de Nebiye dünyevi meselelerde muhalefet etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi.
Askeri, siyasi ve ekonomik meselelerde (yani Allah'tan vahiy alarak indirilmeyen konularda) Nebi'nin görüşlerine muhalefet ediyorlardı.
Nebi bu vasiyeti Allah'ın emri üzere yaptığını ifade etseydi ve "İnneni evsi minellahi/Ben bu vasiyeti Allah'ın emri olduğu için yazacağım" deseydi, ona kesinlikle muhalefet etmek söz konusu olmazdı.
Nebi orada, "Üridü en ektübe leküm/Ben sizin için bir vasiyet yazmak istiyorum!" dedi. Yani bu benim görüşümdür" dedi.
Ömer de baktı ki bu bir vahiy değildir ve Nebi kendi görüşü ile bu vasiyet işini halletmek istiyor. O da kendince bu işte bir tehlikenin bulunduğunu sezdi! Şayet Nebi İmam Ali'yi vasiyet etseydi, İslam yok olacaktı.
Kısacası, Ömer'in Nebi'ye muhalefet etmesi, dini bir muhalefet değildi. Bunun cevabını ne Şii ne de Sünni alimler verememektedirler! Cevap vermede sürekli sıkıntı çekmekteler.
Tekrar söylüyorum: "Hilafet meselesi" dünyevi bir meseledir, Nebi de sahabesine, dini meselelerde değil, "dünyevi meselelerde" kendine muhalefet etme imkânı vermiştir.
Dolayısıyla hilafet meselesi dünyevi bir meseledir! Kimi sahabenin de dünyevi bir meselede Nebi'ye itiraz etmelerinin hiçbir sakıncası yoktur.
Bunu onlara Nebi öğretmişti ve onların itirazları sonucu da kendi görüşünü değiştiriyordu. Daha iyi ve maslahata uygun bir görüş duyduğunda, kendisi de o görüşe uyuyordu.
Nitekim kimi tarihi kayıtlara göre Nebi, bazı itirazda bulunan sahabenin sözlerine uymuş ve kendi görüşünden vazgeçmiştir.
Dolayısıyla vasiyet yazma konusunda da Ömer b. Hattab'ın itirazda bulunmasının herhangi bir şer'i sakıncası söz konusu değildir.
İslam tarihinde Nebi'nin bu vasiyeti yazmak istemesi ve Ömer'in buna muhalefet etmesi konusu: "Reziyyet ü yevmü'l- Hamis/perşembe gününün rezilliği" olarak kaydedilmiştir.
Bunun dinen bir sakıncası olmadığı gibi, hatta "cesaretiyle ünlü" olması hasebiyle böyle bir itirazda bulunması, Ömer b. Hattab için vacip bir durumdu da.
Yani Nebi'nin yazmak istediği bu vasiyetin önünü alması ve muhalefet etmesi, Ömer'e gerekliydi. Çünkü bununla İslam korunacaktı.
Ömer b. Hattab, İmam Ali'ye karşı herhangi bir nefret duygusu taşımamakla birlikte, Arapların ve Kureyşlilerin sonraları bu vasiyet işine uymayacaklarını, sonradan bölünmeler ve savaşlar çıkacağını, Kureyş ile Ensar arasına kavgaların baş göstereceğini, ümmetin parçalanacağını ve bu vasiyet yüzünden yeni filizlenmekte olan bu dinin kuruyup gideceğini çok iyi biliyordu.
En son olarak şunu da arz edeyim ki; Hz. Nebi (sav) Arap'ın İmam Ali' yi sevmediğini çok iyi biliyordu. Bundan dolayı da onun hilafetini teyit için böyle bir vasiyet yazacağı belli değildi.
İkincisi: Şayet Ömer bunu bilerek, o vasiyeti yazmaya muhalefet etse dahi, hüsn-i niyetinden dolayı karşı çıktı.
Daha doğrusu sonradan fitne ve savaşların çıkıp, İslam'ın ilk doğduğu günden itibaren yok olup gitmesini önlemek için bu vasiyet yazma işine muhalefet etmiştir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish