Geçtiğimiz hafta, "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" kapsamında ülkemiz genelinde pek çok etkinlik gerçekleştirildi. Böylesi bir zamanda yirminci yüzyılın etkili politika teorisyenlerinden biri olan Hannah Arendt’in kitabı "Kötülüğün Sıradanlığı" üzerine yeniden düşünmemiz yerinde olacaktır.
Söz konusu kitabında, Yahudi soykırımının etkili isimlerinden biri olarak sunulan Adolf Eichmann'ın acımasız bir canavardan çok, son derece normal bir insan olduğuna işaret eden Arendt, özellikle düşünme ve yargı yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl da sıradanlaştığına dikkat çeker.
Hitler’in otoritesi altında çalışan üst düzey bir Nazi subayı olarak görevi, Yahudiler’in toplama ve imha kamplarına nakil işlemlerini organize etmek olan Eichmann, savaşın sona ermesinin ardından kaçarak ismini değiştirir ve Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in San Fernando semtine yerleşir.
Ancak, Eichmann, 1960 yılında MOSSAD tarafından yakalanarak İsrail’e getirilir. Milyonlarca insanın ölümünün sorumlularından biri olan Eichman burada yargılanacaktır.
Dünyanın hemen hemen her yerinden duruşmaları takip etmeye gelen pek çok insan, mahkeme heyetinin karşısında acımasız, gözü dönmüş bir cani görmeyi beklemektedir. Ancak bu insanlar karşılarında sakin, yumuşak başlı sıradan bir insan ve bürokrat görürler.
Eichmann’ı tanıyanlar da onun cana yakın, güler yüzlü ve sevilen bir insan olduğunu söylemektedirler. Duruşmasında mahkeme heyeti Eichmann’a tüm bunları neden yaptığını sorar. Eichmann savunmasını şöyle yapar:
"Çok sayıda insanın yer aldığı, muntazam işleyen bir sistemimiz vardı ve ben o sistemin bir parçasıydım. Her şeyi, nasıl yapılması gerekiyorsa o şekilde yapıyordum. Ben sadece emirleri uyguluyordum."
Arendt, Eichmann’ı, "Bürokratik, sığ ve basmakalıp bir cümle kurmaktan öteye geçemeyen aciz bir insan" olarak tanımlar. Sonuçta, Eichmann’ın kendi fikirleri olmayan, düşünmeyen, yalnızca itaat eden, dolayısıyla, kendisine söyleneni sorgulamadan yapan bir insan olduğu aşikârdır.
Aslında Eichmann da tıpkı diğer insanlar gibi akıl sahibidir. Yalnız o aklını başkasının iradesine teslim etmiştir. Oysa insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği akıl sahibi olmasıdır.
Tam da bu noktada 18. yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant’ı anmamız yerinde olacaktır. Kant’a göre ahlakın kaynağı insandır. Akıl sahibi olan insan, ahlak ilkelerini kendisi koyar ve kendi iradesiyle bu ilkelere uyar. İnsanın özgür bir varlık olmasını olanaklı kılan da yine akıl sahibi olmasıdır.
Özetle, akıl ahlaki değerlerin kaynağıdır. Kant’ın gözünde insan, ahlâk yasalarını tüm insanlar için geçerli olabilecek şekilde koyduğu içindir ki ahlâk yasaları evrensel ve mutlaktır. Evrensel ahlâk yasalarına uyduğu sürece de insan özgürdür. O halde Kant’ın perspektifinden yorumladığımızda, insan ancak akla dayalı ahlâk yasalarına uygun eylediği sürece özgürdür.
Öte yandan, Kant’ın gözünde hiçbir şeyin aracı olmaması gereken insanın bizzat kendisi amaçtır. Oysa Eichmann kendi aklını bir başka iradeye hiç sorgulamadan teslim ederek söz konusu iradenin kölesi olmuş, hem kendisini hem de ölüme gönderdiği insanları nesneleştirmiştir. İşte, 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunanlarla Eichmann’ın ortak noktası budur; kendi aklını bir başka iradeye hiç sorgulamadan teslim etmek…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish