Dosya/Soruşturma: Türkiye'de sağlıklı bir eleştiri ortamı ve sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mı? (9)

Fotoğraf: Twitter

Edebi çizgiden ve edebi eserin geldiği noktaya pay biçmek, şu dönemde dile getirmek gittikçe zorlaşıyor. Yazar ve yayınevi için kitap satışına çıkan bütün yollar mübah.

Haliyle doğal bir durum bu da. Yani nereden tutarsak tutalım her şey elimizde kalıyor. Elimizde kalmakla yetinilse o da bir şey. Yazarın ve yayınevi çalışanının gözünde nefrete dönüşebiliyorsun.

Üstelik bunu yapan yazar ve yayınevi çalışanlarının sosyal medya üzerinden "yaşam hakkı", "ifade özgürlüğü" konusunda söyledikleriyle çelişir noktaya gelmektedirler.

Bundan önceki soruşturmaların giriş yazılarının birinde tehdit eden yazarlardan bahsetmiştim. Birebir yaşadığım bu olayı zamanı geldiğinde açıklayacağım.

Hem de yazdıklarıyla birlikte. Bakalım her şeye suni, işine geldiği gibi tepki gösterenler tepkilerini koyabilecek mi? Vakti geldiğinde hep birlikte göreceğiz.

Çünkü bu insanlar herkesin gözünde Tanrı gibi göründükçe güç zehirlenmesi yaşayıp başkalarına da saldırabiliyorlar. Sosyal medya üzerinden ahlak ve demokrasi dağıtıyorlar.

Açıklamam bir şeyleri değiştirir mi emin değilim. Çünkü şeyh uçmaz murit uçurur, şiarıyla hareket ettiklerinden, hakkaniyet çemberine bir türlü uğramazlar.

Şakşakçılık yapmaktan, arkadaşçılık yapmaktan öte bir dertleri yok. Kısacası çoğunlukla kimsenin fikri yok, günlerini kurtarma derdindeler.

Üretmek yerine sadece konuşurlar, başka gündemler yaratıp bunun üzerinden kendilerini gösterirler. Geçen hafta Selahattin Özpalabıyıklar'ın İtalik Benim kitabında, kendisiyle yapılan bir söyleşiye "editörlük" konusu üzerinden değinmiştim.

Bu hafta da Talha Dereci'nin "Türkiye'de nispeten oturmuş bir edebiyat eleştirisi var. Peki, bunun olgunlaşmasını engelleyen ve kısa vadede de bu olgunlaşmayı zorlaştıran meseleler nedir?" sorusuna şöyle yanıt veriyor:

Türkiye'de genel olarak iş yapılmasını engelleyen bir şey var benim gördüğüm kadarıyla: Takım tutar gibi parti tutma, parti tutar gibi takım tutma. Dolayısıyla bütün alanlarda mensubiyetlerin abartılması, mensubiyetlerin aidiyet olarak değerlendirilmesi.

Mensubiyet kaçınılmaz olarak aidiyettir diye diye düşünülmesi. Herhalde sözcükler yeterince açık, Pasajlar okuruna açıklamaya gerek yok. Bir şeye 'mensup' olursun sen, eyvallah, ama ona 'ait' olmamalısın.

Hz. Ali'nin bir sözü var, ben bayılırım o söze: 'Sözünü öyle söyle ki' diyor, 'sözün senin kölen olsun; sen sözünün kölesi olma.'

Bitti. Bu yakınlarda gene okudum, kimindi hatırlamıyorum, daha önce aynı kişiden de başkalarından da okumuştum aynı şeyi:

'Elbette görüşlerimi değiştiririm' diyor, 'elbette değiştireceğim. Çünkü ben değişiyorum.' Yeri geldiğinde doğrudur 'Sözümün arkasındayım' sözü. 'Ama o zaman öyle söyledim. O zamanki doğru oydu.'

Dolayısıyla 'Bugün görüşüm değişti'yi de söyleyebilmeli insan. Ve tabii ki bütüncül -olumsuz anlamda bütüncül demek istiyorum- yani total bakmamak lazım.


Editörlük kurumu da yılların birikimiyle işlerini severek yapanların dışında, hemen hemen piyasanın ve zamanının yarattığı koşullara uymaktadır.

Bu konuda ileriki zamanlarda kitaplar piyasaya çıktıkça editörlüğün geldiği konumu daha net görmüş oluruz. 


Dokuzuncu bölümde Bekir Dadır, Bülent Çallı, Gökçe Bilgin ve İbrahim Varelci soruları yanıtladı.


Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur. Dostoyevski'nin İnsancıklar romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.

Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır. Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir.

Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur. Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan Sivastopol romanında,  Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in Babalar ve Oğullar romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin İnsancıklar romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.

Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda. Size soracağım soru şu olacak:

Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce?

Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?  

Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.  


Bekir Dadır: Edebiyatımızdaki eleştiri mekanizması sanırım 1950 kuşağı öykücülüğünden sonra kayboldu
 

bekir dadır görsel.jpg
Bekir Dadır

 

1) En sonda söylemem gerekeni en başta söylemekte yarar var. Edebiyatımızda eleştiri mekanizması yok. Edebiyatımızdaki eleştiri mekanizması sanırım 1950 kuşağı öykücülüğünden sonra kayboldu.

Memet Fuat ve Fethi Naci gibi isimleri saymazsak tabii. 2000'li yıllara baktığımız zaman bunun bazı olumlu örneklerine denk geldik.

Birkaç sene önceye kadar çıkan Öykülem dergisi bunun başarılı örneklerinden biriydi. Her sayısında eleştiri metinleri(Bir öykü dergisi olduğu için öykü eleştirisi vardı tabii) vardı.

Özellikle Orçun Ünal'a ayrılan ve neredeyse her sayıda yer alan bir bölümde eleştirinin hakkının verildiğini hatırlıyorum. Tabii zamanla böylesi iyi bir dergi tarihe karıştı.

Öykü gazetesi ve Notos da bu açığı kapatamayan, eleştirinin varlığından habersiz iki öykü dergisi olarak kaldı edebiyatımızda. 

Şiir eleştirisi başlığı altında olumlu örnek verebileceğim pek bir şey yok. Natama dergisi zaman zaman şiir eleştirisi metinlerine yer verse de bu metinlerin edebiyata katkı sunacağını sanmıyorum.

Son dönemde yine Buzdokuz dergisi eleştiri metinleri yayımlıyor. Ancak onlar da Natama gibi kendi mahallesiyle çay içen, sohbet eden mahalle sakinleri havasında.

Sol kökenli dergilere ya da internet dergilerine hiç girmek istemiyorum. En büyük sorun ve hatta en büyük sansür de bu sansüre karşı çıkan oluşumlardan geliyor.

Mesela Gazete Duvar'da 2018 senesinde yayımlanan bir eleştiri yazım gelen tepkiler üzerine, benim isteğim dışında kaldırılmıştı.

Apaçık bir sansür uygulanmıştı ancak yine o sol kökenli yazarlarımızdan, şairlerimizden birisi bile tek laf etmemişti. 

Günümüzde sayısına hâkim olamayacağımız kadar dergi çıkmakta. Fakat bu dergilerin birçoğu eleştiri metni yayımlamak istemiyor.

Çünkü eleştirinin yazıldığı şair/yazar ya o derginin zaten yazarı konumunda ya da eleştirinin yazıldığı şaire/yazara karşı bir tavır olduğu düşünülmekte.

Eleştiri metinleri yazarın/şairin kendisine değil, yazarın/şairin ortaya çıkardığı esere yapılır. Ne yazık ki edebiyatımızda böyle bir algı söz konusu değil. 

Sorunun asıl cevabına gelebilmek için bu yola çıkmış olmam gerekiyordu. Cevaba gelecek olursak da Belinski'nin zamanında, başta Rusya edebiyatına, sonra da çeşitli diğer edebiyatlara katkısı gibi bizim edebiyatımızda bu katkıyı sunacak bir eleştiri mekanizması, eleştirmen yok.

Edebiyat kanonu meselesi ise başlı başına bir sorun. Kanonlara inanmıyorum. Lobilere, arkadaşçılığa inanıyorum. Bizim edebiyatımızda bir kanondan söz etmek imkânsız.

Şiir üzerinden gidecek olursam bu kadar çok farklı şiir anlayışları varken, bu kadar çok şiir yazılıp yayımlanırken bir kanondan söz etmek imkânsız.

Bir kanon söz konusuysa bile bu ancak ve ancak yıllar sonra edebiyat tarihçilerinin işi olacaktır. Lobilere, arkadaşçılığa inanıyorum derken de şiir camiasında (camia ne kadar doğru bir kulanım olur bilmiyorum) kötü olana kötü diyememek, dergilerin her sayısının belli isimlerle doldurulması, kendisinin ve arkadaşlarının yer almadığı bir dergiyi, oluşumu, yok saymak hatta ve hatta kötülemek bu lobileşme ve arkadaşçılığın sonucudur.  

 

Bülent Çallı: Ülkemizde sağlıklı bir eleştiri ortamı bir ihtimal olarak mümkün
 

bülentçallı.jpg
Bülent Çallı

 

1) Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek bence mümkün mü? Bu soruya son derece kısıtlı bilgimle ve yattığım yerden cevap vereyim: Mümkün değil.

Umarım doğru bilmişimdir. Bana sorarsanız ülkemizde sağlıklı bir eleştiri ortamı bir ihtimal olarak mümkün (ki hiç yok da değildir elbet, sağlıklı örneklerin sayıca yetersizliğine işaret ediliyor olmalı).

Bunu da şuradan çıkarıyorum. Kötü kalpli eleştirinin iyi kalpli üvey kardeşi olarak gördüğüm "kuram" üzerine, ülkemizde yetkin eserler veren, kelam eden, atölyeler, kurslar düzenleyen pek çok akademisyen, editor, yayıncı ve yazar var.

Bu kimselerin pek değerli kuramsal birikimleri, daha sıklıkla hatta bir tür alışkanlıkla eleştiri formatına da dönüşebilirdi ama dönüşmüyor.

Bu yönelimin önemli sebeplerinden biri, ülkemizde birini eleştirmenin psikolojik zorluklarına hiç girmeden, arz-talep düzleminde, "metine yönelik metinleri" okumayı talep eden kişilerin daha iyi bir okur olmaktan ziyade daha iyi bir yazar olmayı istemesi ve böylece, eleştiriyi değil kuramı okumayı tercih etmesi olabilir.

19'uncu yüzyılın ortasıyla 21'inci yüzyılın başları arasındaki toplumsal farklılıkları da hatırlamak gerekiyor.

Sağlıklı mıdır sağlıksız mıdır bilmiyorum ama en azından bir eleştiri ortamı var diyebileceğim Batı'da -bu eleştiri ortamını müzik ve sinemayı da kapsayacak şekilde genişletebiliriz- okuduğum eleştiriler, eser sahibin önünü açmak ya da ona yol göstermekten çok, ürün bolluğu içinde kafası karışan nihai kullanıcıya "bunu al–bunu alma" ya da "bunu seversen şu sebepten seversin–sevmezsen sebebi şudur" gibisinden önerilerde bulunma amacı güdüyor.

Karamsar bir bakış açısıyla, bir eleştiri ortamının varlığının, günümüzün dünyasında bir yazarın toplumla ilişkisini yönlendirebileceğini hiç sanmıyorum.

Eleştirinin iyi metinle kötü metini ayıklama gücüne de artık inanmıyorum. Hele de finansal ve politik baskılar eşliğinde hayatta kalmaya çalışan yayınevlerinin böyle bir lüksü büyük ihtimalle yoktur.

Şu da sorulabilir, kötü metin basma pahasına yayınevi olmaya mecburlar mı? Değiller elbette. Biz de hakkının yeneceğini düşündüğümüz iyi metnimizi yayınevine göndermeye mecbur değiliz.

Yattığım yerden, bu işler böyle görünüyor. Bir de elbette şu var: Metinin iyi ya da kötü olduğuna, gerçekten ama gerçekten, kim karar verecek?

Örneğin ben Belinski'nin Dostoyevski'nin "Öteki"si hakkında söylediklerine katılamıyorum. Bana göre "Öteki", Dostoyevski'nin bir yazar olarak ileriye sıçradığı, onun metafizik yönünü insani meseleleri ihmal etmeden çok güçlü bir şekilde ortaya çıkaran, çağına göre oldukça yenilikçi bir romandı.

Öte yandan bugün bildiğimiz Dostoyevski'yi de büyük ihtimal Belinski'nin müdahalesine borçluyuz. O halde sağlıklı eleştiri ortamı dediğimizde, belki de, sevdiğimizi göklere çıkaran, beğenmediğimizi yerin dibine sokan (bazen Türkiye'de eleştiri denilince istenilenin bu olduğunu düşünüyorum) yazarın, yayınevinin üzerinde duran bir karar mercii yerine yazara eleştirisi ile uzlaşmayı öneren bir deniz fenerini düşünmeliyiz.   

Yaslandığım bir edebiyat kanonu yok. Sevdiğim kitaplardan oluşan bir kanon var, oraya yaslanıyorum. Bu kanonda yerli de var yabancı da, bilim kurgu da var klasikler de.

Yazdığım her metine her gün eleştirel bir gözle bakmaya çalışıyorum. Her birini en baştan başka cümlelerle yeniden yazsam demediğim bir gün bile yok. Bunun bir sonunun olmadığını da biliyorum.

Çünkü okuduğum her metinden başka bir şey öğreniyorum ve bunu kendi edebiyatıma hemen ekliyorum. Bir öncekinden daha "derin" yazmak, daha doğru örüntüler kurmak, daha "yakın" yazmak her zaman mümkün.

 

Gökçe Bilgin: Sanatçının eleştirmenlere yön verdiğini yazdıklarıyla eleştirmenler yarattığını düşünürüm
 

gökçebilgin.jpg
Gökçe Bilgin

 

1) Eleştirmen yazdıklarıyla sanatçı hariç herkesi harekete geçirendir. Ama yazar olmak isteyenler ya da henüz bu işin başında olanlar eleştirmenleri okuyup kendilerine şekil vermeye de çalışırlar. Sanatçının eleştirmenlere yön verdiğini yazdıklarıyla eleştirmenler yarattığını düşünürüm.

Eminim bu düşünce tipi eleştirmenlerin canını sıkabilir. Bence iyi kitaplar eleştirmenler yaratırlar ve eğer eleştirmenleri teorisyenler olarak düşünmüyorsak onlara rastlamak mümkün olmalıdır.

Ailemiz, arkadaşlarımız, okurlarımız, komşumuz, çok az sohbet ettiğimiz birileri dahi bazen eleştirmenimiz olabilir. Çoğu zaman eleştirmenleri gazetelerde, dergilerde arıyoruz.

Oysa onların varlığına başka yerlerde de rastlamanın mümkün olduğunu da söylemek gerekir. Bu tip düşünceler ilk kitabı çıkmış birini rahatlatır çünkü.

Bu nedenle onların kitabım için söyleyeceklerini beklemektense kitabımı okumuş okurun ne söylediğiyle ilgileniyorum. Çoğu şeyin istediğimiz gibi olmadığını söyleyip durmak, bu benim için bir alışkanlığa dönüşsün istemiyorum. 

Vaktim olduğu için okurlarımın, hele de bu şimdilerde bu kadar mümkünken, kitabımın hangi kısımlarını alıntılamış olduklarını hiç çekinmeden inceliyorum bazen.

Alıntının altına iliştirilmiş şahsi fikirlerini de okuyorum. Çoğu zaman bunu yaptığımda iyi hissediyorum. Tekrar yazmak için biraz iyi hissetmeye de ihtiyacımız vardır çünkü.

Ben de Belinski'nin parlattığı o Rus yazarlarını okumaktan keyif alırım. Ama onların parlak şeyler yazdığını da düşünürüm. Olumlu ve olumsuz fikirleriyle Belinski Dostoyevski'yi parlatmıştır.

Henüz yazdıklarımı parlatacak eleştirmenlerden yoksun olduğum için okurlarıma ve yakın çevremdeki insanlara sığınıyorum. Belki bu zamanla değişecektir.

Bundan rahatsızlık duymadığımı özellikle belirtmek isterim. Bence bir yazar olması gerekenlere çok takılıp kalırsa yaratıcılığını tehlikeye atabilir.

Eleştirmen ve yazar mesafesi denilen bir şey olmalı. Şu an benim için bu mesafe gerçekten de belirgin olarak uzun. Ben de eğer eleştiriye ihtiyacım olduğunu düşünüyorsam, ki ben eleştiriyi severim, eleştiri ortamı yaratmaya çalışıyorum.

Bir yazarın aynı zamanda bunu da yapması gerekir mi, belki Borges için hayır. Çünkü hem yaşamıyor hem de gerçekten eleştirmenler artık onu fark etmişler. Çünkü inkar edilemez şeyler yazabilmiş.

Yazmanın neresindeyiz ve nerede yaşıyoruz, cinsiyetimiz, inançlı olup olmadığımız, maddi durumumuz, yaşımız, milletimiz bütün bu detaylar her yazarı bir diğerinden farklı kılıyor.

Bütün bu detaylar beklentileri şekillendiriyor. Bütün bu detaylar eleştirmenlerce fark edilip edilemeyeceğimizi de belirliyor.

Bütün bu detayaları değiştirmek mümkün değilse ve değiştirmeyi düşünmüyorsakta yani olabildiğince bir yerlere ve kişilere kendimizi uydurmamaya çalışıyorsak, inatçı, huzursuz ve yalnızsak kendi eleştirmenlerimizi yaratmak zorundaymışız gibi hissediyorum.

Birinden bahsetmeyi unuttum. Bir yazar için en tehlikeli olan eleştirmen kendisidir. Eğer bir yazarın şartları az önce değindiğim gibiyse hep en tehlikeli eleştiriye maruz kalacaktır o zavallı yazar. 


Yaslandığım bir edebiyat kanonu yok. Çünkü bunun tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Henüz tek bir kitabı olan biri olarak belki de aşırıya kaçmak istemiyorumdur.

Belli gruplara dahil olmanın çok zor olduğunu, aşırılık olduğunu düşünürüm. En kolay olanın insanın kendi bildiğini söylemeye çalışıp yarım yamalak uygulamasıdır sanki.

Yarım yamalak diyorum, çünkü insan söylediklerine sadık bir hayat yaşamakta zorlanabilir. Ama belki de yazdıklarım beni bazı gruplara dahil ediyordur.

Eğer varsa mesela huzursuzlar grubuna dahil olabilirim. Böylesi edebiyat grupları var mı, bu dünya benim için yeni sayılır,  nerde olduğumu kestiremiyorum.

Bir yerde olmam gerekir mi, kendime bu tip sorular sormuyorum. Okumaya çalışıyorum. Henüz çok az şey yazdığımı düşünüp üzülüyorum bazen. Timaş yayınları tarafından basılmış olan "yazarın odası" kitaplarını ara sıra kurcalarım.

The Paris Reviev röportajlarını içeren bu kitaplarda da dikkatimi çekmiştir, bir yazarın edebiyat dünyasında arkadaşları yoksa daha başarılı oluyor aslında.

Dostları olan yazarlara düşkün bir okur değilim. Bunu bir rozet gibi yakasına yapıştıran yalnızlardan bahsetmiyorum. Yazdıklarıyla yalnızlık yaratabilen yazarlar vardır.

Onlardan olmak isterim. Huzursuzluk kokan bir metni okuduğumda yazarının evde oturmuş bulaşık yıkadığını ya da akşam yemeğini yetiştirmeye çalıştığını falan hayal ederim.

Sıradan bir hayat yaşayıp sıradışı şeyler söyleyebilmiş yazarların etkisi altındayım. Bunlar tamamen benim onlara yüklediğim şeyler aslında.

Sadece onları öyle düşünmek daha çok hoşuma gidiyor. Kendi kitabımda da okumanın, yazmanın peşine düşmüş sıradan hayatlara yer verdim. İlginç olanın sözcükler olduğunu net bir şekilde ifade etmek istiyorum. 

 

İbrahim Varelci: Aydınlanmanın özümsenemediği yerde eleştirinin de gelişebilmesinden bahsetmemiz zordur
 

ibrahimvarelci.JPG
İbrahim Varelci​​​​​

 

1) Eleştirel düşünce aydınlanmadan sonra ortaya çıkmıştır. Aydınlanma düşüncesiyle gerçek olanla sahte olanın arasına sınır çekilmiş oldu.

Böylece ciddi bir eleştirel ortamın oluşabilmesi için kitlesel bir aydınlanmanın vuku bulması gerekir. Aydınlanmanın özümsenemediği yerde eleştirinin de gelişebilmesinden bahsetmemiz zordur.

Böylesi toplumlarda eleştiriler, gerçek amacından sapar, övgü ya da yerme malzemesi olarak görülmeye başlanır. Oysa eleştirinin asıl amacı gerçekle sahte olanın ayırt edilmesi ve var olan ürünlerin daha iyiye evrilmesinin sağlanmasıdır.

Ülkemizde böylesi sağlıklı ve işlevsel bir eleştirel ortamdan bahsetmek mümkün müdür diye soracak olursak, buna cevabım, kişisel yaşantımı da göz önünde bulundurduğumda, olumlu olamayacaktır. 

1950'li yılları göz önüne alırsak Belsinki ve çağdaşlarına benzer bir yazar gelişiminden bahsetmek mümkün olabilirdi. Dergilerde canlı bir eleştiri ortamı vardı. Yazarlar da okurlar da bu eleştirel ortamın farkındalardı.

Edebiyatla ilgilenen herkes Cevdet Kudret'i, Fethi Naci'yi Nurullah Ataç'ı, Vedat Günyol'u, Hüseyin Cöntürk'ü, Adnan Berk'i, Memet Fuat'ı, Adnan Benk'i Asım Bezirci'yi tanırlardı.

Fakat günümüzde eleştirmenleri kim ya da kimler tanıyor? Çok az kişi belki de. Sadece yazarlar ve belki de kitaplarla, dergilerle ciddi münasebeti olanların dışında pek bilinmez eleştirmenler.

Başka bir pencereden bakarsak, ülkede eleştiri ortamından bahsedebilir miyiz? Sanırım bahsedemeyiz. Bunu edebiyatla ilgilenen herkes bilir.

Bu yazıyı okuyanlar için bu bir sır değildi. Eleştiri yazısı yazanlar da mevcut durumun farkındadırlar. Bu işi büyük bir gönüllülükle ve özveriyle yapan insanlar var, hiçbir karşılık, taltif beklemeden, tamamen edebiyata olan sevgileri doğrultusunda kitaplara dair yazıyorlar.

Bu yazıların, buna ben de dâhil olmak üzere, çoğunun kuramsal anlamda eleştiri yazısı olduğunu söylemek çok zor. Bu durumun baş müsebbibi biraz da günümüz edebiyat ortamı.

Ben kendimce, eleştiri yazılarını, beğendim-beğenmedim kısır döngüsünden kurtarıp metinlerle sosyo psikolojik bir zeminden bakmaya çalışıyorum.

Yani bir nevi metinleri analiz ediyorum. Buna eleştiri yazısı diyemeyiz. Tanıtım yazısı da değil. Bu yönüyle yine de büyük bir boşluğu doldurduğunu düşünüyorum. En nihayetinde edebi metinlerin bir çağa tanıklık ettiğini ve tarihsel anlamda okumaya müsait olduğunu düşünüyorum.  


Soruda bahsettiğiniz geliştirici, ön açıcı ve edebiyat ortamını canlandırıcı bir eleştiri ortamımız yok. Daha ziyade merkezde konumlanmış büyük yayınevlerinin ürettiği kitaplar var.

Merkezden uzaklaştıkça, ses kısılmaya ve o kitapların görünürlüğü azalmaya başlıyor. Elbette o kitapların yazarları hakkında da tek kelam edilmiyor.

Oysa ne yazarın kendisine bakılmalıdır ne de yayınevi etiketine. Gerçek eleştiri ortamı böyle olmalıdır. Yoksa zengin kuruluşların, bankaların, büyük holdinglerin desteğiyle kitap basan yayınevleri kendilerine yer bulmaları çok kolay.

Böylesi yayınevlerinden kitap çıkaran yazarlar, butik yayınevlerinden kitap çıkaranlara karşı psikolojik bir üstünlük oluşturuyor.

Bu üstünlük; reklam, tanıtım, tv programlarına konu olmak, gazetelerde ve çok tıklanmalı sitelerde söyleşi, röportaj yayımlamak gibi durumlara da yansıyor. 

Şimdi tüm bu anlattıklarımı düşündüğümüzde, sizce nasıl bir eleştiri ortamından bahsediyoruz. Takdiri size bırakıyorum. Benim artık ülkenin edebiyat camiasına dair kafamda netleşmiş düşüncelerim var.

Bunu tam anlamıyla dile getirmeyi uygun görmüyorum. Kendimi de bir edebiyat kanonuna ait görmediğim gibi, hiçbir edebiyat çevresinin sözcüsü, taraftarı olarak da görmüyorum.

Tarafsız olduğumu iddia etmiyorum. Sonuç itibariyle yazdıklarım yaşantılarımın ürünü. Özelllikle öykülerimde, ülkenin son 40 senesinde yaşanılan toplumsal, kültürel ve siyasi kırılmaların etkilerini anlatmaya çalıştım. Yani yaşadıklarımı. 

 

Soru 2: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.

Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür. Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor.

K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı. "İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında Çiğdem Uğurlu, şu çarpıcı tespitte bulunur:

Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…

Yine bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.

Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız. Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum;

Sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mıdır? 


Bekir Dadır: Her güzel şey gibi editörün yazara yeni bir yol açması da geçmişte kaldı

2) Her şey geçmişte kaldı. Her güzel şey gibi editörün yazara yeni bir yol açması da geçmişte kaldı. Bugün birçok iyi yayınevinin, daha doğrusu piyasası olan yayınevinin kitaplarında birçok yazım yanlışına, anlatım bozukluğuna denk geliyoruz.

Yayınevlerini geçelim, bugün halen üniversiteye hazırlık sınav sorularında bile soruları hazırlayan ekibin soruda yazım yanlışı, anlatım bozukluğu yaptığına denk geliyoruz.

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte yazarlarda ve şairlerde de bir rahatlık söz konusu tabii. Ne de olsa tek tuşla gönderdiği dosya ya da yazı editör tarafından düzenlenebiliyor. 

Editörler ne de olsa yayınevinin bir çalışanı. Günümüzde artık birçok yayınevi çok satacak yazarlarla çalışmak istiyor. Belki bu geçmişte de öyleydi, bilemiyorum.

Bu yüzden editörün masasına gelen bir dosya, yazarı çok tanınmıyorsa eğer kurula ya da yayıma son karar verecek kişiye kadar ulaşmıyor bile. 


İlk soruda da dediğim gibi sayısına hâkim olamayacağımız kadar dergi var. Bu iyi mi kötü mü o başka bir konunun sorusu.

Ancak bu dergiler aynı isimler etrafında dönmekten vazgeçmeli ve yeni yazarlara, yeni şairlere yer açmalı, onları keşfetmeli.

Bu da haliyle çok okumaya ve günümüzü sıkı sıkıya takip etmeye bağlı. 3 sene boyunca bir derginin yayın kurulunda yer aldım. Şiir bölümüne baktım.

Yeni isimler keşfettim, onların eserlerine yer verdim. Edebiyat dünyasına ben kazandırdım gibi bir safsatadan bahsetmiyorum ancak devamlı her dergide olan isimlerdense yeni isimleri takip ettim ve onlara yer vermeye çalıştım.

Bazılarıyla şiirleri üzerine aylarca tartıştık, sildik ve yeniden yazdık. Şu an yine Şahsiyet'te Bade Osma, Selcan Kırnal ve Kuzey Karahan ile yayın kurulunda yer alıyorum.

Burada da daha önceki dergideki görevi üstlenmeye çalışıyorum. Yeni ve dinamik isimlere dergide yer vermeye çalışıyorum.

Tabi bu yeni ve dinamik isimlerin yanında bilinen isimler de var. Ancak diğer dergilere göre çok daha az. Demem o ki özellikle dergi editörleri yeni ve dinamik isimlere yönelmeli ve yeni keşiflere çıkmalı. 


Bülent Çallı: Yayınevlerinde alınan kararların salt edebiyatla ilgili olmadığını biliyoruz

2) Yazar-editör ilişkisinde başkalarından dinlediğim ya da okuduğum hikâyelere bakılırsa ben şanslıyım. İletişim Yayınları'nda Levent Cantek ile çalıştım. Daha önce başka bir yayınevi ile ya da editörle iletişimim olmamıştı.

Bu açıdan pek çok şeyi ilk kez öğrendiğim bir dönemdi. Hem Levent Cantek'ten hem de Duygu Çayırlıoğlu'ndan geniş geniş raporlar aldım.

Bu raporlar metnin hem zayıf yerlerini hem de (kazayla bozmayayım diye) güçlü yerlerini gösteriyordu ve zayıf görülen yerler için öneriler içeriyordu.

Yolun başındayken ve tecrübesiz bir yazarken bu yardımlar bana iyi gelmişti. Hâlâ da aynı yerdeyim. Editör ile yazar arasında böyle bir mentorluk ilişkisi kurulabiliyor ise ne mutlu.

İlk kitabının şaşkınlığını atıp hayatta kalabilen yazar, yayımlanmaya devam ettikçe tecrübe kazanıp editörüne daha az ihtiyaç duyan bir konuma da gelecektir, bu mümkün.

Editör-yazar ilişkilerinde sorunların başladığı yer olarak gördüğüm asimetrik bir nokta var. Yazar sadece kendi olmak durumunda iken editör, editörlüğünün yanında bir yandan da yayınevini temsil etmek zorunda.

Yayınevlerinde alınan kararların salt edebiyatla ilgili olmadığını biliyoruz. Editörler bu kararların uygulayıcısı durumuna düştüğünde muhakkak ki sorunlar başlayacaktır.

Öyleyse belki de yazar-yayınevi ilişkisi de sorgulanmalı. Bir yazar kendini yayınevine ait hisseder mi, hissetmeli mi? Yazar okuyucu ile nasıl buluşturulur? Günümüzde kitabı sadece basmak yetiyor mu?

Bir yazar bir sonraki dosyasını ne zaman hazır etmesi gerektiğini kabaca bilmeli mi? Yoksa yazar ne zaman yollarsa yayınevi de ne zaman okursa o zaman mı yayımlanmalı bir sonraki kitap?

Dağıtımcılarla, kitabevleri ile ilgili sorunlar -eğer varsa ki vardır- nasıl aşılır? Bunlara da mı yazar kafa patlatmalı gibi deli sorular bu uğurda sorulabilir.   

 

Gökçe Bilgin: Yazarın bildiğini yapmasının içine editörün metne uygulamak istediği değişimler de eklenebilir

2) Olsa iyi olur. Editörlere metinlere müdahale edebilme kolaylığı sunulmalı. Elbette yazarlar bildiğini yapacaktır, bir metni yazarken ve sonra son okumaları yaparken de.

Ama yazarın bildiğini yapmasının içine editörün metne uygulamak istediği değişimler de eklenebilir. Çünkü değişimin gerekli olduğunu söylemekle o değişimi gerçekleştirmeye çalışmak farklı şeylerdir.

Editörün değişimi işaret edip yazarın da onu ortaya koymasıyla, en azından bunun yapıldığını sanmakla kitaplar yaratılır. Yazar ve editör uyumu önemlidir.

Uyumdan kastım yazarla editörün metni farklı bakış açılarıyla tekrar tekrar okumasıdır. Editörün her okumada gördüğü eksiklikler ve fazlalıklar yazara ulaştırılmalı ve yazar da bunları ciddiye alıp tekrar ve tekrar yazmaya çalışmalıdır.

Bir metnin artık yayımlanmaya hazır olduğunu söylemeyi editöre bırakmak gerekir. Çünkü bence bu yazara kalsa elindeki metni bırakmak istemeyebilir.


İbrahim Varelci: Editörlük mesleğinin neliği konusunda toplumda henüz netleşmemiş düşünceler hâkim

2) Çok yetenekli editörlerimiz var. Gencinden yaşı kemale erenlere varıncaya kadar. Kurumlara bağlı olarak çalışanlar ve "dışarıdan" editörlük yapanlar var.

Ben de kayda değer bir süredir izdiham.com'da editörlük görevimi sürdürüyorum. Göreve ilk başladığımda editörlükle alakalı çok az şey biliyordum.

Sağ olsun Bülent Parlak güvendi ve yaparsın dedi. Sanırım ülkemizde işler biraz da bu şekilde ilerliyor, yüreklendirerek. 


Çok iyi editörlerimizin olduğunu söylemiştim. Sözümün arkasındayım. Fakat editörlük mesleğinin neliği konusunda toplumda henüz netleşmemiş düşünceler hâkim.

Örneğin sinema eleştirmenliği ile sinema yazarlığı karıştırılır. Tıpkı editörlük ile redaktörlüğün birbirine karıştırıldığı gibi. Editör metni düzelten değil, o metnin inşasına her anlamda katkı sunan kişidir.

Bu açıdan bakılırsa editörün yazarla ve metinle ciddi bir münasebeti vardır. Benim gözlemlediğim bir şey var: yayınevi ne kadar büyükse editörün yazarla olan münasebeti azalıyor.

Butik yayınevlerinde ise durum tam tersi. Neredeyse her istediğinizde size destek olacak biri bulabiliyorsunuz. Profesyonel anlamda olmasa da muhatap bulma konusunda butik yayınevleri daha iyi.

Bu yüzden editoryal açıdan sorunlu bulunan kitapların çoğunluğunun yine büyük yayınevlerine ait olduklarını gözlemliyoruz. Çünkü ciddi bir sirkülasyon var.

Yeteri kadar editör yok, sonuç ne olacak? Elbette fahiş hataların sıklıkla görüldüğü kitaplar göreceğiz. Fakat butik yayınevleri hepi topu yılda 5-10 kitap basabiliyorlar.

Gerçi bu ölçüt değil. Ben sadece örnek olsun diye dile getirmek istedim. 


Yazarlar bu durumun farkına varmış olacaklar ki, dosyalarını yayınevine göndermeden dışarıdan bir editörle çalışarak işi riske atmıyorlar.

Şahsen ben de birçok yazar dostuma bu şekilde destek olmaya çalıştım. Çünkü yayınevlerinin bu alanda ciddi problemleri olduğunu düşünüyorum. Her yayınevi için bu geçerli değil. Bu biraz da editörün kendi tarzıyla alakalı. 

Gelelim en önemli konuya. Soruda siizn de aktardığınız gibi, eğer editörlük müessesi iyi bir şekilde çalışsaydı iyi edebiyat diye bize dayatılan kitapların çoğu raflarımıza giremeyecekti. Bunu hepimiz düşünmeliyiz. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU