Dosya/Soruşturma: Türkiye'de sağlıklı bir eleştiri ortamı ve sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mı? (10)

Mustafa Orman, 'soruşturmanın' son bölümünde Ayfer Feriha Nujen, Cihat Duman, Hasip Bingöl, Kerem Bakıcı ve Sedat Demir ile konuştu

Fotoğraf: Pixabay

Onuncu bölümle birlikte soruşturmayı sonlandırıyoruz. Soruşturmaya son bölüm dahil toplamda 41 yazar-şair katıldı. Türkiye'deki eleştiri ortamı ve yazar-editör ilişkisi üzerine çeşitli cevaplar aldık.

Genelde birkaç kişi hariç, cevapların çoğu birbirine yakın diyebilirim. Söylemde her şeyin güzel ve şaşalı olduğunu elbette biliyoruz; eyleme gelince her şey birdenbire çoraklaşıyor.

Gündelik hayatın sınırları içinde konuştuklarımız, sustuklarımız, gösterdiklerimiz bir çırpıda itibarsızlaşabiliyor.

İnsan ilişkilerinin saf bir sevgiyle yaşanmadığı, ideolojik gölgelerin etkili olduğu, sevme ve sevmeme meselesinin bununla ilgisi yok sayılmayacak derecede çoğunluktadır.

Bir kitabın okunma, eleştirilme pratiği elbette saydıklarımla bağlantılıdır. Yazarların birilerini memnun etmek, birilerine şirin görünmek gibi kaygısı hiç olmamalı.

İşini kendi iç dünyasına göre dizayn etmesi gerekirken okura göre dizayn edince giydiği elbise ya dar geldiği için yırtılıyor ya bol geldiğinden elbisenin içinde kaybolup gidebiliyor.

Elbette bunlar kişisel bir tercih. Böyle bir yaşam geliştirmek de kendi kişisel yaşamında insan ilişlerinde gözettiği politik tutumla ilgilidir.

İstediği ölçütlerde yaşayabilir kimse buna karışamaz. Ama söylemiyle eylemi çatıştığı anda söylenecek hiçbir şey geriye kalmıyor.

Bu yüzdendir ki, yazarların herkesle iyi geçinme hastalığından bir an önce kurtulması gerekir. 
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Yazılan kitaplara ve okurlara baktığımızda, gün geçtikçe özellikle öykünün beyaz yakalıların eline geçtiği, yazılan eserlerin de çoğunlukta onlara hitap edilerek yazıldığı görülmektedir.

Yazarlığın atölyelerle satılabilen bir alana dönüşmesi çoğu sorunu da beraberinde getirmektedir.

Elbette herkes yazsın, okusun. Herkesin temennisi bu yönde. Fakat "Neden yazmamalıyım?" sorusunu da sormak lazım.

Herkes yazacak diye bir kural yok, iyi okurlara da ihtiyacımız var. Ve kitaplarda ele alınan konulara gelelim.


Tunç Kurt, sekizinci bölümde, "Sadece ben değişmedim, içinde bulunduğum dünya ve ülke de değişti. Bugün yaşanan haksızlıkları yarınlara nasıl taşıyacağız? Sesi kesilmiş basınla mı? Burada yazarın devreye girmesi gerektiğine inanıyorum. O sürekli 'yazar çağına tanıklık etmeli' sözü tam da burada kıymetli hale geliyor. Yazar bunca acının sözcüsü olmak zorundadır. Günümüzde 'sadece' bireyin iç dünyasını anlatan öyküler görmek açıkçası bana tuhaf geliyor. Oysa aynı ülkede yaşıyoruz, aynı devletin tahakkümü altındayız, aynı hak ihlallerine maruz kalıyoruz. Aynı cinayetlere tanık oluyoruz. Aynı şeylerden nefret ediyoruz. O halde neden bunları anlatmıyoruz?" diyordu.

Dokuzuncu bölümde ise Gökçe Bilgin'in "Sanatçının eleştirmenlere yön verdiğini yazdıklarıyla eleştirmenler yarattığını düşünürüm. Eminim bu düşünce tipi eleştirmenlerin canını sıkabilir. Bence iyi kitaplar eleştirmenler yaratırlar ve eğer eleştirmenleri teorisyenler olarak düşünmüyorsak onlara rastlamak mümkün olmalıdır" yorumu da es geçilmeyecek derecede önemlidir. 


Editörlük sorusuna birkaç kişiyi kenara koyarsak verilen cevaplar neredeyse yakındı. Kimi bu konuda henüz bir tecrübeye sahip değilken kimi ise bu yoldaki deneyimini aktardı.

Birkaç kişi de sorunun kaynağına inmeye çalıştı. Özellikle bu konuda Nurullah Kuzu'nun değinmiş olduğu noktalar önemlidir.

Kuzu, "Kurumsallaşmanın beraberinde yozlaşma getirdiği gerçeğini bir kenara bırakalım, piyasadaki kirliliğin yetkin olmamakla çok az ilgisi bulunur. Çünkü bu işin birçok parametresi vardır. Editörlük bunlardan yalnızca biridir. Sizden şaheser bekleyen aynı editör, yayınevinin çıkarları için Zülfü Livaneli'den, sadece totale hitap eden popüler bir konuda ajitatif bir ürün bekler. Ondan kazandığı parayla da çok az satacak beş altı güzide eserin basılmasını sağlar. Ama araya iki tane de arkadaşını katar ve en çok onlardan konuşulur. Sosyal medyada çok "tık" alırlar ve bir bakarsınız ödül de almışlar. Kitleselliğin, popülaritenin özelliği budur, her yerde karşınıza çıkarak size kendini dayatır. Yine de temennimiz ortak: Sıkı edebiyat olarak lanse edilen, arka kapakları kıvılcım saçan, insanı okumaktan soğutan niteliksiz kitapların hiç olmamasını dilerdim. Bunlar oldukça da editörlük sorgulanmaya açıktır" yorumunda bulundu. 


Bu bölümde Ayfer Feriha Nujen, Cihat Duman, Hasip Bingöl, Kerem Bakıcı ve Sedat Demir soruları yanıtladı.

Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur.

Dostoyevski'nin İnsancıklar romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.

Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır. Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir.

Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur.

Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan Sivastopol romanında, Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in Babalar ve Oğullar romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin İnsancıklar romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.

Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda.

Size soracağım soru şu olacak:

Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce?

Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?


Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.  


Ayfer Feriha Nujen: Gerçek bir entelektüel olmak gerekiyor
 

ayferferihanujen.jpg
Ayfer Feriha Nujen

 

1) Gerçek bir entelektüel olmak gerekiyor. Türkiye'de yazanların koşulları buna uygun değil, uygun olanlarınsa ilgi alanları bu değil. Yani entelektüel olmaya.

Bu ilgi, alan ve koşullara sahibim ama kesinlikle bir eleştirmen değilim. Eleştiri metni diye okuduğum pek çok şeye bakarak şunu söyleyebilirim:

-Ben yazarak öğrenenlerden olduğum için ve bu metinlerden de bir şeyler öğrenemediğim için- ben eleştirinin ne olduğunu bilmiyorum ama okuduklarımın eleştiri olmadığı biliyorum.

En azından bu ülkedeki eleştirmen formatının karşılığı değilim. Yaslandığım bir kanon da yok. Bağımsızlığa inanıyorum. Bu yüzden benim böyle bir iddiamda da asla olmayacak.

Bir kitabı, bir yazanı asla keşfettiğim düşüncesine kapılmam. Onunla ilgili ilk ve en muhteşem sözleri ben etmiş bile olsam.

Yazdığım bir kitapta, bir yazarda ben ancak kendimi keşfettiğimi, geliştirdiğimi söyleyebilirim. Bu düşünce beni terbiye etsin diye söylemiyorum bunu, bu gerçekten böyle olduğu için söylüyorum.

Ağzının tadını bilen, kulağının ahengini yakalayan, gözünün gördüğünü kendince anlamlandırabilen sıradan bir okurum sadece ama sıralamayı bozmak gerektiğinde o sıralamayı bozan bir sıradan okur. 


Bu beni bu konuda ömür harcasam yetkin yapmaz."Yetkinlik" denen şey üzerine yazılar yazılan, sözler edilen her şeyin önüne geçer.

Bazılarımız sırf bu yüzden yazıyor, "yetkin" olarak anılmak için. Ona yön veren, ona şekil veren kişi olarak öne çıkmak için.

Yazılmış metnin önüne bir başka metni koyma çabasıdır bu. Ben bunları yapamam. Yapanlara da göz yumamam.

Kimsenin yazın hayatından çalamam, kimsenin itibarını bir kemirgen gibi kemirip duramam ve kimsenin varlığını yükselmek için ayaklarımın altına da alamam, onun üzerine kimsenin etmediği sözler ederek üstelik.

Çünkü bu insanı "yetkin" yapmaz, hırsız yapar. İtibar hırsızı. Ya "seni ben yarattım" olacak ya da "seni ben yaratmadım, hadi bakalım in oradan aşağıya!" Bu eleştiri değil ki, bu zorbalık düpedüz. Bu yol kesmektir.


Göz, insana görsün diye verildi; kör bile olsan görürsün, çünkü görmenin başka biçimleri de var. Kitaplar ve yazanlar üzerine yazmak bunlardan biri.

Ne gördüğünü söylersin, ne olması gerektiğini değil. Onu ancak tahlil edebilirsin, onu değiştirme hakkını kendi göremezsin.

En iyi eleştirmen bile olsan buna sen karar veremezsin. Ha şu var, dil üzerine dili bağlayan her şeyde uzamansındır, o halde dil ile ilgili konularda bunu yapabilirsin.

Yani ne kitabın sonunu değiştirecek sözler edebilirsin ne de gidişatını. Yazılış tekniği üzerine sözler edebilirsin, dile hasar veriyorsa ya da dili en iyi biçimde geliştirmeye yönelik bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmışsa vb.

Ben sadece bakış açımı geliştiriyorum. "Buradan da bakılabilir" diyorum. Bir çocuk kitabından iktisat teorileri çıkarabilir misiniz örneğin? Ben çıkarırım.

Çünkü ben böyle yaklaşıyorum kitaplara, böyle bakıyorum. Ona bir şeyler dayatmak yerine onun bana neler verdiğini söylüyorum.

Bu yüzden okurken ne yazarın kim olduğuna ne de kitabın türüne bakmıyorum. Ne söylemiş ama nasıl söylemiş bunlara bakıyorum.

Eleştiri metni yazamaz mıyım, yazarım ama zalim bir mürebbiye gibi değil. Çünkü bıçak tutmakla neşter tutmak aynı şey değil. Biri bozmak biri onarmak içindir.

Bazıları bazı şeyleri neşterle de bozabilir. Bunun için ayrıca çalışanlar var. Benim bıçakla da neşterle de işim olmaz. Yara mı var, ben onu üflerim soğutmak için. 


Üstelik onunla ilgili ne bir kuram içeriyor ne de bütün eksikliklerine rağmen onun gelişmiş yanından kuramsal sözler ediyorlar. Yani ne kendini geliştiriyor ne onu.

Bunu görmediğimi söylersem yalan söylemiş olurum. Ben bunu yapamam örneğin. En kötü metnin bile benim metinlerime ihtiyacı yok, yazan biri yaza yaza öğrenir yazmayı.

Ama benim o en kötü metni bile okumaya ihtiyacım var. Yazdığım kitaplara dikkatli bakılırsa muazzam hataları, kusurları var ama onları benim için kusursuz yapan da bu.

Takılıp düştüğü yerden kalkma biçimlerinin yarattığı atmosferi seviyorum. Tam orada çabaladığını görüyorum, bu çabalamanın hatırı için yazıyorum. 


Pek çok kitap üzerine yazılmış metinler okudum -okuyorum- özellikle onları okuyorum ama hiçbirinde onu geliştirecek, onu yazanı yüreklendirecek sözler bulamıyorum.

Çok aşırı yüreklendirici yazıların da şahsi bağlar üzerinden yazıldığını biliyorum. Eleştiri bir kitabı ya da herhangi birini ya da bir şeyi kırmak, onun kendi varlığını oluşturmaya çalıştığı yerden koparıp atmak değildir ki.

Eleştiri kusurlar bulma sanatı da değildir. Bildiğini söylemek için bir üstünlük kurma alanı da. "Ben herkesten daha iyisini yazarım"ın bir şova döndüğü bir yer de olmamalıdır.

Aksine, bunun için bir rehabilite alanıdır. Biz toplum olarak hiçbir şeyi iyileştirmek istemediğimiz için bunu böyle değerlendirmiyoruz.

Hata yapıyoruz. Çünkü biz hatalarımızda ısrar eden ve bununla gururlan bir toplumuz. 


Kitaplar üzerine metinler yazmak kitapların önündeki engelleri kaldırmak içindir, en azından benim amacım bu.

Eleştirel bir alanda yazı yazıyor olmam beni eleştirmen yapmaz, bunu hep aklımda tutuyorum.

Tamam, sen bir kitap üzerine belki çok şahane lakırdılar ediyorsun ama bir adım sonra 'seni ben yarattım' moduna giriyorsun.

Oysa eleştiri bir yaratıcı mecra değil. Zaten bir şekilde var olmuş, varlık bulmuş -estetik bir objedir de aynı zamanda kitap- bir şeyin sende yarattığı itkiler halesinden etkilenmiş biri olarak daha küçük haleler yaratıyorsun sadece.

Orada gördüğünü söylersin; doğru ya da yanlış, eksik ya da tamam. Bu da onu var etmeyen onun varlığından etkilenen biri yapıyor seni.

Etkilediğin değil, etkilendiğin bir şeyden sözler ediyorsun dolayısıyla. Öte yandan insanlara kitaplar fırlatan tanıtıcı metinler de yazmamaya çalışıyorum.

Bugün eleştiri köşelerinde çoğunlukla yapılan şey de bu. Fakat bazılarımız öyle hırslı, öyle kibirli, öyle hınç dolu ki bu yazıları yazdıkları alanı çoğu zaman başka amaçlar uğruna işgal ediyorlar.

Bir Belinski olmak isterdim ama milliyetçi-ırkçı bir Belinksi değil. Önemli biridir, önemsenmelidir ama kimse kusursuz değildir. Beliniski de.

Yani henüz keşfedilmemiş bir yazanı keşfetmek ya da herkesin gördüğü bir 'şey'i herkesin göremediği bir açıdan değerlendirmek o kitabı yazana katkıda bulunmaktan ziyade okurla bir şeyler paylaşmak adına önemli.

"Ben de buradan baktım, böyle gördüm" demek daha samimi geliyor bana. Yani ben kendi adıma kendi metinlerimi tanıtım metinleri olarak da değerlendirmiyorum, içerik olarak.

Belki bu kulvardaki küçük tatlı tek özelliğim akademik dilin ve yaklaşımın o soğuk dilini kırıyor ve herkesçe anlaşılmasına çabalıyor olmamdır.

Ne eleştiri metni yazıyorum dolayısıyla ne de tanıtım metinleri. Ben yazdıklarımda insanlara kitap okumalarını "rica" ediyor ve o kitabı nasıl okuduğumu anlatıyorum. 


Çoğunluk belki böyle düşünmüyor olabilir, yani felsefi açıdan bakmıyor ama her şeyde olduğu gibi bu konuda da felsefi açıdan hiçbir şeyi doğrulamak mümkün olmadığından eleştirilerin de eleştirilmesi gerekiyor; eleştirinin olmadığı bir yerde eleştirinin eleştirilmesi bir hayal olarak kalıyor.

Kısırlaştırılmış bir alan bu alan. Türkiye'de 'eleştiri yok' diyemem ama. Post-modern ve akıcı dijital mecralarda kapıldığımız süratli popülizm bazı şeylere büyük kötülük ediyor.

Bu kötülük de sahih eleştirel metinlerin görünmesine engeller yaratıyor. Ben yazdığım kitaplara onları yazanlara, yayınlayanlara iyilik etmiyorum yani ama kötülük de etmemeye çalışıyorum.

Şunu da söylemek istiyorum: eleştiri denebilecek çok iyi fakat görünmeyen küçük ama güzel, etkili yazanlar, bunları yayımlayan mecralar da var. Görünmüyor maalesef.

Neden yayımlanacak mecra bulamadıklarını da biliyorum. Dayanaksız övgülerle dolu tanıtım metinlerinin eleştirel zemini kaplamasına izin verildiği için böyle oluyor bence.

Oysa hem bu zemini geliştirecek yazılar hem de ben de dahil pek çok yazanın metinlerini geride bırakacak eleştirel metinler var.

Kendimi bu alanda her şeye rağmen yetersiz gördüğüm için ama bunun için çabalayan biri olduğum için de -başkaları bunun aksini belki nezaket de söyleyebilir- o metinlerin ortaya çıkmıyor, okunmuyor, görünmüyor olmasına içerliyorum.


Bana sadece e-mail yoluyla gelen öyle metinler var ki; aklım almıyor nasıl yayımlanmaz, kendine  nasıl yer bulamaz bu metinler? Çok yazık.

Görünür olanlarsa kendi kendine hizmet eden metinler yazan -hiç sözümü esirgemeyeceğim- sadece kendi durduğu yerin ve ettiği sözlerin doğruluğunda ısrar eden kavgacı metinler yazıyorlar.

O alanda kendinden başka hiç kimseyi istemeyen metinler onlar. Hınç dolu, hırs dolu, kibir dolu. Kimseye bir şey öğretmiyorlar, çünkü zaten hiçbir şey öğrenmemiş gibiler.

Bir başkasından söz ederken bile "Ben! Ben! Ben!" diye bağıran metinler. Ne yazana ne yazılmışa ne de onu okuyana faydası olmayan metinler.

Bu nedenle eleştiri diye bir alan var ama orada eleştiri diye bir şeyin olduğunu düşünmüyorum. Bu işin hakkını verenleri tenzih ederim ama benim kuşağımda bu işi layık olduğu terbiye ile yapan -görünürde- yok.

Bomboş ve çorak bir arazi geliyor aklıma sadece "eleştiri" deyince. Bir çiçek açsa, basıp eziyorlar onu orada. En basit tabirle bu alanda yazılan tanıtım metinleri bile o metinleri yazanların içerikte kitaptan bağımsız hedef aldıkları her şeye, herkese  saldırılarından ibaret kalıyor.

Ya çok abartılıyor ya da sözün gelişi çalakalem metinler işte. Ona layık bir uslup yok bir kere. Sözümona öyle metinler okuyorum ki, insanın ağzına almayacağı sözleri metne alıyorlar.

Bu alanda ister tanıtım metni yazın, ister eleştiri metni benim gördüğüm şu: kimin bıçağı daha büyük, kimin kılıcı daha keskin. Komik ama gölgeler savaşı gibi.

Oysa ışık sönünce herkes aynı karanlığı tadacak. Çok kötü bir şeyi bile iyi ifade etmenin nezaketin bir gereğini olduğunu düşünmeden yapıyorlar bunu.

Nezaketin olmadığı yerde hiçbir şey olmaz ki. Bu biçimde yazan bir takım adamların adını anmaya bile gerek yok.

Bu mesele çok uzun mesele. Her zaman da bir mesele olarak kalacak sanırım. İnsan kendini tutuyor ileri derece kırıcı sözler etmemek için.

Bir kere bir metin yazarkan herhangi bir kitap üstüne adamcılığı bırakmak, "ben iyilik yapıyorum" havasından çıkmak ve o kitabı yayımlamış yayıncılara göz kırpmayı bırakmak lazım. Adaletli ve tutarlı olmak lazım. Çünkü adalet herkese lazım.

 

Cihat Duman: Rusya'dakine benzeyip benzememesinden öte Negatif bir evrim geçiriyor daha çok
 

cihatduman.jpg
Cihat Duman

 

1) Türkiye'de bir edebiyat gelişiminden/ mütekâmiliyetinden bahsetmek çılgınlık olur. Rusya'dakine benzeyip benzememesinden öte Negatif bir evrim geçiriyor daha çok.

Dolayısı ile nevi şahsına münhasır bu durumu başka memleketlerdeki ile mukayese etmek imkânsız. Rus tarihini ve Rus edebiyatı tarihini bilmediğim için soruya yarısından sonra cevap vermiş oldum.

Her kuşak bir önceki kuşaktan daha tatsız yazmakla birlikte her yazarın bir sonraki kitabı bir öncekinden daha basit oluyor Anadolu'da.

Burada, insanlar yazarlığa ve şairliğe avangart başlayıp devamında sıkıcı, konvansiyonel oluyorlar.

Siz Rusya'da eleştirmenler çalıştı ve günümüzde hala okunabilen yazarların doğuşuna vesile oldu diyorsunuz. Sanatçılar eğitilebilir kişiler değillerdir.

Kötü bir romancı başkasından ders alarak sonradan iyi romancı olamaz. Kurmaca erbabı, insan dediğimiz yarı deli hayvanı tanıdıkça kendini geliştirir.

Bunun için çok okuması ve gezmesi gerekiyor. Tarih, efsane, kutsal metin, biyoloji, astronomi, genetik, geometri, psikanaliz, antropoloji, iktisat okuyabilmelidir yazar.

Edebiyatçı, bize bazı konularda yalnız olmadığımızı anlatmalı ve biricikliğimize el koyabilecek hinterlanda sahip olmalı.

Edebiyatçının ihtiyaç duymadığı tek şey eleştiri yazılarıdır. Eleştiriler asla yazarlara değmez. Eleştirmenler arzu nesnesi olan edebiyata ulaşmak için eleştiri (bilim) silahını kullanırlar.

Eğitmek istemezler kimseyi. Maksatları kötüdür. Eleştirinin edebiyatla yakından uzaktan ilgisi yoktur. Edebiyatı ara yüz olarak kullanarak aslında retorik yapar.

Retorik yapmasa propaganda yapar. Onu da saymazsak sosyoloji yapar diyelim. Bedrettin Cömert kimseyi eğitmemiştir.

Asım Bezirci, Ataç, Orhan Koçak, Necmiye Alpay, Recaizade, Doğan Hızlan falan filan. Efendi köle diyalektiğinde konumlanmaya çalışmaktadırlar.

Özetle Reşat Nuri ve -belki- Atılgan'da iki kere pik yapan malum memleket edebiyatı Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinden beridir düşüştedir. Bir de Saatleri Ayarlama Enstitüsü, o kadar.    


Türkiye, Rus Edebiyatı, kanon… Bunlar çok eski kelimeler. Modası geçti böyle şeylerin. Kanon manon yok. Artık internet var. Yola bundan böyle kripto devam edeceğiz.

Ben bir roman yazdım. Basıldı. Sonra başka bir roman yazdım basılmadı. Bu iki eseri de bir dönme olarak, dönek olarak kaleme aldım.

Bu eserleri yazarken sadece döneklerle arkadaşlık yaptım. Sadece döneklerin edebiyatını okumaya çalışıyorum. Ailenin çocuğa verdiğinin tam tersini yapan herkes dönektir.

Bir nevi fırıldak edebiyatı diyebiliriz buna. Kimi etnik olarak döner kimi ideolojik kimi cinsel. Kanon demeyelim de benim favladığım yazarlar böyle yazarlar.

Özellikle dininden dönenler ilgimi çekmektedir. Dümdüz insan sevmiyorum. Kabzımal gibi. Peşin satan. 

 

Hasip Bingöl: Eleştirinin sevilmediği ve eleştiri kültürünün yerleşmediği bir zemin söz konusu
 

hasipbingöl.JPG
Hasip Bingöl

 

1) Edebiyat eleştirisinin tarihi, denebilir ki edebiyatın geçmişi kadar eskidir. Ancak bu eskilik, başlangıçta bir tür ve uğraş olarak karşımıza çıkmaz.

Bir tür ve uğraş olarak edebiyat eleştirisi, söz konusu geçmişe göre daha yeni sayılır. Guy Michaud, modern anlamda ve bir tür olarak eleştirinin, 18'inci yüzyıl Almanyasında Lessing'in eleştirel metinleriyle ortaya çıktığını dile getirir.

Nitelikli edebiyat üretiminin yaygın olduğu gelişmiş ülkelerde eleştiri, kuramsal olarak gelişip bir kanon oluştururken, ne yazık ki bu coğrafyada kimi bireysel çabalarla sınırlı kalmış/kalıyor.


Türkçe edebiyat bağlamında meseleyi irdeleğimizde, eleştirinin gelişmemesinin pek çok sebebi öne sürülebilir.

Eleştirinin sevilmediği ve eleştiri kültürünün yerleşmediği bir zemin söz konusu. Uzunca zamandır eleştiri adı altında yayınlanan pek çok metin, esasında tanıtım işlevinin ötesine geçmemekte.

Batı'da bu türden tanıtım yazılarına review, tanıtımı yazana reviewer denirken nedense bizde eleştiri ve eleştirmen makamları uygun görülmüş.

Hal böyle olunca adına eleştiri denen şey "dostlar alışverişte görsün" yahut "ahbap çavuş" ilişkisini aşamayan vasat metinlerin ötesine geçemiyor.


Sünni ortodoksi bir gelenek üzerine inşa edilen bu edebi zemin, eleştirinin kurumsallaşması ve kanonlaşması önündeki önemli bariyerlerden biri olarak zikredilebilir.

Böyle bir atmosferde edebi üretim yapanların aynı zamanda kendi ürünlerinin eleştirmeni olmaları kaçınılmaz.

Esasında, burada sorunlu bir durumdan söz açtığımın farkındayım. Metin yaratıcısının kendi eleştirmeni olması pek de mümkün değil.

Yazarların kendi metinlerine yabancılaşıp bu gözle onları irdelemeleri oldukça zor. Ancak yazar ve şairlerin kendi metinleri dışında başka metinlere dair dile getirdikleri şeyler, kendi eserlerine dair ipuçları verir bize.

Burada kendi ürünlerinin eleşetirmeni ile kastettiğim, biraz da budur. 


Her şeyin bir gösteri ve teşhire dönüştüğü, nitelikli okurun görece azaldığı, okuma ve düşünce ile araya konan mesafenin büyümesi ve okumazyazarların giderek çoğalması ile beraber, eleştiri artık uzak durulan, riskli bir meşgaleye dönüşüyor.

Keza bu tür eserlerin yayınlanma, okura ulaşma yahut kendi okurunu oluşturması da son derece sıkıntılı.

Böyle bir iklimde bireysel çabalarla eleştiriye emek verenler hemen hiç görülmezken, kendi eserlerinin eleştirmeni olmak mecburiyetinde kalanların ürettikleri metinlerin ne denli nitelikli oldukları ise bir başka açmaz.


Yazar için eleştiri metinleri, her zaman için ufuk açıcı olma niteliği taşır. Bu anlamda yazarların yaslanabilecekleri kanonların varlığı her zaman için kıymetlidir.

Ancak şiir için bunu söylemek zor. Şiir, her şeyden önce bir dil meselesidir. Şiir, alışılagelmiş bütün kalıpları kırıp sarsan, kendine özgü bir dile sahiptir.

Dolayısıyla şair, bir kanona yaslanıp şiir yazmaktan ziyade, kanon oluşturma düşüncesiyle hareket etmeli. Bağlamda kendi şiirimin inşasında yaslandığım bir edebiyat kanonundan söz edemem.

 

Kerem Bakıcı: Edebiyat bir savaş alanı, yazarlar da birer savaşçı değildir
 

kerembakıcı.jpg
Kerem Bakıcı

 

1) Türkiye'de Belinski ve çağdaşlarının oluşturduğu benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün değil.

Çünkü edebiyatımız herhangi bir yazar topluluğu, akademisyen, eleştirmen veya edebiyat tarihçisinin ortaya koyduğu eleştiri ilkeleri üzerine inşa edilmedi.

Bu, edebiyatımızda herhangi bir edebiyat kanonunun olmadığı anlamına gelmiyor elbet. Siyasetin bazı ideolojileri baskı aracı olarak kullanmasıyla oluşan kanonlarımız var.

Bu kanonlar ya devlet politikasına uygun bir şekilde ortaya çıktı ya da karşıt bir görüş olarak kendini gösterdi: Milliyetçi, muhafazakâr, Marksist, Kemalist kanonlar gibi.

Bu kesimler kendilerine uygun ideolojiye göre eserler verdi. Siyasetin ağır yükünü bu derece sırtında taşıyan bir edebiyatın, yapısal eleştiriye kucak açamamasını normal karşılamak gerekir. 

Edebiyat bir savaş alanı, yazarlar da birer savaşçı değildir. Zırh savaşanı tehlikeden korur, yazanı değil. Bu yüzden üzerimizde bulunan tüm zırhlardan arınmalıyız.

Eleştiri oklarının göğsümüze saplanmasına izin vermeliyiz. Eserimin itibarı yerle bir olacak korkusu olursa vay halimize. İyi bir eleştirmen o zırhları tek tek üzerimizden soyandır. Yazarın gözünün yaşına bakmak, ilerlemeye ket vurmak anlamına gelir.

Peki, edebiyatımızda bu tarz eleştirmenlerin varlığından söz edemez miyiz?

Söz ederiz etmesine ancak ideolojiye saplanıp kalan edebiyat uzun bir süre o eleştirmenlerin gücünü tam anlamıyla hissedemedi.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Berna Moran, Fethi Naci, Nurullah Ataç, Asım Bezirci, Cemil Meriç, Tahsin Yücel veya Mehmet Kaplan gibi önemli isimlerin varlığı inkâr edilemez.

Ama yeterli mi bir soralım kendimize? Bir de günümüze bakalım isterseniz. Eleştiri adı altında yazılan birçok yazının aslında eser tanıtımı, fikir yazısından öte bir işlev taşımadığını görüyoruz.

Twitter gibi sosyal medya hesaplarından sert yazılar yazanlar oluyor arada ancak onlar da yazarlarla tanıştıkça üsluplarını yumuşatma eğiliminde oluyor. Ahbap edebiyatı eleştirmenliğini kırmamız gerekiyor.

Yaslandığım, gücümü oradan aldım dediğim bir edebiyat kanonu yok. Birçok kanonu takip eder, okur, eleştirir ve üzerine düşünürüm.

Ancak herhangi birine yaslanmayı düşünmedim bugüne kadar. Öykülerimi dergilere gönderdiğimde de ayrım yapmadım. Hayatın her alanında olduğu gibi bu alanda da çok seslilikten yanayım. 

İlk kitabım Toprakta Büyür mü İnsan? iki ay kadar önce yayımlandı. Sosyal medya üzerinden görüşlerini ileten çok oldu ancak sevgili Ömer Kaya'nın yazısını onlardan ayırmalıyım.

Çok sağlam, kapsamlı diyebileceğim bir eleştiri yazısı kaleme aldı. Kendimi bu konuda şanslı hissediyorum.

Çünkü şurayı beğenmedim, bu öykü olmamış demeyi başarabilmiş. Bu eleştiriye ihtiyacımız var.

 

Sedat Demir: Entelektüellerimiz olumlu eleştiri ile olumsuz eleştiriyi ayırt edebiliyor mu?
 

sedatdemir.jpg
Sedat Demir

 

1) Türkiye'de Belinski'nin eleştirelliğinin oluşturduğu bir etkiden söz etmek biraz zorlayıcı. Biraz da şundan: iki edebiyatın yetiştiği düzlem farklı. Karşılaştırmak pek doğru olmaz gibi.

Türkçede Memet Fuat, Oğuz Demiralp, Nurdan Gürbilek, Bülent Somay, Mehmet Ergüven, Orhan Koçak gibi birçok eleştirmen var ancak benzer bir etkileri olmadı.

İkincil sözlü kültürün sanatta yoğunluğunun iyice etkisini artırdığı şu dönemde biraz zor. Ama karamsar olmamak lazım.

Bir kanona okurken yaslanabilirsiniz ama yazarken sanırım bunu yapamazsınız. Bernhard, Markson, Danilo Kis başta birçok yazar olmak üzere bir dizge veya Barthelme, Holst, Vonnegutla başlayan karıştırmayı sevdiğim bir periferi çıkarabilirim ama yazarken bunlara yaslanmaktan korkarım, etkilenme endişesiyle hemen uzaklaştırırım.

Türkçede ise şu an halihazırda yazılan ya da yapılan edebiyata sanırım baktığımızda doğrudan kanon diyemeyiz, belki merkezler diyebiliriz.

Kısacası okurken gıdasını aldığım kanon var ama yazarken değil ve kendimi herhangi bir merkeze yakın hissetmiyorum. 


Kurmacalarımı beklediğimden fazla kişi okudu, birçok eleştirmen arkadaşım da yazdı.

Alışkanlıkları kırmaya çalışarak yeniden yeniden tasarladığım ya da benzerliklerden kaçırmaya özen gösterdiğim metinlerdi.

Eleştirel gözle kurmacalarımı yeniden oluşturmaya çalıştığımda kendimi bir yere koyamıyorum. Kurmacaların içerisinde sanırım kendi yerimdeyim.

Yazdıklarım evim gibi, mutlaka farkında olmadan birilerine benzemişimdir ama daha çok geniş bir arazinin ortasında evim. Komşum yok gibi.

Örnek olsun diye söylüyorum, bir arkadaşım ülkemizdeki üç büyük siyasal süreci dozundan fazla keskinlik için yazdığımı söylerken başka bir arkadaşım politik açıdan suya sabuna dokunmayan bir içeriği söyledi. İki değerlendirmeye de bir cevabım, işin eğlencesi zaten bunlar. 

Metne yürütülen her eleştiri, metni yeniden yapar. Onu yapıt kılar. Bunu yaparken kendisi de bir yapıta dönüşür.

Hem değerlendirdiği yapıta yaslanarak, hem de ondan bağımsız. E dolayısıyla iki kere yapıttır, eleştiri metni. Ayrıca işlevseldir.

Kafka üzerine yazılanlarla Kafka'yı okumanın keyfi neredeyse birbirine yakınken, Kafka üzerine okunan değerlendirmelerle Kafka'ya gidersek farklı bir Kafka da okumuş oluruz.

Etti mi size üç Kafka. Kârlı bir iş aslında eleştiri okumak. 


Entelektüellerimiz olumlu eleştiri ile olumsuz eleştiriyi ayırt edebiliyor mu? Ettikleri ve her ikisini de kabullendikleri düzeyde eleştiri geleneğimiz var.

Eleştiri geleneğimiz var mı? Biraz sıkıntılı bir soru. Her kültür, kültür olabildiğince kendi sanatını doğurur. Ayrıksı, yeni, etkili metinler yazılabiliyorsa yorumunu, karşı sesini mutlaka çağırır.

Bu İskandinav buzullarında, Arap Yarımadasında ne kadarsa Türkiye'de o kadardır. Bir bakıma her yapıt kendi kuramını doğurur, her eleştiri yöntemi biriciktir. 
 

Soru 2: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.

Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür.

Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor. K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı.

"İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:

Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…

Yine bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.

Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız.

Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum: Sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar- editör ilişkisi var mıdır? 


Ayfer Feriha Nujen: Editörlük o kadar önemli bir iş ki, editörün bile editöre ihtiyacı var

2) Bu konu yukarıdaki konudan çok bağımsız görünebilir ama hiç değil aslında. Yani şöyle; iyi bir eleştirmenin bir editör bakışı olmalı ama bunun için de okuyan biri olmalı.

Zaten onun işi bu. Önce okumak. Gerisi bundan daha yorucu olmasına rağmen bunun ayrıntısı. Sanırım yukarıdaki meselede de olmayan şey bu. Bir editör havası var ama bir editörün bilmesi gereken pek çok şeyi bilmiyorlar.


Editörlük o kadar önemli bir iş ki, editörün bile editöre ihtiyacı var. Editörler yapı mühendisleri, mimarlar ya da inşaat ustaları gibidir bir nevi.

Yazan bir editör söz konusu olduğu zaman başkalarına kusursuz çalışırken kendilerine kör olan yazanlar grubuna giriyorlar çünkü.

Öte yandan Uğurlu'nun bu tespiti doğrudur. Olması gereken de budur. Fakat her yerde bu böyle değildir. Bunun böyle olmadığını bildiğim için söylüyorum.

İnkâr edilemez ilişki biçimleri var bireyler arasında da, kurumlar içinde de. Orada o kişiler arasında yapılan işlere de yansıyan ilişki biçimleri.

Bu ilişki biçimi her sektörde var. Ülkeleri idare edenler bile bu biçimde varlık sürdürüyorlar. "Memleketimden insan manzaraları" görüyorsunuz zaten.  


Edebiyat yazınsal tarihin bir miras gibi aktarıldığı -arşiv- bir alan olduğu için böyle kullanılmamalı.

Kurumsal olmak da bazı şeylerin önünü almaya yetmez, yetmiyor. Editör-yazar ilişkisi dolayısıyla her yerde her editörle yazar arasında farklı biçimlerde yürüyor.

Editör-yazar ilişkilerinin sağlıklı yürümesi çoğunlukla yayınevinin sağlayabileceği bir şey. Burada kurumsallık önemini gösteriyor ama her zaman değil.

Kurumlar içinde kurumdan habersiz işler de buna neden oluyor. Yani deseniz ki: "Şu kurumda editör-yazar ilişkisi sağlıklı mıdır?" ya da "şu editörle yazar ilişkisi sağlıklı mıdır?" ya da "şu yazarla editör…"

O zaman çok daha net cevaplar verebilirim. Bu konuda bir genelleme yapmak bazı editörlere haksızlık olur.


Bunun dışında editör olması gerekeni uygular, yazarsa olmasını istediği şeyler yönünde ısrar eder.

Bu tabi sağlıklı ilişkiler çıkarmaz ortaya. Bu işin kurallarını baştan söyleyen editörle zaten kimse sorun da yaşamaz.

Bundan evvel bu işin sağlıklı bir iş olup olmadığına o işe nasıl karar verildiği konusudur. Bu kararı sağlıklı biçimde almayan yayınevi yazar-editör arasında da oluşabilecek bütün problemlere peşin peşin neden olur.

Ben şahsen hiçbir yayınevine dışarıdan editör tavsiye etmem. Ve pek çoğu bu biçimde çalışıyor.

İçeriden dışarıya iş vermek konusunda bir sakınca görmüyorum ama dışarıdan içeriye iş almak konusunda pek çok sorun oluştuğunu bunun da yazar-editör ilişkisinde sağlıklı cereyan etmediğini söyleyebilirim.

Yayın yönetmenlerinin bile oturup okumaları gereken dosyaları "okutman" diyerek kurumsal hiçbir formatı olmadan ve kurumun içinde de kalıcı bir yer vermeden birilerine okutup onların karar verme zevklerine göre kararlar alıp verdiği bir ortamda pek çok şey kusurlu ve sağlıksızdır.

Çokbilmiş biri gibi sözler etmek çok da uzatmak istemiyorum ama kurumsallık önemlidir. Bu orada kurallarla iş yapmak demektir.

Kurallarla iş yapan bir editör çalıştığı yazarı tanır ve yazar da editörün çalışma biçimine aşina olur. Bu karşılıklı uyum sağlanmadıkça hiçbir ilişki sağlıklı sonuçlar doğurmaz.

Oluşabilecek bütün probleme en başında mani olabilmek için naçizane birkaç şey daha söyleyebilirim ayrıca: dost-ahbap-çavuş usulü çalışmadan kaçınılmalı, donanımlı editörlerle hikâyesi ya da dizeleri sağlam yazarlarla çalışılmalı.

Çevre, takipçi ve yanıltıcı kitleye adlanılmamalı. Çünkü bunlar beklentiler doğurur ama çoğu zaman hiçbir beklentiyi karşılamaz.

İşler bazen sıralı yürümez. Sırasızlık dengeyi bozarsa söz konusu ilişki biçimini de bozar. Bu yüzden sırayı bozanı sıradan çıkarmak lazım.

 

Cihat Duman: Hatta daha ileri gideyim, yayınevleri editör istihdam etmemelidir

2) Editöre maaş yerine çalıştığı kitaplardan telif ödenmelidir. Hatta daha ileri gideyim, yayınevleri editör istihdam etmemelidir. Nihayetinde her yazarın özel editörü olmalıdır.

Yayınevleri kitap tasarlanan ve basıldıktan sonra depolanan yerler olmalı. Yayınevi kitap tüccarıdır. Bu şirketlere ahlaki ödev yüklemek, edebi eser ekspertizliği yaptırmak sakat.

Bir yazar editörü ile birlikte yayınevine gelip kitabını sunmalı. Pazarlamacı kişinin de aralarında bulunduğu yayın kurulu oylama yapmalı.

Basılacaksa tashih, imla kuralları yazım yanlışları, anlatım bozuklukları düzeltilip dizgiye gönderilmeli.

Yayıncı araya bir editör çalışanını sokup kitabın çeşitli yerlerini değiştirtiyorsa huzur kaçar. Ya da editör, inisiyatif alarak yazara (şirketi adına) bazı tavsiyelerde bulunuyorsa keyif azalır.

İşte benim editör-yazar ilişkimde editör denen kişi bir kitap şirketi çalışanı değildir. Bir yazarın devamlı birlikte eser ürettiği yoldaş, arkadaş ve teliften gelen paranın ortağıdır.

Ve bu ilişki hayati öneme sahiptir. Editör alter egodur. Belki süper egodur. Asla fark edilmeyecek hataları ve kaçırılmış fırsatları derhal yakalar.

İşte Türkiye'de benim tarzımda çalışan kimse olmadığı içindir ki sağlıklı bir yazar editör ilişkisinden bahsedilemez. 

 

Hasip Bingöl: Türkiye'de editörlük kurumun işleme biçimi, öteden beri bana sorunlu geliyor

2) Doğrusu Türkiye'de editörlük kurumun işleme biçimi, öteden beri bana sorunlu geliyor. Bu sorun, hem yayınevi editörlüğü hem de dergi editörlüğü için söz konusu.

Eleştiriye dair söylediklerim büyük oranda editörlük kurumu için de geçerli. Eleştiri kültürünün kurumsallaşamadığı bir ortamda, elbette dört başı mamur editörlük beklemek fazlaca iyi niyetli bir yaklaşım olur.

Editörlük de eleştiri gibi kurumsallaşabilmiş değil, haksızlık etmek istemem; ancak hem geçmişte hem de günümüzde iyi diyebileceğimiz tekil editör örnekleri yok değil.


Edebiyatın, endüstrileşmenin bir parçası haline gelerek metalaşması ile birlikte tekil iyi örneklerin sayısı da giderek azalıyor.

Yayınevi sahipleri, ne yazık ki her şeyden önce piyasa ile ilgilenmekte. Piyasanın belirleyici olduğu bir yerde, salt ürünle var olmak ise hayli zor.

Böyle bir ortamda ürünün piyasadaki karşılığını okurdan önce, ikili ilişkiler belirliyor. İyi okurla varolamayan ürünlerin geleceğe kalması hayli zor.

Türkçe edebiyat için örnek teşkil etmesi bakımından, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı bu anlamda önemlidir.

Yayınevi bulmakta sıkıntı yaşayan Atay'ın imdadına Sinan Yayınevi yetişmese ve Atay'ın metnine inanmasa, belki de bugün bu muazzam roman hatta Oğuz Atay isimli bir edebiyatçı olmayacaktı.


Eleştiri konusunda yetkin, yönlendirici ve geliştirici editörler, önüne gelen metinlerin ilk okurları olmaları hasebiyle, salt yazara yol göstermekle kalmaz; aynı zamanda yazarların kendini aşmasında, eserlerin sorunsuz biçimde okurla buluşmasında başat rolü oynarlar.

Ne var ki şimdilerde yayın dünyasında geri bildirimlerle yazarın ufkunu açan, onlara yeni bakış açılarının kapısını aralayan ve sağlıklı işleyen bir editörlük kurumundan söz etmek oldukça zor.

 

Kerem Bakıcı: Editörün esere olan katkısı yadsınamaz bir gerçek

2) Bu konuda pek deneyim sahibi olmadığımı en başta belirtmek istiyorum. İlk kitabım yayımlandı, haliyle tek editörle çalıştım.

Yapı Kredi Yayınlarından Sevgili Füsun Yalçınkaya dışında herhangi bir editörü "eser ve yazara yaklaşım" anlamıyla tanımıyorum.

Son derece sağlıklı, herhangi bir sıkıntıya mahal vermeyen bir süreç yaşadık. Kelime hataları veya üsluptan ziyade öykülerin kurguları üzerine yoğunlaştık.

Öneriler geldi, anlaşılmayan yerler üzerine konuşuldu. Bu önerilere yeri geldi karşı koydum, yeri geldi hak verdim. Ortak noktada buluşabilmeyi başardık.

Editörün esere olan katkısı yadsınamaz bir gerçek. Yazar, yazdığına kördür derler. Ne kadar demlemeye bırakırsa bıraksın mutlaka göremediği, gözünden kaçırdığı noktalar olur.

İşte tam da burada editör devreye girer. Yazarın göremediği mantık hatalarını, cümle düşüklüklerini görür.

"Kurguda oturmayan, eksik kalan yanlar var" deyip önerilerde bulunur. Editör, bir kitaba son dokunuşu yapandır.

Peki, onların da yanlışı görmeme hakkı yok mu? Var elbette. Başarıların altında hatalardan oluşan devasa bir temel bulunur. Bizi güçlü kılan şey budur.

 

Sedat Demir: Okur mesleklerinden editörlük mesleği ülkemizde yeni yeni dikkate alınıyor

2) Sanırım bu maddeyle birlikte aksanım biraz değişecek izin verirseniz. Yazan bir insan olduğum gibi bir mesleğim de editörlük.

Editörlük ve eleştirmenlik, yazarlık ve çevirmenlik gibi "okur" mesleği. Tamamının görevi metinle işbirliği kurmak, metni geliştirmek.

Alıntı yapmadan konuşmaya özen göstereceğim. Şunlar bilinse ne güzel olur: okur (editör, eleştirmen) yoksa metin yok. Bir başkasının yorumuna kapalı metne metin demiyorlar.


Ayrıca her yazılan, defalarca okunmaya, yorumlanmaya muhtaç. İllaki ele kalem alıp wordü kırmızıya boyamaktan bahsetmiyorum.

Kurmaca ile iş birliği yapmak konusunda ısrarlıyım. Okur mesleklerinden editörlük mesleği ülkemizde yeni yeni dikkate alınıyor. Çok yeni.

Çok değil, 20 yıl önce seçkin yayınevlerimizden çıkan kitapların künyelerinde koca bir boşluk vardır: kitabın/yazarın adı + tuhaf bir boşluk + matbaa adresi. Kitap gökten inmiş handiyse.

Ancak yeryüzü akımları diyebileceğimiz feminist, post modern, fantastik soruşturmaların ithali bile nefes alıp vermeye başladıktan 20-30 yıl sonra yapıldı.

Bunda garipsenecek bir şey yok; öte yandan, Adidas, Toshiba markaları bile çok sonradan geldi ülkemize. Bu durumda yazar da editörle yeni yeni tanışıyor sanırım.


Latin Amerika'daki birçok yayınevinin adı "Edisyon" ile başlıyor. Tabii ki İspanyolca ifadeyle kullanılıyor.

Almanya ve İngiltere'nin ya da ABD'nin kendi dillerine çevirdiği kitaplar anadiliyle yazılıp basılanlara göre sanırım yüzde 4-5 civarında, en fazla.

Bizde ise bu oran yüzde 50-60. Evet, başladık ve bu oranlar arasındaki farkı ilerleyen 10 yıllarda kapatacağımızdan emin gibiyim. 


Her başarılı -başarının ne olduğunu sonra anlatırım- yazarın arkasında harika bir editör, önünde muhteşem bir eleştirmen mevcut.

Türkiye'de eleştiriyi sırtlayan birçok isim var. Daha çok isim olduğunda, bu insanlar mutlaka karşılaştıkları başarılı kurmacaları buradan şuraya götüreceklerdir. Ortamımız da olacaktır.

Gönüllülüğün ışığıyla, çok farklı görgü, yordam, teknik ve bilinçle. Editörler de öyle. Editörlerin de farklılıkları var tabi. Şu Amerikanvari bir tutum içerisindeyken, bu Avrupa merkezliliği esas alır.

Kimsenin işine de karışılmaz. Ne yaptığını bilen yazarlarımız var. Sınırların varlığını bilme görgüsüne, bu sınırların önünde beklemişlerin yordamına, bu sınırlarla baş edebilecek tekniklere, geleneğe yaslanırken geleceği müjdeleyecek olmanın bilincine sahip kurmaca yazarlarımız tabii ki var.

Onları karşılayacak aynı loncanın üyeleri eleştirmenlerimiz de var. Ben gelecekten ümitliyim. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU