850 rakımlı çukurdan 1450 rakımlı tepeye homurdana homurdana çıkıyor araba. Aşağıda bahar, yukarıda karakış soğuğu. Yüksek ama olabildiğince beyaz bir düzlük uzanıyor ufka.
Şimdi, Kars'ın Digor ilçesinin sınırları içindeyiz. Karanlığın silueti bir yere bir tepelere düşüyor. Yan tarafımızda Ağrı Dağı'nın beyaz tepesi, bir dondurma külahını andırıyor.
Ermenistan sınırları içindeki Elegez Dağı beyaz. Killitaş Kilisesi'nin kubbesi, turuncu rengini karaya bürümüş, yüzyıllık tarihiyle silinmezliğini gösteriyor.
Askeri noktada yan yana dizilmiş beton bloklarda in cin top oynuyor. Köy yoluna geldiğimizde karanlık iyice bastırıyor. Arabanın farları kayaya denk düştüğünde baykuşun gözleri parıldıyor.
Sonra yolun ilerisinde iki tilkiyle karşılaşıyoruz. Bembeyaz. Sonsuz bir düzlüğün içinde yer yer karaltılar dışında beyazdan başka hiçbir şey görmüyoruz.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Burası Başköy. Buradan otuz kilometre uzakta, Erivan Radyosu'nun Kürtçe yayınında büyük emekleri geçen, radyonun yaşamını yıllarca sürmesinde ön ayak olan Celil ailesinin köyü var.
Casimê Celîl, Ordîxanê Celîl, Celîlê Celîl, Zîna Celîl, Xanima Celîl, Cemîla Celîl bu topraklara olan hasretlerini kimi zaman edebiyatla kimi zaman da müzikle anlatmışlardır.
Asıl adı Kızılkule, ama Hisarönü diye geçiyor. Söylenenlere göre Digor çevresindeki köylerin çoğunda Êzîdî Kürtler yaşıyormuş. Hatta şu an gittiğimiz Başköy de bu köylerden bir tanesi.
Aynı zamanda, uzaklardan gördüğümüz Killitaş Kilisesi, Beş Kilise (Sadece Aziz Sarkis Kilisesi ayakta) ve 1960'lara kadar ayakta olan, daha sonra yıkılan, şimdi ise taşları belediye binasının yapımında kullanılan Tekor Kilisesi Ermenilerden kalan mirasın birer anıtıdır.
Sadece Digor çevresindekiler bunlar, diğerlerine henüz gelmeyeceğim. Köyün içine giriyoruz. Yıllardır köyün ortasında varlığını sürdüren yapma göl bizi karşılıyor.
Sokak lambaları suyun yüzeyini parlatmış, evler, ağaçlar gölün içine düşmüş. Işıltılar gölün yüzünde oynaşıyor. Rüzgar her yeri birbirine katıyor. Göl başında durmuşuz.
Yaşar Kemal'in dediği, "gavur ayaz, belalı ayaz"ın tam ortasındayız. Dişlerim değirmen taşı gibi birbirine değip duruyor.
Çenem donmuş mu ne. Burnumu hissetmiyorum neredeyse. Biri yanımıza geliyor. Selamlaşıyoruz.
Titreye titreye, "Hava çok soğuk" diyorum.
"Dün gece başlayan tipi darmadağın etti bizi. Tam bahar geldi derken kış başa döndü yine" diyor.
Birkaç dakikalık bekleyişten sonra yeniden yol alıyoruz. Su birikintileri içinde çamurlu yolu ilerledikten sonra çok eski bir değirmeni görüyorum.
Camları dökülmüş. Gri taşları, ahşap pencereleriyle karanlığın içinde göz kırpıyor. Yolun tamamını kardan dolayı gidemiyor araba.
İniyoruz, kar yığınlarına, çamura bata çıka yürüyoruz. Evi önündeyiz artık. Ev sıcacık. Tezek sobasının sıcaklığı terletiyor. Sobanın arkasındaki minderde oturuyorum.
"Hoş geldiniz" diyorlar.
"Hoş bulduk."
"Geç kaldınız."
"Ne benim sesim eski ses, ne şimdiki zaman eski zaman"
"Ancak gelebildik" diyorum. Sokağa çıkma yasağına daha iki saat var. Bir an önce konuşmak ve hemen geri dönmek niyetindeyim.
Çaylarımızı yudumlarken bir anda soru soruyorum. Hazırlıksız yakalanıyor Hacı Ömer. Duraksıyor bir müddet.
Son birkaç yılını saymazsak eskiden beri dengbejlik yapıyor. Öncelikle o yılları anlatıyor.
Eski sesim yok artık. Bronşit nedeniyle şu oksijen mereti boğazımı kuruttu. Ses bırakmadı bende. Eskiden köylerde mutlaka birkaç dengbej olurdu. Ben, benim amcam ve birkaç komşumuz. Tabii biz kendi çapımızda birbirimize söylüyorduk. Bir de düğünlerde sırayla söyler, halay çekerdik. Her düğünde birimiz çıkar ortamı neşelendirirdik.
Belki de dertlendiriyorduk bilmiyorum. Ben en çok yalnız kaldığımda, inekleri otlatmaya götürdüğümde söylüyordum. Ne benim sesim eski ses, ne şimdiki zaman eski zaman. Bir de eskiden başka şehirlerden gelen, namı bütün civar şehirlere ulaşmış dengbejler vardı. Bizim komşu köy var; Donandı Köyü.
Bir keresinde, nereden geldiğini hatırlamıyorum, bir dengbej gelmişti. Bütün çevre köyler o köye akın etmişti. Evde oturmak imkansızdı. Bu yüzden bir evin önünde kalabalık toplanmış, dengbej de ortalarında, bir kütüğün üzerine oturmuştu. Elleri kulağında, söylemeye başlamıştı. Dengbej bir süre söyledi, sonra kalabalık bir iki derken halay çekmeye başladı. O günü hiçbir zaman unutmadım.
Bir an duruyor. Eskiyi düşünmek beraberinde suskunluğu, yüreğin de konuşmasını getirip o kişinin baş ucuna bırakıyordu.
"Bu köyde eskiden Êzîdîler yaşıyormuş, doğru mu?"
"Evet. Şu an oturduğun yer bir Êzîdî ağılı."
"Buralar hep onlarındı o zaman."
"Evet onlarındı."
"Peki, sizler nereden geldiniz?"
"İran taraflarından geldiğimiz söyleniyor. Kimileri de Erivan'dan diyor."
"Şimdi biraz radyodan konuşalım mı?" Diye soruyorum.
"Nasıl anlatayım. Net hatırlamıyorum."
"Kadınlar eşarpla ağızlarını kapattı, radyoya bakamıyorlardı"
Eşi Hacı Zinnet araya giriyor, "Nasıl hatırlamazsın. Sen de hatırlamayacaksan. Ben hatırlıyorum. Evlerde toplanırdık. O zamanlarda da yeni evlenmiştik. Hiç unutmam, bir keresinde radyo konuşmaya başladı. Evdeki bütün kadınlar eşarpla ağızlarını kapattı, radyoya bakamıyorlardı. Ama içten içe de gülümsüyorlardı" diyor.
Hacı Ömer, "Ha tamam, şimdi hatırladım" diyor.
Bu sefer, hevesli. Yüzü gülümsüyor.
"Önce fotoğrafınızı çekeyim mi?" diyorum.
Hacı Zinnet, "Dur böyle olmaz. Şapkanı, gözlüğünü getireyim. Ben de eşarbımı değiştireyim" diyor. Hep beraber gülüyoruz.
Fotoğraflarını çekiyorum. Soba daha da alevleniyor. O kadar sıcak ki, alnımdan terler akıyor.
Yeniden konuşuyor Hacı Ömer, "Az önce geldiğiniz yolun girişinde bir değirmen var. O değirmen eskiden o kadar ıssız değildi. Değirmencinin bir radyosu vardı. Köyde bir değirmencide bir de amcamlarda radyo vardı. Akşam yayını başladı mı kendimizi değirmenincinin yanında bulurduk. Kadın, erkek, yaşlı, çocuk fark etmeksizin. Kimi çay demliğiyle kimi peynir ekmek tepsisiyle değirmenin önüne gelirdi. Artık toplanma yerimiz burası olmuştu. Fakat ben biraz daha şanslıydım. Amcamlara da gidebiliyordum. Kocaman bir salonları vardı. Tek tek minderlere dizilirdik. Yayını beklerdik. Yayın başladı mı değmeyin keyfimize. Radyonun açılış müziği belliydi. Haberlerden sonra ilkin o şarkı çalardı. Fatma İsa söylerdi. Hangi parçaydı?"
Elini ağzının kenarına götürüyor, "Hangi parçaydı?" diye düşünüyor.
"Lo lo miho" diyorum.
"Evet" diyor, mırıldanmaya başlıyor. "Miho ha wî wî wî…" Biraz daha mırıldanıyor.
Hacı Zinnet, "O zamanlar olsaydı yine. Herkes birbirine hikayeler anlatırdı. O hikayeleri dinleyenler gidip başkalarına anlatırdı. Artık kimse bir şey anlatmadığı için unutkanlık da baş gösterdi" diyor.
Bir saate bir Hacı Ömer'in ağzından çıkacak kelimelere bakıyorum. Sokağa çıkma yasağına bir saatten daha az bir süre var.
"Radyoyla ilgili söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?"
"Bilemedim ki. Ben konuştukça açılır, hatırlarım."
"Dinliyorum sizi."
"Bazı zamanlarda köydeki düğünlere de radyoyu götürürlerdi. Yayın başlar başlamaz bir sessizlik de aramıza otururdu. Radyoda şarkılar çalınca insanlar da radyoya uyar, halay çekmeye başlardı. O halay bir saat boyunca radyo eşliğinde dönerdi" diyor.
Artık kalkmalıyız diyeceğim, ama nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Sonunda, "Biz gidelim, yolumuz uzun" diyorum.
"Yazın belki yine gelirsiniz, o zaman sesim düzelir, ben de size dengbejliğimi gösteririm" diyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish