Türkiye'de sosyal demokrasi, Ecevit'in 1977'deki yüzde 41,4 oy oranını yeniden nasıl yakalayabilir? (2)

Ali Murat Güven Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA (Arşiv)

Umutla aramakta olduğumuz şeye ne ad konulacağının pek fazla bir önemi yok. Adına ister demokrasi, ister sosyal demokrasi, isterse de demokratik sosyalizm denilsin, varsılların yoksulları tüm güçleriyle ezdiği bu ülkede Tanrı'nın bütün çocukları için şimdikinden çok daha adaletli bir gelir dağılımı pekâlâ mümkündür ve aynı zamanda da bu toplumsal talep kaçınılmaz bir şekilde kendini dayatmaktadır.

Martin Luther King  Jr. (1929-1968)
Amerikalı siyâhî ilâhiyatçı ve insan hakları savunucusu 

* * *

(Geçen bölümden devam ediyoruz)

1990'lı yıllar, o dönemde Ankara'dan gelip geçen hükûmetlerin ülkede terörle mücadelenin anahtarını bütünüyle orduya; daha doğrusu ordunun içinde bulunan, yoğun şiddet yanlısı ve o vahim manzaradan kişisel ikbâl elde etmeye teşne bir kliğe teslim ettiği, bundan dolayı da kimileri açık kaynaklara yansımış, kimileri hiç yansımamış pek çok vahşet gösterisinin, politik skandalın, insan hakları ihlâlinin yaşandığı kapkara bir dönem olarak geçmiştir Türkiye tarihine…

Anılan dönemin en büyük "suskun"u, en "pişkin" siyasal aktörü ise 1991-1993 yılları arasında Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ile kırılgan bir koalisyonu yöneten, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Nisan 1993'deki kuşkulu ölümünden sonra da "İş başa düştü, yerine ben geçeyim bari" şeklindeki bir yaklaşımla cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan; kripto cuntacıların 2000'li yıllara kadar aşama aşama artmış ve nihayetinde de "küstahlık" düzeyine ulaşmış durumdaki askerî vesayetine her şekilde çanak tutan Süleyman Demirel'dir. 

Demirel'in 90'lar boyunca kamuoyuna yansıttığı genel resim, gençlik yıllarında askerî vesayetle kıran kırana mücadele ettiği, kimi zaman da aynı askerî vesayet tarafından gasp edilmiş politik hakları için verdiği onurlu direniş resminin çok uzağındadır artık…

Âdetâ Türkiye'de bu işlerin hiçbir zaman düzelmeyeceğine kanaat getirmiş ve havlu atmış biri görünümündedir; askerî vesayete bütünüyle boyun eğmiş ve ordunun şahin kanadını -tıpkı cumhurbaşkanlığına getirilmiş emekli bir general edâsıyla- hoş tutabilmek için her türlü oportünist dansı yapan, kokmaz bulaşmaz bir "garden party politikacısı" kıvamına ulaşmıştır. 

16 Mayıs 1993'de Başbakanlığı terk edip cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğunda, vaktiyle aynı koltuğa otururken yerine emanetçi bir genel başkan, Mesut Yılmaz'ı bırakan Turgut Özal'a yönelik ağır eleştirilerini -o meşhur "Dün dündür, bugün de bugündür" düsturu çerçevesinde- unutup, bu kez kendi emanetçisini belirleyecekti Demirel…

Doğru Yol Partisi'nin (DYP) büyük kongresinde onun can-ı gönülden oluruyla genel başkan seçilen Tansu Çiller, Haziran-1993'de Türkiye Cumhuriyeti'nin 50'nci Hükûmeti'ni kurarak dümeni devraldı.

Bundan sonra da ülkemizin JİTEM'ler, Susurluk'lar, yargısız infazlarla dolu yakın tarihinde yeni bir sayfa açılacak, Doğu coğrafyası Türk ordusu ve istihbarat servisi adına hareket ettiğini ileri süren karanlık bir ekip ile bir halk kurtuluş savaşı vermenin dışında her şeyi yapan, uyuşturucu, gasp, haraç, insan kaçırma, terör taşeronu PKK çetesi arasında uçsuz bucaksız bir kanlı antrenman sahasına dönüştürülecekti.

Bu dönem, aynı zamanda Türkiye'de "sosyal demokrasi hareketinin amiral gemisi" olma iddiasındaki, en azından bu iddiayı Ecevit'li yılları boyunca göğsünü gere gere taşımış CHP'nin de Deniz Baykal'ın 9 Eylül 1992 tarihinde başlayan genel başkanlığında, ülkede olup biten her karanlık işi TBMM'deki sıcak koltuklardan, "Devletimizin bekâsı diğer her şeyden daha önemli" nidâları eşliğinde, göz yaşartıcı bir seçkincilik eşliğinde izlediği, tavrını her koşulda "güç"ten yana koyduğu, demokratik ilerleme açısından tamamen kayıp bir zaman dilimi olarak kayıtlara geçti.

Derin devletin, orta, lise ve yükseköğrenimden başlayıp kamu kurumlarına uzanan geniş bir yelpazede, dindar bireyler ve aileleri üzerindeki baskıları aşama aşama artırdığı bu süreçte, son derece doğal bir sosyolojik tepki hareketi olarak "siyasallaşmış İslâm" da yükselişe geçmişti.

O sıralarda dünyanın dört bir köşesine olduğu gibi Türkiye'ye de hemen her gün tahammülü zor vahşet ve soykırım görüntülerinin ulaştığı Bosna İç Savaşı, ülkedeki dindarlık dalgasının yükselişine hatırı sayılır bir ivme katmaktaydı.

PKK terörünün, üzerine ara ara benzin dökülüp coşturulan istisnâî bir sorun olmaktan çıkıp Doğu Anadolu'da günlük rutine dönüşmesi yine aynı zaman diliminin, özellikle de Çiller Hükûmeti yıllarının bir gerçeğidir.

Ki o hükûmet döneminde siyasal literatürümüze giren "düşük yoğunluklu savaş" deyimi de bu fiili durumun süslü cümleler eşliğinde ifade edilmiş bir karinesi olarak hatırlanmaktadır. 

"Kürt sorunu"nun çözümü noktasında "daha güçlü ve yıldırıcı bir karşı şiddet" dışında en ufak bir politik teorisi bulunmayan Çiller, Haziran-1996'daki Refahyol Koalisyon Hükûmeti'ne kadarki iktidarı boyunca dönemin genelkurmay başkanı Doğan Güreş ile son derece "uyumlu" bir ilişki içinde ilerledi.

Öyle ki Güreş bu ilişkinin ulaştığı uyum düzeyini, "Başbakan Doğu'daki olaylarla ilgili tak diye emrediyor, ben de şak diye gerekeni yapıyorum" sözleriyle açıklayacaktı. 

1994, benim de vatani görevimi ifâ ettiğim yıldır. Önce 6 aylık kısa dönem olarak başlayıp, Çiller Hükûmeti'nin tasarrufuyla ve "Silah altında yeterli personel yok" gerekçesiyle sonradan 9 aya çıkartılan askerliğimde, OHAL (Olağanüstü Hâl Bölgesi) kapsamındaki Van-Erciş'te, bana hiç kimsenin ekstradan martaval anlatmasına gerek bırakmayan bir atmosfer içinde bu ülkeye hizmet etmeye çabaladım.

O yüzden, dönemin ruhunun, özellikle de Doğu'daki politik ve askerî yansımalarının bire bir tanıklarındanım. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Lâkin, geçen haftadan devam eden bu yazının asıl meselesi, gerçek başrol oyuncusu ise Türkiye'de aynı dönemlerde nasıl bir pozisyon aldıklarına ışık tutmaya çalıştığımız "sosyal demokratlar"…

Onların merkez üssü konumundaki CHP'ye 9 Eylül 1992-10 Mayıs 2010 tarihleri arasında yaklaşık 18 yıl boyunca komutanlık yapan Deniz Baykal… 

Bu aşamadan sonra, projektörlerimizi yeniden aynı kesimin üzerine çevirip, o yönde ilerleyeceğiz. 

Sosyal demokrasi hareketinin, ta 1960'lardan itibaren Bülent Ecevit, Necdet Calp, Aydın Güven Gürkan, Erdal İnönü, Murat Karayalçın, Altan Öymen, Hikmet Çetin, İsmail Cem gibi önde gelen teorisyen ve liderleri, Türk toplumundaki dindarlık ve buna bağlı olarak ortaya çıkan giyim-kuşam / davranış tercihlerine karşı politik arenada -çoğu kez- öyle aman aman bir kan dâvâsı yürütmedi.

Bunlara ilişkin meseleler nadiren gündeme geldiğinde de "dindarlık tezahürleri" söz konusu liderlerin açıktan cephe aldıkları ve geriletilmesi için kıyasıya savaştıkları azılı birer düşman olarak algılanmadı. 

Fakat 1990'larla birlikte, özellikle akademik hayatta dindar kız ve erkek öğrencilere yönelik sistematik baskıların ortaya çıkması, bu baskıların özellikle de başörtüsü yasaklarıyla şâhikasına ulaşması, Baykal'ın CHP'sinin açıkça taraf olduğu ve yasakların her türünü yine aymazca desteklediği bir despotizm gösterisine dönüşecekti.

Hayatı boyunca bir tarafında daha baskıcı, diğer tarafında ise daha özgürlükçü bir tavrın yer aldığı hemen hiçbir politik seçenekte oyunu daha geniş özgürlüklerden yana kullanmamış olan Baykal, kendi genel başkanlığı süresince CHP'yi ta 1960'ların ortalarından itibaren ilmek ilmek örülerek belli bir noktaya getirilmiş "sosyal demokrat parti" kimliğinden özenle uzaklaştırdı; onu jakoben devlet modeline marazî bir düzeyde bağlı, katı seküler ve katı güvenlikçi politikaları alabildiğine güzelleyen "sistemin hakem partisi" moduna geri döndürdü.

CHP, Şubat-1995'de Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yi de (SHP) birleşmeyle yutarak ilerlediği 1990'lar boyunca son derece kararlı ve sistematik bir çabayla 1940'ların tek parti dönemi ruhuna geri döndürülürken, yeni milenyuma girmenin eşiğinde ülkede artık sosyal demokrasinin -kör topal da olsa- tek temsilcisinin, Ecevit'in -her türlü birleşmeyi külliyen reddeden- Demokratik Sol Parti'si (DSP) olduğu gibi zorlayıcı bir manzarayla karşı karşıya kalıyordu sosyal demokrat kitleler…

Baykal'ın, 1990'lardan 2010'lara uzanan, 1995'deki SHP birleşmesinde yaşanan kısa bir ara hariç kesintisiz sürüp giden 18 yıllık genel başkanlığı boyunca, sosyal demokrasinin (bu politik hareketin yeryüzündeki önde gelen temsilcilerinin her fırsatta dile getirdiği türden) temel insan hakları ve ifade özgürlüğünün yasalarla güvence altına alınıp yaygınlaştırılması, toplumsal dokuda daha hakça bir paylaşıma yönelim, cinsiyet ayrımından doğan eşitsizliklerin giderilmesi, farklı toplumsal kesimlere ve azınlıklara nefes aldıracak pozitif ayrımcılıklar gibi konu başlıklarında ne TBMM kürsüsüne, ne de toplumun gündemine getirdiği dişe kovuğa gelir hiçbir entelektüel tartışma olmamıştır.

Olmadığı gibi, partiyi de sosyal demokratlığı kuşku götürmez isimlerden adım adım arındırıp, jakobenizmi, cumhuriyet seçkinciliğini temel felsefe yapmış kişilerin MKYK'de ağırlıklı roller üstlendikleri yeni bir forma soktuğu da âşikârdır.

CHP'de sonunda öyle bir dönem gelmiştir ki, geçen yazımda sözünü ettiğim, sosyal demokrat, demokrat sosyalist ve işçi sınıfı temsilcisi partilerin üye olduğu, 1951 yılından bu yana faaliyette bulunan Londra merkezli Sosyalist Enternasyonal örgütü, kıdemli üyelerinden CHP için en sonunda "Türkiye'nin ana muhalefetini oluşturan bu partide sosyal demokrasiden geriye ne kaldı?" tartışması başlatmış, CHP'nin üyeliği ciddi bir biçimde sorgulanırken, örgütten ihraç kararı da son anda binbir müdahaleyle direkten döndürülmüştür. 

Baykal'ın, basit bir idârî mevzuat meselesi olmaktan çıkıp, özellikle yükseköğrenime agresif yansımalarıyla resmen bir "trajedi" görünümü alan başörtüsü yasakları boyunca takındığı o sinik, çekingen, giderek gidişâtı olumlayan tavır, günümüzde muhafazakâr kesimdeki milyonlarca insanın CHP'ye derin bir öfke içinde diş bilemesinin, hayatlarında bir kez dahi olsun sosyal demokrat kimlikli bir partinin yerel ya da merkezî yönetime gelişini "demokratik bir seçenek" olarak göremeyişinin de en temel nedenlerinden biridir.

1970'ler boyunca temel hak ve özgürlükler alanında yaptığı irili ufaklı çıkışlarla İsmet İnönü döneminin kimi ceberrutluklarını toplumsal hafızadan büyük ölçüde silmeyi başarmış olan CHP, 1990'larla birlikte içine ikinci kez girdiği "devletin jakobenist hakem partisi" postunda aynı toplumsal hafızanın derinliklerine itilmiş bütün o berbat anıları yeniden canlandırmış ve günümüzde Kılıçdaroğlu CHP'sinin boğuştuğu bir sürü toplumsal önyargının da iyiden iyiye kökleşmesine yol açmıştır. 

Terörle mücadelenin empatiden, merhametten, kalıcı toplumsal çözümler üretmekten en uzak, en körü körüne dövüş şeklindeki karşılığına inanmak haricinde, politik ve dinsel özgürlükler konusunda hiç bir rasyonel önerisi olmayan Baykal CHP'si, kendi "başyapıt"ına ise ülkenin son derece planlı adımlarla 28 Şubat post modern darbesine taşındığı dönemde, Necmeddin Erbakan'ın liderliğindeki Refahyol Hükûmeti'ne revâ görülen rezil muameleler sırasında imza atacaktı.

Cunta heveslisi Çevik Bir'in yönetimindeki "Batı Çalışma Grubu" adlı diktatöryel oluşum, ömrü yaklaşık bir yıl süren Refahyol Koalisyonu sırasında ülkeyi -ısmarlama olduğu her hâlinden belli- bir dizi bel altı komplo ve skandalla yavaş yavaş -kendi deyimleriyle- "tank paletlerine iş düşmeyen post-modern bir darbe"ye hazırlarken, CHP ise bütün bu süreci, bir yandan dindar kamuoyunun çeşitli alanlardaki insan yerine konulma ve özgürleşme arayışlarına, diğer yandan da PKK şiddeti karşısında takınılan "vendetta"cı tavrın çözümsüzlüğüne ilişkin dişe kovuğa gelir en ufak bir söz bile söylemeden pişkinlikle izledi. 

Bugün geriye dönüp 1990'lara yeniden ve daha bir alıcı gözüyle baktığımızda, CHP için, o yılların, bu partinin 97 yıllık tarihçesi boyunca kaçırdığı en büyük "toplumsal liderlik fırsatı"nı simgelediğini görmekteyiz. 

Askerî vesayetle boğuşmanın elbette ki ciddi bazı riskleri vardı. Ancak, Baykal ve kurmayları, ülkenin tapusunun ordu içindeki bir grup Amerikancı generale teslim edildiği o günlerde bir ölçüde de olsa cesaret gösterip, "Hanımlar, beyler! Bu gidiş hiç de hayra olacak bir gidiş değil, ülkeyi el birliğiyle toparlamalıyız, hepiniz kendinize gelin!" deme cesaretini gösterebilseydi, CHP hiç kuşkusuz ki günümüzde toplumsal bellekte beton sağlamlığında yer etmiş durumdaki "varlığının amacı emek ve emekçi kitleler değil, cumhuriyetin yarattığı küçük bir seçkinci azınlığın çıkarlarının korunması olan, her türlü insânî hak ve özgürlüğün azılı düşmanı, bütünüyle statükodan yana bir parti" kimliğini asla edinmeyecekti.

Bilâkis, neredeyse başörtülü bir kadını parti genel merkezinin bahçesine sokarken bile tereddüt sergilenen o yıllarda, Prof. Nur Serter ve Prof. Dr. Kemâl Alemdaroğlu gibilerinin bugün utançla hatırlanan Nazistik icâdı "iknâ odaları"na, Erbakan'ı ve Millî Görüş hareketini kamuoyu önünde itibarsızlaşmak amacıyla organize edilen Ali Kalkancı-Müslüm Gündüz-Fadime Şahin entrika üçgeni gibi yüz kızartıcı seks skandallarına, Başbakan'ın görevini yaparken en alt düzeyli TSK mensuplarından gördüğü sistematik aşağılamalara, Doğu'da terörün yegâne çözümü olarak dayatılan JİTEM gibi ürkünç oluşumlara, Erzurum'un ötesinde asayişin "Yeşil" gibi ne idüğü belirsiz, alacakaranlık adamların hiç olmayan merhametine teslim edilmesine CHP tarafından onurlu tepkiler verilebilseydi, bu parti günümüzde hiç kuşkusuz ki Mersin'den Trakya'ya incecik bir kıyı hattı boyunca kurduğu yüzde 25'lik küçük burjuva egemenliğinin çok ötelerine geçmiş, oy oranı en kötü zamanda dahi rahatlıkla yüzde 40'a ulaşabilen geniş çaplı bir kitle hareketine dönüşmüş olacaktı. 

Fakat, CHP, Türkiye tarihinin o en karanlık döneminde hep sustu ve Baykal'ın yönetiminde "derin devletin pisliklerini halının altına süpürme" görevini iktidarlarla paylaştı.

Daha da vahimi, bunu "Cumhuriyet sevdası ve devleti ayakta tutma" gibi süper-ulvî gerekçelerle yaptı.

Ki zaten 1990'ların devlet yapılanması içinde yer almış bütün önde gelen oyuncular, doğru ya da yanlış, yasal ya da değil, üniformaları altında her ne halt ederlerse etsinler, bunları kendileri için değil "devletin bekâsı" için yapmakla meşgûldü.

Politika ve kriminolojide bu tür davranışlara "noble cause corruption" adı verilir. Yani, "onurlu bir gerekçeyi öne sürerek yozlaşma"… 

Özellikle, 1990'larda ve yine özellikle devletin güvenlik güçleri içinden kimi zümrelerin, üzerlerindeki devlet üniformasını dibine kadar sömürerek, bütünüyle kendi kişisel çıkarları için işledikleri insanlık suçlarına "vatan-millet-Sakarya" yaftaları uydurmaları, "İyi ya da kötü, her ne yaptıysak, bu vatanın iyiliği, selâmeti, bekâsı için yaptık" şeklindeki pek afili savunularıyla ayyuka çıkmış bir davranış biçimidir.

PKK'ya yardım ve yataklık ettiğinden kuşkulanılan bir adamı asit kuyusuna atarak cezalandırmayı bu şekilde açıklayan eski bir özel harekâtçı her ne ise, onun her türlü günahını görmezden gelerek böylesine çürümüş bir güvenlik politikasına hiç sesini çıkarmadan yoluna devam eden CHP'nin durumu da "noble couse corruption" olgusunun tipik birer yansımasıydı o dönemlerde…

Bütün önemli politik, askerî, idârî, kültürel ve toplumsal eşiklerde sustular ve yurttaşların mutluluğu karşısında "ceberrut devlet modeli"nin güvenliğini önceleyen faşizan bir pozisyon aldılar.

Bu da CHP'nin sosyal demokrasi yolunda o günlere kadar ite kaka ilerlemiş, belli düzeyde de yol almış bir parti olarak daha fazla büyümesinin, kendini aşmasının yollarını tıkadı.

Sistemin o türlü işleyişinden çıkarı olan, bundan nemalanan dar bir seçmen grubunun ayakta tuttuğu, devlet tarafından her durumda korunup kollanan, "siyasal parti" ile "devlet gözlemcisi" arası tuhaf bir konumlama içinde yeni milenyuma, ta AKP'li yıllara kadar ulaştılar. 

Tabiî, aynı dönem enine boyuna ele alınırken, sosyal demokrasinin ülkemizde 1985 sonrasında -adından başlayarak- daha kararlı bir temsilcisi olma iddiasını taşımış diğer bir politik örgütlenme konumundaki Demokratik Sol Parti (DSP) ve lideri Bülent Ecevit'in pozisyonu da hiç sorgulanmadan pas geçilemez. 

Ecevit'in politik kariyerini bir bütün olarak ele aldığımızda, onun ta 1960'lardan itibaren Türkiye'nin dindar kanadıyla açık bir sürtüşmeye girmekten ve o cephe tarafından külliyen reddedilmiş bir lider olmaktan özenle kaçındığını görmekteyiz.

Bu, gerek ilk gençlik yıllarından itibaren samimiyetle bağlanmış olduğu İskandinavya tipi sosyal demokrasinin dinsel özgürlüklerle ilgili ferah feza yaklaşımının doğal bir yansıması da olabilir; gerekse dindarlığın sosyolojik yapı içinde son derece güçlü ve belirleyici bir kimlik olduğu Anadolu topraklarında, bu konuda alerji uyandırabilecek köşeli açıklamalarla seçmenleri peşinen yitirmemek adına atılmış stratejik bir adım da olabilir.

Merhumun vefâtının 15'inci yılında, elimizde onun vaktiyle kalbinden geçenleri yüzde yüz kesinlikte okuyabilecek bir "kanaat ölçüm cihazı" yok. 

Buna karşılık, 1974 yılında Millî Selâmet Partisi (MSP) ile kurduğu koalisyon, toplam ömrünün 10 ayı ancak bulmasına karşılık, o dönemde Erbakan ile fikir birliği içinde gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle, Ecevit'in milliyetçi ve muhafazakâr toplumsal çevreye Cumhuriyet tarihinde başka hiçbir sol görüşlü lidere nasip olmayacak ölçüde yakınlaştığı ve onların sempatisini topladığı da söylenebilir.

Nitekim, yazımızın geçen bölümünde sözünü ettiğim, yoksul ve dar gelirliden yana, kimisi icraat aşamasında başarılı, kimisi de başarısız olmuş sosyal politikaları, bu politikaları uygularken halk kitleleri içinde karşısına çıkan dindarlık tezahürlerini hiçbir zaman hasım olarak görmediği "rahat" hükûmet ediş biçimi gibi gerekçelerle, muhafazakâr çevrelerde Ecevit'e yönelik söz konusu sempati, ya da en azından "onu saygıyla kabullenme" hâli diyelim, ta 2000'lerin başlarına kadar düzgünce sürüp gitmiştir.

Sokakta rasgele çevirip mikrofon uzattığımız pek çok mütedeyyin yurttaşın, kendisinden söz ederken, yakın dönemlere kadar "Karaoğlan" lâkabını kullanması bile, bu belli belirsiz saygı ve sempatinin anlamlı bir yansımasıydı aslında…

Ecevit'in, Türkiye'nin muhafazakâr sağ mahallesinde bütün kredibilitesini yitirmesi ve sonrasında onun neredeyse jakobenist Baykal ile aynı safta ele alınmasına yol açan acıklı gelişme ise 1999 yılı Mayıs ayında yaşanacaktı. 

1999 yılında, Anayasa Mahkemesi'nin laikliğe aykırı faaliyetler yürütme gerekçesiyle kapattığı Refah Partisi'nin politik mirasını sürdürmek üzere kurulan Fazilet Partisi'nin, yaklaşan genel seçimlerdeki vitrin adaylarından biri, ABD'de bilgisayar mühendisliği eğitimi görmüş olan Merve Kavakçı'ydı.

1994 yılından itibaren Refah Partisi Kadın Kolları'nda başarılı çalışmalar yapmış olan bu mütesettir politikacı, sahip olduğu parlak meslekî CV ile, yeni kurulan Fazilet Partisi'nin de İstanbul cangılında seçilmesine kesin gözüyle baktığı adayları arasında yer alıyordu.

Nitekim seçimlerden İstanbul milletvekili olarak çıkmayı başaran Kavakçı, buna karşılık, 2 Mayıs 1999'da, Yüksek Seçim Kurulu'ndan mazbatasını alıp, TBMM'de 21. Dönem 1. Yasama Yılı 1. Birleşim'e katıldığı sırada utanç verici bir politik linç girişimiyle karşı karşıya kalacaktı.

Kavakçı, DSP lideri Ecevit'in kürsüye çıkarak çamur gibi bir yüz ifadesiyle yaptığı, o tarihe kadar kendisinde kolay kolay gözlenmemiş düzeyde bir hiddet içeren konuşmanın ardından, DSP'li milletvekillerin başını çektiği toplu protesto eylemi nedeniyle, kürsüde milletvekilliği yeminini edemeden Genel Kurul Salonu'nu terk etmek durumunda kalıyordu. 

O gün kürsüdeki konuşmasını "Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!" cümlesiyle noktalayan Ecevit'in söz konusu protesto daveti, dindar kamuoyunun kendisine son 22 yıldır, hattâ vefatının üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen hiç dinmeyen öfke ve nefretinin de ateşleyicisi olarak hatırlanmaktadır. 
 


Türkiye'de öteden beri, toplumsal arenada gerçekleşen ve içeriği itibarıyla geniş halk yığınlarını yakından ilgilendiren olay ve olgular tartışmaya açıldığında, soğukkanlı, analitik bir yaklaşımdan ziyade sloganik, yaygaracı, çok bağıran bir dil kazanageldiğinden dolayı, o gün TBMM'de yaşanan manzaranın da aradan geçen 22 yıl içinde hiçbir zaman derinlemesine bir analizi yapılamadı; eldeki taşlar yerli yerine oturtulup, bu satranç tahtasının kayıp taşlarının nerelerde saklı olabileceğine dair sağlıklı bir fikir yürütülemedi. 

Ecevit'in o tarihe kadarki yaklaşık 40 yıllık politika geçmişi boyunca, kürsüde ya da özel hayatta bu şekilde açık hedef gösterdiği ve doğrudan "Başını ezin" çağrısı yaptığı bir başka politik hasmı daha olmuş muydu?

Ecevit'in, aynı ömürlük süreç içerisinde, özellikle de bir kadını, salt başörtüsünden dolayı hedef tahtasına oturttuğu ve gözünün yaşına bakmadan harcadığı başka bir politik mücadele örneği hatırlayan var mıydı? 

Daha da ötesi, bu nobran tavır, Ecevit'in o herkesçe iyi bilinen kişisel nezaketi, politik kabûlleri ve inançlarıyla ne ölçüde örtüşme içindeydi? 

Politika arenasında 40 yılı geride bırakmış olan böylesine tecrübeli bir liderin, tarihsel olarak yüzde 60-70'i şu ya da bu tonda milliyetçi-muhafazakâr görüşlere sahip bir ülkede Kavakçı'ya karşı sergilediği düşmanca yaklaşımın seçim sandığında ve kendisine yönelik genel sempatide yol açacağı devâsâ hasarı öngörememesi mümkün müydü? 

İşte bu noktada, olayın üzerinden 22 yıl geçtikten sonra, kişisel kanaatim, Ecevit'in, Merve Kavakçı'nın İstanbul milletvekilliğinin kesinleşmesinin hemen ardından, dönemin başbakanı olarak, 28 Şubat darbesinin yıkıcı sonuçlarının hâlâ olanca şiddetiyle hissedildiği Ankara'da, "derin güçler" tarafından tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde "tehdit edildiği" yönündedir.

Fakat bu öyle böyle bir tehdit değil, muhtemelen kendisi ya da eşi Rahşan Hanım'ın hayatının söz konusu edildiği çok ciddi bir tehditti. 

İki yıl aralıkla demokrasiye darbe ya da darbeyi çağrıştıran müdahaleler yapmak darbecilerin bile kaçındığı bir bıkkınlık ortamı yaratacağından, pek muhtemeldir ki 1999 başörtüsü krizinde bu görev devletin derinliklerinde laiklik nöbeti tutan güçler tarafından zoraki olarak Ecevit'e tevdî edilmişti.

1970'ler ya da 80'lerdeki daha genç ve gözü kara bir Ecevit, belki görevi bırakmak pahasına bu görevi reddedebilirdi.

Ancak, hafif hafif Alzheimer belirtileri sergilemeye başlamış, 74 yaşındaki hasta ve yorgun bir Ecevit için bu, artık girilemeyecek türden aşırı çetin bir maceraydı.

O da TBMM kürsüsünde, bir sonraki seçimler için intihar sayılabilecek meşhur çıkışını yaparak, "Kavakçı'ya haddinin bildirilmesini" sağladı ve adını da Türk politika tarihine "seçilmiş bir milletvekilini genel kurul salonundan kovduran başbakan" olarak kazıttı. 

Pekiyi, tekraren soruyorum, bunu yapmayı gerçekten de kendi özgür iradesiyle mi istedi? 

Bence hayır… Çok ciddi ve sahici bir tehdit, onu bu çirkin davranışa yönelmeye mecbur bıraktı.

Çünkü, olaya ikbâl hesapları açısından baktığımızda, ortada, en küçük bir rasyonalitesi dahi bulunmayan, "politik intihar" mahiyetinde bir çıkış olduğunu görüyoruz. 

Dediğim gibi, sürecin bütün cephelerini ayrıntılı olarak bilemiyorum, çünkü Ecevit ardında geniş kapsamlı bir "memoir" / "anılar kitabı" bırakmadı.

Ben de o yüzdendir ki yalnızca açık kaynaklara, Ankara'dan duyumlarıma ve gazeteci sezgilerime kulak vererek konuşuyorum.

Bu sınırlı verilere bağlı olarak, Kavakçı krizindeki yaklaşımının Baykal'ın genel politik çizgisine uymakla birlikte, Ecevit'in o güne kadar hem özel hayatı, hem de politikada izlediği olağan istikamete hiç uymadığını bir kez daha vurgulamayı gerekli gördüm.  

Nitekim önce üniversiteler ve kamu kurumlarında uygulanmaya başlanan geniş kapsamlı, ödünsüz, saldırgan başörtüsü yasağı, bununla da yetinilmeyip dindar kimliği belirlenenlerin kamu kurumlarından özenle ayıklanması, Refahyol koalisyonunun özellikle ekonomideki kayda değer çalışmalarına rağmen acımasızca harcanması, "Susurluk Skandalı" gibi devlette uzun yıllardır sürüp giden bir çürümenin bütün kirinin yine kısa ömürlü Refahyol'un üzerine bulaştırılmaya çalışılması, bütün bu aşağılayıcı sürecin rövanşında iddialı bir geri dönüş yapmak isteyen Fazilet'in 1999 yılında Kavakçı üzerinden bir kez daha aşağılanması, yanı sıra burada sayılması epeyce yer kaplayacak daha bir sürü hastalıklı politik adımın toplumsal bellekte koca bir kara delik oluşturması sonucunda, Türk sosyal demokrasi hareketi, 2000'lere, CHP'si ve DSP'siyle iki "politik ceset" olarak girecekti. 

Koşullar, dindar kesimin beklentilerini yerine getirecek muhafazakâr bir tek parti iktidarı için artık neredeyse pürüzsüz bir mermer yüzeyi kıvamına ulaşmıştı.

İşte, Adalet ve Kalkınma Partisi de (AKP) geniş halk kitlelerinin, dönemin "laik" cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in dindarlar kamusal alanın hangi köşesinde boy göstermeye kalkarlarsa derhal başlarını ezdirdiği, diğer zamanlarda ise kendisini TBMM'ye öneren Ecevit ile didişip başına Anayasa kitapçığı fırlattığı, böylelikle ülkenin zaten alabildiğine kırılgan olan ekonomisini çökerttiği, Türkiye muhafazakârlığına yönelik aşağılayıcı ve oyunun dışında bırakıcı tavrın ılımlı sol çevrelerde bile ciddi eleştiriler topladığı böylesi bir fetret devrinde, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimlerin ardından, yüzde 34,28 oy oranıyla iktidara gelecekti.
 

* * *


CHP, zaman içinde Kürtleri, Alevîleri, nitelikli solcuları, azınlıkları, mûtedil dindarları, mâkûl milliyetçileri, Türkiye içinde hak ve özgürlük arayışları sürüp giden bütün toplumsal kesimleri birer birer kaybederek, yeryüzünde kendisinden başka hiçbir dostu ve müttefiki bulunmayan "orta-üst sınıf bir beyaz Türk partisi"ne dönüştürüldü.

Bu kopuşun da baş mimarı, CHP'yi sosyal demokrasinin küresel ölçüt ve ideallerinden özenle kopartıp, nicedir çıkmış olduğu uzun ve zorlu bir yolculuğu tam ortasında sonlandıran Deniz Baykal ile kendisiyle aynı kafa yapısına sahip kurmaylarıdır.  

Toplumsal çevreler içinde, bu politik örgütlenmeye yönelik en büyük güven bunalımı hiç kuşkusuz ki Kürt asıllı yurttaşlar arasında yaşandı.

1990'ların ortalarına kadar CHP'yi -yakın tarihteki bütün defolarına rağmen- yine de kendilerinin en samimi temsilcisi olarak gören Kürt kamuoyu, aynı partinin Doğu illerinde yaşanan insan hakları ihlâlleri, gayrı insânî ve anti-demokratik uygulamalar, yasadışı gözaltına almalar, gözaltında kayboluşlar, faili meçhuller karşısındaki mezar sessizliğini gördükten sonra alternatif politik arayışlara yöneldiler.

Son 25 yıla damgasını vuran, biri kapatılıp diğeri açılan Kürt/çü etnik siyaset partileri de yine CHP'nin itibar yıkımını hazırlayan bu derin umursamazlıktan doğdu. 

Kürtlerin "Bize beyaz Türklerin sosyal demokrasisinden fayda yok, tırnağımız varsa başımızı kaşıyacağız" diyerek kendi etnik kimliklerini ön plana koydukları ilk yasal politik örgütlenme, 1990 yılında kurulan Halkın Emek Partisi'ydi (HEP). 

Paris'te düzenlenen "Kürt Ulusal Kimliği ve İnsan Hakları" konulu bir konferansa katılan bir grup Sosyaldemokrat Halkçı Parti milletvekili, bu katılımları bahane edilerek 16 Kasım 1989'de partiden topluca ihraç edilince, 7 Haziran 1990 tarihinde HEP'i kurdular.

1993 yılına kadar ayakta kalabilen HEP, bu süreçte CHP'nin kendisine en az MHP düzeyinde gardını aldığını görerek, o günlerde henüz yeterince keskin olmayan kılıcını sabırla bileyledi.

Böylelikle, Kürt entelejansiyasının Türk sosyal demokrasi hareketleri ve özelde de CHP'den ebediyen kopup kendi beklentilerine uygun politik oluşumlara yönelmesi geleneğinin de önü açılmış oluyordu. 

Sonraki yıllarda Demokrasi Partisi (DEP) ve Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) ile devam eden bu sancılı arayışın günümüzdeki en son halkasını ise, bilindiği üzere, Halkların Demokratik Partisi (HDP) temsil ediyor. 

Öte yandan, CHP'nin Baykal döneminde iyice belirginleşen devletçi seçkinciliğinin olumsuz yansımaları Alevîler cephesinde Kürtler kadar keskin bir kopuşa yol açmasa bile, o cephede de belli ölçüde etkili oldu.

Hemen hiçbir konuda olmadığı gibi, Alevî sosyolojisinin sorunları üzerine de dişe kovuğa gelir öneriler ortaya koyamayan, mevcut sorunların çözümü için -cemevlerinin ibadethane statüsü kazanması da dahil olmak üzere- en temel konu başlıklarında bile sesini yükseltemeyen CHP, zaman içinde, kemikleşmiş Alevî seçmen tabanının hatırı sayılır bir kısmını, kendisine göre sınırları çok daha genişletilmiş bir insan hakları retoriğiyle hareket eden Kürt partilerine kaptıracaktı. 

Deniz Baykal'ın bu etliye sütlüye karışmayan, Türkiye'yi kanatan hiçbir meselede elini taşın altına sokmayan, politik arenada varlığını sürdürebilmek için yüzde 20 ilâ 25 bandını fazlasıyla yeterli gören çekimser politikaları 18 yıl boyunca CHP'den geriye içi güvelerce kemirilmiş bir parti kalıntısı bırakmıştı.

Öyle ki Baykal'ın, CHP genel başkanı sıfatıyla girdiği son genel seçim olan 22 Temmuz 2007 seçimlerinde, partinin almış olduğu oy, o seçimde bir sol ittifak söz konusu olmasına rağmen 20,8 oranına kadar gerilemiş durumdaydı.

İktidar partisi AKP 5 yıl sonra katıldığı bu ikinci seçimden oylarını yüzde 12,3 oranında artırarak yüzde 46,5 gibi parlak bir başarıyla çıkarken, CHP'nin ise çok küçük bir artış haricinde, aynı 5 yıl boyunca yerinde sayması bile Baykal'ın ağzının tadını kaçıramayacaktı.  

CHP liderine Mayıs-2010'da kurulan "kaset komplosu"nun ardında kim ya da kimlerin olduğu, günümüzde de hâlâ tartışılan bir sır…

Hatırlanacağı üzere, 6 Mayıs 2010 günü bir haber sitesinde, nokta atışı hedef gözetilerek servislendiği her hâlinden belli bir video kayıt yayımlanmış ve kayıtta görülen iki kişinin Deniz Baykal ile özel kalem müdiresi Nesrin Baytok olduğu ileri sürülmüştü.

Baykal da bu kaydın bütünüyle montaj olduğunu savunduktan sonra, 10 Mayıs 2010 tarihinde CHP genel başkanlığından istifa edecekti. 

Sonraki 11 yıl boyunca yaşanan politik gelişmeler, özellikle 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen Amerikancı darbe kalkışması, doğaldır ki, bugün Baykal'a seks şantajı konusu açıldığında pek çok parmağın FETÖ'yü işaret etmesine yol açıyor.

Lâkin bu tez, hemen yanında cevapsız bir soruyu da taşımakta: 

Baykal, CHP'deki 18 yıllık liderliği boyunca, FETÖ'nün derinlemesine rahatsız olabileceği hangi karara imza attı ki? 

Ben, kendi adıma, devletin kılcal damarlarına kadar sinsice yayılan böyle bir yapı karşısında Baykal'ın net bir karşı duruşunu hatırlamadığım gibi, "Pensilvanya'nın iyi niyetli olduğuna inandığını" belirttiği açıklaması da hafızalarda hâlâ yerli yerinde duruyor.

CHP Genel Başkanı, "ABD'den, Pensilvanya'dan aldığım üzüntü ve destek mesajlarının samimiyetine inandığımı da söylemek isterim" şeklindeki o meşhur açıklamasını, aradan 6 yıl geçtikten sonra, Murat Çelik'in 4 Ağustos 2016 günü Vatan gazetesinde kendisiyle yaptığı söyleşide -üstelik de 15 Temmuz vahşetinin üzerinden henüz üç hafta bile geçmemişken- bir kez daha teyit ediyor, o günden bugüne fikrinin değişmediğini altını çizerek belirtiyordu

Doğrusu, komploya uğrayanın kendisinin bile inanmadığını söylediği bir iddianın peşinden mal bulmuş mağribi gibi inatla gitmek, bir hakikat arayışçısı olarak bana çok da anlamlı gelmiyor.

Her şeyden önce, Baykal'ın yarım asırlık politik serüveni boyunca FETÖ ile neredeyse hiçbir zaman ölümcül kapışmalara girmemiş, diğer her türlü büyük politik risk gibi bundan da özenle kaçınmış bir adam olduğu gerçeği gözümüzün önünde bir abide gibi yükselirken, politikacıların tarih boyunca içine en kolay düşürüldükleri tezgâh olarak bilinen bu "seks komplosu"nun kuklacısını başka adreslerde aramak gerektiğine inanıyorum. 

Ki bana göre bu olay, parti içinde Baykal'ın kurmuş olduğu -neredeyse- diktatöryel hiyerarşiden bezmiş olan, küçük ama eli kolu yeterince uzun bir azınlık grubun, sonuçları itibarıyla son derece etkili bir operasyonuydu.

Kaseti onlar çekmese bile bir biçimde elde edip servislediler. Amaç, CHP'de 18 yıldır istikrarlı bir şekilde gözlenen politik başarısızlık ve ideallerden kopuş karşısında, partide yeni bir kırılma yaratarak, yola daha az kirlenmiş, daha solda bir liderle devam etme hesabıydı. 

Nitekim, yapılan hesaplar öyle ya da böyle tuttu ve CHP 22 Mayıs 2010 tarihinden itibaren, SSK Eski Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde yepyeni bir yola girdi. 

Şunu gargaraya getirmeden hemen belirtelim ki, Kılıçdaroğlu'nun oy oranları itibarıyla başarısız bir lider olduğu ve CHP'yi girdiği her seçimde daha da küçülttüğü yönündeki iddialar bütünüyle birer demogojiden ibarettir. Çünkü, somut rakamlar hiç de öyle söylemiyor. 

Öncelikle, Kılıçdaroğlu, henüz Baykal yönetiminde bir CHP milletvekiliyken girdiği 2009 Türkiye Yerel Seçimleri'nde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak yüzde 37 oy almayı başarmıştır ki, partisinin aynı yerel seçimde ülke çapında aldığı oy oranı yüzde 32,4'dür.

Günümüzün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, politik efsanesinin doğuşuna yol açan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde yüzde 25,2 oy oranıyla oturmuştu. 

Baykal'ın genel başkan sıfatıyla karşıladığı son genel seçim olan 22 Temmuz 2007 tarihinde CHP'nin elde ettiği 20,8 oy oranına karşılık, Kılıçdaroğlu'nun ilk genel seçimi olan 12 Haziran 2011 seçimlerinde elde ettiği yüzde 25,8 de CHP'deki bu yeni dönemin seçmen nezdindeki olumlu yansımalarından bir diğeridir.

İlk seçiminde partisine yüzde 5,11 oranında yeni oy kazandıran CHP genel başkanı, 7 Haziran 2015'deki yüzde 25, 1 Kasım 2015'deki yüzde 25,3 ve 24 Haziran 2018'deki 25,3 oy oranlarıyla ana muhalefetin lideri olarak geride kalan 11 yıl boyunca partisinin oy dağılım tablosundaki pozisyonunu hem iyileştirmiş, hem de saflara katılan yeni seçmenleri korumuştur.

Öte yandan, Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP'nin Baykal sonrası dönemde attığı yenilikçi adımlar arasında bir tanesi var ki, bu bana göre CHP'nin oy oranlarından çok daha önemli ve anlamlı bir sonuca işaret etmekte…  

Yıllar önce bir süre Prof. Dr. Erdal İnönü'nün sergilediği türden, kitleleri coşturan kişisel karizma gösterilerine değil, bütünüyle kadro çalışmasına dayalı, söylem ve eylemleriyle yankı uyandırıcı bir sosyal demokrasi hareketine inancını geride kalan yıllarında yeterince ispat eden Kılıçdaroğlu, velev ki partisinde başka hiçbir hayırlı iş yapamasa bile, CHP'nin Baykal'lı yıllar boyunca -SSCB Komünist Partisi'ni dönüştürmekten bile daha zor hâle gelmiş olan- üst yönetimi ve "vitrin simâ" tercihlerini kıran kırana bir mücadeleyle değiştirerek yine de tarihe geçmeyi başardı. 

2010 yılında, Baykal'ın partiyi kendisine devrettiği o ilk noktada, sosyal demokrasiyle de demokrasiyle de en ufak bir gönül bağı kalmamış, aklını fikrini laikliğin kaçıp gitmesiyle, başörtüsüyle, saçla sakalla bozmuş, her daim asık suratlı ve karamsar bir jakobenler topluluğunu karşısında bulunan CHP lideri, halk nezdinde en ufak bir saygınlıkları bulunmamasına rağmen vaktiyle partiyi ele geçirmiş ve babalarının malı gibi kullanmakta olan ultra-seçkinci bir zümreyi, zaman içinde -görece kavgadan uzak, mûnis kişiliğine rağmen- son derece akılcı manevralarla saf dışı bırakacaktı.

Kamuoyunun belleğine "dindarlara yönelik yasakların bir numaralı müsebbibleri" olarak kazınmış bu nemrut suratlı kadronun birer ikişer tasfiyesiyle rahat bir nefes alan CHP, gerçi, bu zorlu dönüşümü, uzun yıllardır "devlet partisi" kimliğine "solculuk" diye alıştırılmış, bununla afyonlanmış durumdaki kemik seçmenine anlatana kadar akla karayı seçmişti; fakat Kılıçdaroğlu o çetin mücadeleden de ciddi bir kan kaybına uğramadan çıkmayı başardı.

Ki CHP lideri, beden dilinin sergilediği olanca iddiasızlığın arka planındaki bu güçlü iddiayla, bana uzun yıllardır Roma İmparatorluğu'nda "zurnanın son deliği" nitelemeleriyle tahta oturup, sonrasında usul usul gerçekleştirdiği zekice manevralarla çevresindeki dost-düşman herkesi ters köşeye yatıran imparator Tiberius Claudius'u (M.Ö. 10-54) hatırlatıyor. 

Kılıçdaroğlu'nun yaklaşık 11 yıllık politik karnesine bakıldığında, kullandığı genel retorik kapsamında sosyal demokrat bir kimliğin olmazsa olmazları olan temel insan hakları, azınlık hakları, dinsel özgürlükler, emek ve emekçi hakları, örgütlenme hakkı, basın özgürlüğü, yurttaşların düşüncelerini özgürce ifade edebilme hakkı, adalete ilişkin beklenti ve önerilerin Baykal dönemiyle kıyaslanamayacak kadar geniş bir yer tuttuğu görülmektedir.

Bu dönem, genel ilerleyişi itibarıyla, Ecevit'in CHP'yi ultra-statükocu İsmet İnönü'nün elinden alıp "devlet partisi"nden "emekçi partisi"ne dönüştürmek için koşulları zorladığı 1970'lerle şaşılası bir benzerlik içindedir.

Kılıçdaroğlu da yaklaşık 40 yıl sonra Baykal'dan kurtardığı partide artık iyiden iyiye unutulmuş olan sosyal demokrat / sosyalist bir dili yeniden egemen kılabilmek, partinin gündeminde nicedir geri planda kalmış sosyal devlet ilkeleri, emek ve emekçi mücadelesi, daha fazla özgürlük ve demokrasi arayışlarını canlandırabilmek için bol engelli bir mücadele içinde ilerliyor. 

CHP'nin bu yürüyüşteki en temel açmazı ise bugünkü seçmeninin, oy oranının yüzde 41,4'e ulaştığı 1970'ler sonu seçmen profilinden büyük ölçüde uzaklaşmış oluşudur.

1970'lerde CHP'nin daha net bir sol bir kimlik kazanabilmek adına portföyüne katarak savunmaya başladığı her yeni politik argüman seçmen kitlesinde coşkuyla karşılanırken, günümüzde ise ne tam sağcı, ne tam solcu olmayan, laikliği en Fransız / Ortodoks yorumuyla tanımlayıp anlamlandıran, Kemalist ideolojiyi "solcu" sayılabilmek için tek başına yeterli gören, sahip olduğu orta-üst kentli kültürü ve ekonomik standartları itibarıyla gerçek proletaryanın çilekeş dünyasına epeyce uzak düşmüş, inançla ilişkileri "kültürel Müslümanlık" anlamında bile alabildiğine zayıflamış, sıra "Kürt sorunu"na akılcı çözümler önermeye geldiğinde, şiddet dayatmasında Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) en şahin kanadıyla yarışacak kadar şiddet düşkünü, politik tanımlama açıdan sözcüğün tam anlamıyla "kaotik" bir kitleyi yeniden sosyal demokratlığın evrensel kalıplarına sokmaya çalışmak, cidden yıpratıcı ve takdir edilesi bir çaba anlamına geliyor.   

Partinin kemikleşmiş jakoben iç yapısında dönüşüme direnç öylesine yoğundu ki, Kılıçdaroğlu gibi arkasındaki destek fena sayılamayacak bir lider bile yönetiminin ilk 5 yılında özellikle dindarlara yönelik kucaklayıcı bir politika geliştiremedi.

Bu kapsamdaki ilk adımlarından olan, çarşaflı yeni üyelere bizzat parti rozeti takması gibi bazı simgesel gösterilere hem içeriden, hem de dışarıdan gelen yoğun eleştiriler, CHP liderine böylesine "radikal" (!) bir hamle için henüz erken olduğunu ziyadesiyle gösteriyordu çünkü...

CHP'nin etnik ve dinsel ayrımcılığı bir kenara bırakarak halkı bütün toplumsal sınıfları ve inançlarıyla topyekûn kucaklayan gerçek bir halk partisine dönüşmesi, herkesten önce AKP iktidarının uykularını kaçıran bir gelişme… 

Çünkü özellikle dindar çevrelere doğru yapacağı her türlü açılım, bir sol partiden bu tür insânî yaklaşımlar görmeye nicedir susamış durumdaki Türkiye'de çok kısa sürede geniş bir sempati dalgası yaratacağı gibi, yaklaşık 30 yıl önce Refah'ın, ardından da AKP'nin domine ettiği dindar seçmenin 1970'lerden bu yana ilk kez ve yeniden politik arenada farklı arayışlara yönelmesi sonucunu doğurabilir ki bu minvalde AKP bünyesinden yalnızca yüzde 10'luk bir kopuş, iktidarın bir daha geri gelmemek üzere gitmesi anlamına geliyor. 

Genel başkanlığının ilk birkaç yılı boyunca, "dindarlık" gibi içeride de dışarıda da sorunlar çıkaran netameli bir alana pek fazla bulaşmadan "parti içi temizlik operasyonu"nu yürütmekle meşgûl olan Kılıçdaroğlu, CHP'ye dindar kimliğiyle tanınmış isimleri katmaktan ve dahası bunları vitrine çıkarmaktan çekinmediğinin ilk ipuçlarını 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde verdi. İstanbul'un en kalabalık ve popüler ilçelerinden, aynı zamanda AKP'nin de kalesi sayılan Üsküdar'da, parti içinde son derece güçlü ve saygın bir isim, emekli müftü İhsan Özkes'i belediye başkan adayı olarak bu çetin arenaya sürdüğünde, elde edilen yüksek oy oranı Kılıçdaroğlu'nun hamlesinin kamuoyu tarafından son derece olumlu algılandığını kanıtlıyordu.

Özkes, her ne kadar o bol dedikodulu ve şaibeli seçimi kazanamadıysa da alelâde bir CHP adayının asla alamayacağı bir oy miktarıyla AKP'yi kendi kalesinde iliklerine kadar titretmiş, iktidar partisinin sandık gözlemcilerinin ertesi günün ilk ışıklarına kadar hop oturup hop kalkmalarına yol açmıştı. 

2014 Üsküdar yerel seçimleri, benim gibi Üsküdar ilçesinde oturanların ayrıntılarını pekiyi bildikleri, oldukça "renkli" geçmiş bir seçimdir. 

(2014 yerel seçimleri / Üsküdar oy oranları / AKP yüzde 45,6 / AKP adayının aldığı oy: 156 bin 384 / CHP yüzde 43,2 / CHP adayının aldığı oy: 148 bin 135 / Toplam fark: 8 bin 249 oy)   

Öte yandan, Kılıçdaroğlu, Türkiye kamuoyuna verdiği, CHP'nin sadece "hayatları boyunca bir caminin gölgesinden bile geçmemiş, tanımın en katı, en rahatsız edici versiyonuyla 'Kemalist' bir kitlenin partisi değil, toplumun her kesimine seslenen, bütün toplumsal grupların dertleriyle ilgilenen ve onlara politik arenada fırsat tanıyan bir parti olduğu" yönündeki mesajını, 15 Temmuz 2016 darbe kalkışmasından sonra daha da berraklaştıracaktı.

Partiye eskisiyle kıyaslanamayacak düzeyde dindar kimlikli üye ve alt düzeyli yetkili kabul edilirken, bu yaklaşım 2020 yılı Temmuz ayında avukat Sevgi Kılıç'ın CHP'nin İstanbul-Beykoz Örgütü'nden parti meclisine giren ilk başörtülü kadın oluşuyla yepyeni bir boyut kazanıyordu.
 


Dinsel özgürlüklere yönelik kısıtlamaların, dindar yurttaşların kamusal alandaki görünürlüğünün minimize edilmesi yönündeki despotik yasaklamaların artık Türkiye'nin geçmişinde kaldığını sıklıkla tekrarlayan Kılıçdaroğlu, son yıllarda bu yönde kendisine sorulan her türlü soruya da Baykal ikircikliliğinin tam aksine, büyük bir netlikle cevap veriyor. 

CHP lideri, insanların meslekî değerini belirleyen en temel ölçütün, eğitimini gördükleri işi lâyıkıyla yapıp yapmadıkları olduğunu ısrarla vurgulayarak, "başörtülü hâkim" de dahil, kamu görevlileri işini özenle yaptıktan sonra dindarlığın tezahürü olan hiçbir giyim türüyle bir sorunu olmadığını belirtmekte…
 


Öte yandan, partinin yaklaşık bir 20 yıl boyunca "Atatürk ilkeleri elden gidiyor" şeklinde özetleyebileceğimiz temel gündem maddesi de yine bu dönemde, 1970'lerden bu yana ilk kez adalet, insan hakları, özgürlükler gibi başlıklara evrilmiş durumda; ki özellikle 2017 yılında düzenlenen "Adalet Yürüyüşü" CHP'ye yurtiçi ve dışında yalnızca yüksek bir prestij kazandırmakla kalmayıp, aynı zamanda partinin daha yüksek standartlara sahip bir demokrasi arayışına somut bir örnek olarak da Türk politika tarihine geçecekti. 

15 Haziran 2017 tarihinde Ankara'daki Güven Park'tan partililer ve diğer aktivistlerle birlikte İstanbul'a doğru yürümeye başlayan Kılıçdaroğlu, 420 kilometre uzunluğundaki bu şehirlerarası yolu 25 gün boyunca gündüzleri yaya olarak kat ederek, 9 Temmuz 2017 günü Maltepe ilçesinde düzenlediği bir mitingle sonlandırdı.

Günde ortalama 8 saat boyunca yürüyen ve geceleri bir karavanda yatıp kalkan CHP lideri, "adalet" sözcüğü dışında başka hiçbir sözcük ya da politik sembole yer verilmeyen bu etkinlik sırasında 69 yaşındaydı. 
 


CHP, yapılan son kamuoyu yoklamalarına göre yüzde 25 dolayındaki oy oranını koruyor, bazı anketlerde de buna birkaç puan ekliyor.

Evet, doğrudur; bu oy oranı Türkiye'de sosyal demokrasinin uzun yıllar sonra yeniden tek başına iktidara gelebilmesi için gerekli ve yeterli oy bandının hâlâ çok gerisinde…

Ancak, bunu farkında olmak kadar, Kılıçdaroğlu döneminde kaydedilen ve her biri en az genel seçim kazanmak kadar büyük öneme sahip diğer başarıları da mizan defterinin kazanç hanesine yazmak gerekiyor. 

Bunlardan en önemlisi, Türkiye'nin her türlü parametreye göre en müreffeh ve örnek kentleri olarak gösterilen 11 büyükşehir belediyesinin (İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya, Eskişehir, Aydın, Muğla, Tekirdağ, Mersin, Hatay) CHP'nin elinde oluşu…

Ki bunlardan İzmir ya da Eskişehir'in geleneksel olarak CHP tarafından kazanıldığı ileri sürülse bile, İstanbul ve Ankara gibi AKP'nin neredeyse çeyrek yüzyıl boyunca kendi krallıklarını kurduğu iki megapolün yine bu son dönemde el değiştirmiş olması, Türkiye'nin politik iklimindeki değişimleri gözlemleyenlere önemli bir veri sunuyor.

CHP, dindarlık ya da milliyetçi kimlikle herhangi bir alıp veremediği bulunmayan, bilâkis kampanyaları boyunca seçmenlere "dindar sosyal demokrat" birer resim sunan iki aday, Ankara'da Mansur Yavaş, İstanbul'da Ekrem İmamoğlu ile 2019 yılında yerel yönetimin her iki kalesinde de ezici bir zafer kazandı.

Özellikle, İmamoğlu'nun aldığı 54,2 oy bu şehrin yerel seçimler tarihinde bir rekora işaret etmekteydi ki, gerek onun gerekse Mansur Yavaş'ın Ankara'da aldığı 50,9 oranındaki oy, CHP genel seçimlerde aldığı geleneksel oy oranını ikiye katlıyor.

Türkiye'nin politika arenasında, iktidara giden yol, genellikle bir partinin ilk aşamada yerel yönetimlerde varlık göstermesiyle başlar.

Orada elde edilen olumlu imaj, bir ya da iki dönem sonraki genel seçimlere de ziyadesiyle yansır.

Ki hatırlanacağı üzere, aynı "yerelden genele yükseliş" başarısını geçmişte Refah Partisi de göstermişti.

O yüzden, geniş kitleleri, CHP'nin parti politikalarını yeniden biçimlendirme çabalarında samimi olduğuna önce yerelde, ardından da ülke yönetiminde inandırma yönündeki stratejisi doğru… Dahası, doğru olmakla kalmayıp, işliyor da… 
 

* * *


Türk toplumunda demokratik olgunluk, özellikle AKP'nin iktidar olduğu şu son 19 yıllık süreçte, olması gereken aslî rotadan öylesine sapmış, öylesine yozlaşmış bir durumda ki günümüzde sokakta sıradan bir AKP ya da MHP seçmenini çevirip "Türkiye'de sol partilerin gerekliliği" üzerine bir-iki soru sorsanız, konuştuklarınızın ekseriyeti sol partilerin bilâ istisna hepsinin "vatan haini" olduğunu ve tez elden kapatılmaları gerektiğini söyleyecektir.

Nitekim, bu iki partinin en üst düzeyde liderlerinden başlayarak, medyaya her gün aynı minvâlde suçlamaların yansıdığını görmekteyiz. 

Demokratik düzeni, tamamı kapitalist sağ ideolojiye mensup, birbirinden çok az ton farklılıkları bulunan birkaç partinin yan yana dizildiği, bunların kendi aralarında gerekirse koalisyon ya da ittifak yapabildikleri, solun ise en "light" olanından en uç fraksiyonuna kadar külliyen sesinin kesildiği iki bacaklı bir sandalye gibi görmek, öyle bir "demokratik" düzeni hayâl etmek, hiç kuşku yok ki sağlıklı bir düşünüş biçimi değil…

Bu yaklaşım bana, bir dönemin, "Ayaklarımıza bağ oluşturan şu öğrenci kalabalığı olmasaydı, Maarif'i ne de güzel yönetirdik" diyen acınası millî eğitim bakanını hatırlatır hep…

Toplum çıkar gruplarından oluşur ve gerçek anlamda demokratik bir düzende bu çıkar grupları partiler, dernekler, diğer sivil toplum örgütleri üzerinden organize olup, seslerini içte ve dışta duyurmaya çalışırlar.

"Sağ", retoriğinde her ne kadar milliyetçilik ya da dindarlık motiflerine yer verirse versin, hattâ bunları tepe tepe sömürme noktasına gelsin, bu ideolojinin önceliği -iktisâdî doğası gereği- emek ve emekçiler değil, sermaye ve yatırımcılardır.

Özellikle de sağ popülizm kendisine blok hâlde ve kolay oy getirmeyecek olan hiçbir toplumsal unsurla ilgilenmez.

Sermayeye sahip olmayan emekçiler, ezilen cinsler, dinsel ve ırksal azınlıklar, aykırı sözler söyleyen aydınlar bu kapsamda birer "üvey evlat"tır.

Bir aşiret reisi ya da dinsel kanaat önderini kafalayarak onun üzerinden kolayca milyonlarca bağlısının oyunu devşirmek, Türkiye'de öteden beri sağ partilerin güçlü bir geleneği olagelmiştir, solun değil…

Ki merhum Süleyman Demirel de bu "paketlenmiş oy depoları"nı keşfedip üzerlerine oynamada gerçek bir politik duayendi. 

İşte, sol ve marijinal partiler, bu noktada toplumun iktisâdî ve politik açıdan görece daha güçsüz kesimlerini örgütleme işlevi görür; demokrasi sandalyesinin iki ayak üzerinde dik durmak gibi bütünüyle fizik ötesi, fantastik bir eyleme girişmesini sağlamaya çalışmak yerine, dört ayağının üzerinde muhkem bir şekilde durmasına aracılık ederler. 

Fransız İhtilâli'nden bu yana emek ve emekçiyi, ezilen sınıfları, hak ve özgürlük arayışlarını, aykırıları simgeleyen sol düşüncenin ideal bir demokratik düzende hiç de gerekli olmadığı, bilâkis ayak bağı oluşturduğu, sağın hem emek, hem sermaye, hem de diğer bütün toplumsal sınıfların taleplerini hakça, eşit ve düzenli bir şekilde koruma kapasitesine sahip olduğu yönündeki o ham yaklaşım, daha ziyade siyasal İslâm'ın kök saldığı ülkelere özgü bir düşünüş biçimidir.

Fakat, sermaye ve emek, ezen ve ezilen taraflar, "yönetici sınıf" pozisyonunu yitirmek istemeyen ve yönetimde söz sahibi olmak isteyenler arasındaki çıkar çatışmaları her ne kadar gerçekse, popülist sağ bir partinin, istediği kadar dinsel ya da milliyetçi söylem çığırtkanlığı yapsın, günün sonunda tercihini "güçlü"den yana kullanacağı da o denli tartışılmaz bir gerçektir.

Bu minvâlde, Türkiye'nin gudubet görünümlü bir üçlü koalisyondan AKP'nin tekli yönetimine geçtiği 2002 yılından itibaren, Anadolu topraklarında dehşetengiz bir "demokratik kural ve değerlere inanç sapması" yaşanmaya başlandı; bu sapma o günden bugüne kadar da artarak ilerledi. 

AKP döneminde kamuoyunun en az yarısında oluşan genel kanı şu yöndeydi: 

AKP, sahip olduğu güçlü İslâmcı reflekslerin de etkisiyle ülkeyi en az sosyal demokrat bir parti kadar temel hak ve özgürlüklere, emeğe saygılı, hakça paylaşımı gözeten bir yaklaşım içinde yönetirken, aynı zamanda milliyetçi, dindar ve liberal kapitalist bir parti olarak sağın hassas olduğu bütün temel değerleri de koruyup kollayacaktır.


İşin ilginç yanı, CHP ve DSP gibi sosyal demokratlık iddiasındaki partilerin 1990'larda ordu vesayeti ve derin devlet güçlerinin baskıları karşısında sergiledikleri derin eksen kayması, günlük pratiklerinde neredeyse sosyal demokratik değerlerden eser bile kalmaması, var olan bütün enerjilerini devletin dindarlıkla arasındaki mesafeyi daha da açmaya vakfetmeleri, aynı şekilde Kürtler ve diğer etnik / azınlık unsurlarına en az şahin bir milliyetçi parti kadar uzak durmaları; politik açıdan fantezi mahiyetindeki "Bütün dertlerin devâsı bende, hepsini ben yaparım, herkesi ben mutlu ederim" edebiyatının AKP'nin ilk iki iktidar belli ölçüde gerçeğe dönüşmesine de yol açacaktı.

Ülkede parti tabelaları haricinde sosyal demokrat ve sosyalist solun esamesinin bile okunmadığı ilk 10 yıl boyunca, dünyada pek az örneği görülür şekilde, AKP Türkiye'de kitlelerin hem "sağcı annesi", hem de "solcu babası" oldu, hem sağın, hem de solun bütün temel taleplerine aynı anda karşılık vermeye çabalayan çok geniş bir kitle hareketi gibi davrandı.

Böyle bütüncül bir yaklaşım, yürütücüleri kalplerinde özel bir iyi niyet taşıyıp dâvâlarına çok sıkı asıldıklarında, yolun belirli bir noktasına kadar verimli olabilir.

Nitekim Turgut Özal'ın Anavatan Partisi de (ANAP) 1983'de benzer bir bakış açısıyla, "dört eğilimi birleştirme" iddiası eşliğinde kurulmuştu ve o dönem Türk toplumunun hatırı sayılır bir bölümünü avucunun içine almayı başarmıştı. 

Fakat bu ideolojik kargaşa, partiler için varoluşsal tercihlerin söz konusu olduğu belirli bir dönüm noktasına kadar geçerli olabiliyor.

AKP'de olan da budur, kenar mahallelerden gelmiş, yoksulluğun ve ezilmişliğin ne olduğunu iyi bilen liderinin öncülüğünde, AKP, CHP lideri Baykal ve jakobenlerinden kat be kat daha fazla sosyal demokrat refleksler sergileyerek ülkede durumu ilk iki seçim dönemi boyunca genel bir denge içinde yönetmeyi başardı. 

Buna karşılık, belli bir süre boyunca pratikte her ne kadar verimli sonuçlar sunarsa sunsun, solcu gibi davranan sağcı parti, ya da sağcı gibi davranan solcu parti hibrit kimliğinin gün gelip de seçim sandıklarında patlaması gibi bir risk her zaman için mevcuttur.

Çünkü bu türden, tüzüğünüzü, aslî ideolojinizi zorlayıcı politikalarla saflarınıza karşı mahalleden yeni taraftarlar katar gibi görünürken, aslında kendi tabanınızda büyük umutsuzluğa ve çatlaklara yol açar, alttan alta eski seçmenlerinizi yitirirsiniz.

CHP'nin 1970'lerden 2000'lere yüzde 20'leri aşan vahim erimesinin, DSP'nin ise bir dönem iktidarın en büyük ortağıyken gün gelip yüzde 1'lerde sürünen teferruat bir sol harekete dönüşmesinin ardında yatan gerçeklerden biri de budur.

Çünkü bir genel başkanın TBMM kürsüsüne çıkıp halkın oylarıyla seçilmiş -üstelik de iyi eğitimli- bir milletvekilini sırf başörtüsü nedeniyle linç ettirmesi, demokratik solun entelektüel birikimleri gereği, kolayca kabul edilebilir bir durum değildir.

Kamuoyu, genel çerçevesinin çizildiği 20'nci yüzyıl başlarından bu yana, başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere, ekonomik eşitsizlik ya da politik / etnik ayrımcılık karşısında ezilen mazlumlara, eğitimsizlere, sistemden her anlamda dışlananlara daima pozitif ayrımcılıkla yaklaşmayı düstur edinmiş sosyal demokrasi hareketinin karizmatik bir savunucusundan, alelade bir popülist sağ ya da uç sağ partide görmeyi hiç yadırgamayacağı türden nobran çıkışlar izlemeyi affetmez.

Böyle itici davranışlar ilk anda kamu vicdanında yargılanmıyor gibi görülse bile, zamanla toplumsal hafızaya mutlaka kazınır ve seçim sandığında da akıllara gelir.

Türkiye'de, 2002-2013 yılları arasında, sol partilerin hiçbiri savundukları ideolojiye lâyık söylem ve eylemler sergileyemedikleri için, AKP bütünüyle boş bırakılmış bir stadyumda lig şampiyonu oldu ve yıllar yılı önüne hiçbir çapak çıkmadan ilerledi.

Ancak, her şeyin ötesinde ve sonunda sermaye sınıfıyla iyi ilişkileri önceleyen bir sağ politik hareketin sırf zorunluluklar nedeniyle ortaya çıkan bu "Bütün ideolojik boşlukları ben rahatlıkla doldururum" tavrı, yüzdü yüzdü, "Gezi Parkı protesto olayları" döneminde, anılan toplumsal krizin berbat şekilde yönetimi sırasında en sonunda karaya vurdu.

Bu karaya vuruş, PKK ile görüşme ve Kürt açılımı döneminde de tam bir fiyaskoya dönüştü.

O tarihten itibaren, FETÖ kalkışmasının da travmatik etkisiyle hızla içine kapanan ve hem ordu, hem de MHP ile kurduğu ittifak üzerinden otoriter sağ bir partinin bütün reflekslerini sergilemeye başlayan AKP, son 7-8 yıldır artık fabrika ayarlarına geri dönüş durumda…
 

* * *


Gazeteciliğe, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okumaya başladığım ilk yıl adım attım.

O tarihten, yani 1985 yılından bu yana da medya sektöründeyim. Bazen tam zamanlı, bazen de yarı zamanlı olarak… 

Aradan geçen 36 yılda, 2018 yılı başında -şeklen de olsa- bu sektörden emekli olmama karşılık, kariyerim boyunca bir güne gün "sendika" yüzü görmedim; aylık bordro alabildiğim görece daha kurumsal yapılarda, bordromun üzerinde yazılı bulunan "sendika üyelik kesintisi" başlıklı boş bölüme daima iç geçirerek baktım. 

Çalıştığım kimi medya kuruluşlarında, bazı cevval arkadaşlar sendikayı o yapıların içine sokabilmek için yıllar boyu canla başla mücadele ettiler, ancak bu çabaların hepsinin başı işverenler tarafından acımasızca ezildi.

O arkadaşlar ya işlerini yitirdi, ya da en azından sertçe uyarılıp tenzil-i rütbe ile cezalandırıldılar. 

Türk medyasında sendikanın kökünün kazınmasının milâdı, 1990'ların başı, yani iş adamı Aydın Doğan'ın Simavi Ailesi'nden Hürriyet ve diğer bazı yayın organlarını satın alıp sektöre girmesidir.

Bir başka deyişle, sermayenin medyada sendikalaşmayı baltalama çabaları, her şeyiyle tipik bir sağ parti olan ANAP döneminde başlamıştır.

Kendisine bağlı çekirdek bir işbirlikçi ekibiyle ilk önce yılların Hürriyet'ini sendikasızlaştıran Doğan, bu tutumuyla sektörün diğer işverenlerine de negatif anlamda önderlik etti ve Türk medyası, gazeteleriyle, televizyonlarıyla, ajanslarıyla, en sonunda da TRT ve AA'sıyla sendikayı ancak Hollywood filmlerinde görebilen, emekçileri bütünüyle güvencesiz, korunmasız, temsilcisiz bir sektöre dönüştürüldü.

Gazetecilerin özlük haklarının sürekli budandığı bu 30 küsur yıllık sürecin son 20 yılında da aynı negatif yaklaşımın AKP tarafından devralındığını, ANAP'ın medyayı örgütsüz ve güvencesiz bırakma hamlelerinin son 19 yılda katlanarak arttığını görmekteyiz. Anılan kapsamda, yıllar yılı sarı basın kartlarına sağlanan birkaç kolaylık arasında yer alan "ev telefonlarında yüzde 50 indirim", "yurtiçi uçak biletlerinde yüzde 50 indirim", "çeşitli ücretli kültürel etkinliklere yaygın bir serbest giriş hakkı" gibi gazeteci emekçilerin yıllarca can simidine dönüşen yasal hakların pek çoğu kaldırılmış, 2008'de bundan bir adım daha ötesine geçilerek, emeklilik hesaplarında her 270 takvim gününü 360 günlük tam takvim yılı olarak kabul eden "meslekî yıpranma hakkı" da budanmıştı.

Ancak, kaldırılması çok büyük tepkilere yol açan bu sonuncu hak, daha sonra binbir zorluk ve yalvarmayla, 2012 yılında geri getirilebildi.

Bugün de iki devlet kurumu, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) ve Anadolu Ajansı'nda (AA), mevcudu inanılmaz derecede azaltılmış, âdetâ kelaynak kuşları düzeyine indirilmiş, büsbütün yok edilmeye inatla direnen küçücük bir sendikalı çalışan kitlesi haricinde, Türk medyası, sağı ve soluyla, bir uçtan diğerine kadar örgütsüzdür.

Bu konuda, uzun yıllar boyunca emeği de sermayenin paralelinde eşit düzeyde savunageldiğini söyleyen AKP'den ise şimdiye kadar en ufak bir karşı ses çıkmamıştır.

Tam aksine, başkanlık sistemine geçişin ardından, rengi ve grafik tasarımı da dahil, dağıtım ve yenilenme kuralları büyük ölçüde değiştirilen basın kartları, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü adlı bağımsız meslekî örgütün lağvedilmesiyle, doğrudan Cumhurbaşkanı'na bağlı, dibine kadar  politik bir kurum olan İletişim Başkanlığı eliyle verilen, dağıtımı ve yenilenmesi sırasında muhalif kimlikli gazetecilere karşı her türlü partizanca tutum ve davranışın alenen sergilendiği, hak sahiplerini süründürücü bir "tehdit aracı"na dönüştürülmüştür. 

Pekiyi, konuyu bir anda bölüp, bütün bunları neden anlattım?

Hiçbir siyasal partinin uzunca bir süre ideolojisinin dışına çıkıp bambaşka bir parti gibi davranamayacağını sizlere daha net gösterebilmek için…

Geçtiğimiz ayın sonlarında Resmî Gazete'de yayımlanan bir TÜİK istatistiğine göre, Türkiye'de toplam emekçi nüfusun yalnızca yüzde 14,4'ü herhangi bir sendikaya kayıtlı…

Yani, nüfusu 85 milyona yaklaşan ülkemizde geçtiğimiz yılsonu itibarıyla 2 milyon 69 bin 476 işçinin hakkını hukukunu arayacak bir sendikası var.

Bu rakam, AKP'nin (demokratik olma iddiasındaki bir ülkede demokrasiye ne ölçüde yaklaşıldığının evrensel ölçeklerinden biri olan) sendikal örgütlenmede 19 yıl boyunca ne ölçüde yol aldığını açıkça gösteriyor. 

Partiler her ne kadar popülist politikalar yürütse de büsbütün kimliksiz değildir, hepsinin son kertede neyi, neden nasıl savunduklarını tanımlayan birer ideolojisi, parti programları vardır.

O yüzden, sağlıklı bir demokratik düzende sol ve sağın sahip olduğu kadim ideolojik değerler, inançlar, politik öncelikler öyle rasgele harman edilemez, takas edilemez, yer değiştiremez.

Bu konuda velev ki iyi niyetli olunsa bile, sorunlu sonuçlar bir noktadan sonra birer ikişer yüzeye pörtleyecektir. 

Bu açık gerçekten hareketle, CHP'nin önümüzdeki 10 yılda, 2030'a kadarki süreçte, eğer ki sosyal demokrat kitleleri, özellikle de işçi sınıfını yeniden peşinden sürükleyen kudretli, sözü geçen ve saygın bir parti olmayı kafasına koymuşsa, atması gereken birkaç kararlı adım söz konusudur:  

- CHP'nin "Mustafa Kemâl Atatürk'ü ve onun kültürel mirasını Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden daha agresif bir düzlemde korumak, bu alanda kimseye söz hakkı bırakmayan baş koruyucu olmak" gibi tarihsel bir misyonu yoktur. Liderlerin tarihsel mirası, adlarının itibarı, hizmet ettikleri toplumların kolektif vicdanında korunur.

CHP üst yönetimi hiç merak etmesin, bu topraklarda Atatürk sevgisi ve saygısı, dost düşman herkesin sandığından çok daha derinlere kök salmıştır.

Zaman zaman konjonktürel olarak Atatürk düşmanı bazı çevrelerin sesleri fazla çıkar gibi görünse de bu millet kendisini en zor zamanda uçurumun kenarından alan, ona "kulluk" statüsünü aşıp "yurttaşlık" statüsü veren, özgür, bağımsız ve onurlu bir yurt bırakan kurucu liderini kurda kuşa öyle kolayca yem etmeyecektir.

CHP de sonuç olarak bir siyasal parti sıfatıyla, gündeminde önceliklerini Kemalizm bekçiliği yapmaya değil, ülkenin can yakıcı günlük ekonomik, politik, kültürel, askerî konu başlıklarına vermeyi öğrenmelidir.

Baykal dönemi boyunca bu yapıya egemen kılınan o kokmaz bulaşmaz, suya sabuna dokunmaz yaklaşımın toplum belleğindeki yıkıcı izleri ancak bu şekilde silinebilir.

Söz konusu anlamda, Özgür Özel gibi, emekçilere ve gençliğe yakın genç kuşak politikacıların hem vitrine konulması, hem de kullandıkları retorik son derece doğrudur, bu yaklaşım daha da artırılarak sürdürülmelidir. 


- CHP, organize ve ayrılıkçı Kürtçülük'ten -haklı olarak- uzak durmayı sürdürmekle birlikte, Kürtlerin artık kendisini zerrece sallamamasına ve başka uç oluşumlara yönelmesine yol açan "karnı tok sırtı pek orta-üst sınıf / kentli / memur / saf kan beyaz Türk partisi" imajını yıkabilmek için Doğu'ya daha çok, daha güçlü, daha etkili seferler düzenlemelidir.

Velev ki bu seferlerin bazılarında oradaki şahinleşmiş kanaat önderleri tarafından kınansa ve reddedilse bile… Böyle böyle, Baykal döneminde Doğu ile yıkılan gönül bağı yavaş, fakat emin adımlarla yeniden kurulacaktır.

Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu şehirlerde CHP'nin bu meydanı tamamen boş bırakmasıyla şahlanan etnik solculuk, daha doğrusu sol makyajlı Kürt milliyetçiliği, Kandil'den izin almadan tuvalete bile gidemeyen bir zihniyetin ellerine bırakılamaz.

Ancak, CHP Doğu'daki kitleleri bu hastalıklı yapının ellerinden kurtarmak istiyorsa, oradakileri "kendisinin özgür olduğuna" da iknâ etmek zorundadır. 


- Ülkemizde 2023 seçimlerinde yaklaşık 20 milyon genç kuşak seçmen sandık başına gidecek. Bunlar 25-30 yaşın altında devâsâ bir kitle, öyle ki kendi başlarına bir ülke dahi oluşturabilirler.

Ve AKP'nin, ne lideri, ne de savunduğu gelecek tasavvuru açısından, bu genç kuşak seçmenlerin ezici bir çoğunluğuna vadedebilecek hiçbir şeyi kalmamış durumda…

CHP, irili ufaklı bütün örgütlerinde gençlere daha fazla yer ve söz hakkı vermeli, enerjisinin büyük bir bölümünü gençliğe oynamaya harcamalıdır. Türkiye'nin gençleri, en az bir 20-25 yıldır politik arenada da sportif arenada da kültürel-sanatsal arenada da kendilerine rol modeller bulmakta zorluk çekiyor.

Parti, bünyesine yalnızca politika değil, spor ve sanattan gelen saygın isimleri de katmalı, onlar üzerinden gençliğe yeni rol modeller sunmalıdır. Sırf 5 tane nitelikli sporcu ve 5 tane nitelikli sanatçı bile 600 kişilik Meclis'in o kasvetli havasını değiştirmeye yeter de artar.

Tabii, AKP'nin sporcuları Hakan Şükür ve Hamza Yerlikaya gibi olmamak kaydıyla…


- CHP, Kılıçdaroğlu'nun göreve geldiğinden bu yana sakin, fakat kararlı bir politikayla yaptığı gibi, dindarlarla aşamalı bir şekilde barışma planını hiç hız kesmeden sürdürmelidir.

Özünde çok başarılı bir politik transfer olan CHP ve ilâhiyatçı İhsan Özkes birlikteliğinin parti içindeki Ortodoks laik çevrelerin sabotajlarıyla çöktüğünü biliyoruz.

Parti üst yönetimi, bünyesine kattığı dindar kimlikli sosyal demokratların -yönetici yapıdan hâlâ tam olarak kazınamamış- "politbüro" üyeleri tarafından bir daha bu denli kolayca harcanamaması için bütün tedbirleri almalı, bu kimlikteki mensuplarını, en sıradan üyeden MKYK üyelerine kadar özenle koruyup kollamalıdır. 

Parti örgütünü dindar kadın ve erkeklerle donatmak, bu ülkede son bir asırdır Ankara'nın resmî kurumlarına susamış durumdaki muhafazakâr seçmene AKP'nin sunduğu en büyük imtiyazdır.

Ki iktidar partisinin hiç azalmayan şımarıklığının temel gerekçesi de yine bu alandaki öncülüğüdür. CHP, elbette ki mâkûl ideolojik sınırları gözeterek, bünyesine mümkün olduğunca çok "dindar kimlikli sosyal demokrat" katmalı, bunlara etkin görevler vermeli, bunları cepheye sürmeli ve böylelikle AKP'nin elindeki en büyük emziğini elinden almalıdır. 

İnsanların, velev ki kendileri uygulamasa bile dinsel ritüelleri düzenli uygulayanlara saygı duyduğu, Yüzde 60-70'i dinsel değerler konusunda alabildiğine hassas bir toplumda dinin simge ve ritüellerini Nur Serter faşizmi eşliğinde reddederek seçimlerde varılabilecek en son nokta yüzde 25'dir.

Bunun da Türkiye'de iktidarı tek başına devralmaya yetecek oy oranı olmadığı, gelip geçen onca genel seçimde artık bütün berraklığıyla ortaya çıkmıştır. 

98 yıllık CHP'nin sırtında, biri 1938-1950 yılları arasında yaşanan İsmet İnönü yönetimi, ikincisi de 1990'lara damgasını vurmuş zulümler sırasında takınılan sinik ve olumlayıcı tavır olmak üzere, günümüzde iki büyük tarihsel kambur bulunuyor.

Bir siyasal parti, bazen yüzlerce yıla yayılan tarihçesinin bütün dönemlerini ölümüne savunmak, en bariz yanlışları bile sürekli haklı çıkarmaya çalışmak gibi yıpratıcı bir sorumluluk içinde olamaz. Partiler de insanlar gibi hatalar yapabilen organik yapılardır. 

Hatıraları henüz çok sıcak bir süreç olduğu için hemen görüşlerinize sunmak isterim. Cumhuriyetçi Partili ABD Başkanı Donald Trump, yine Cumhuriyetçi Parti üyelerinin kendisine büyük ölçüde sırt dönmesiyle alaşağı edilebildi. Öyle ki özellikle Kongre baskınını kışkırtmasından sonra, Trump'ın kendi partisinde neredeyse bir düzine dahi destekçisi kalmamış durumdaydı.

Bundan 47 yıl önce de aynı Cumhuriyetçi Parti mensupları, ABD'yi gıptayla izlenen bir demokrasi yapmış en önemli değerleri çiğneyerek, rakip Demokrat Parti'nin Washington D.C.'deki Watergate iş merkezinde kurulu genel merkezini gizli ajanlarına elektronik cihazlarla dinletmeye kalkışan Başkan Richard Nixon'u affetmemiş, azli için en az Demokratlar kadar mücadele vermişti. Nitekim, Nixon da bu çift taraflı baskıya uzun süre dayanamayıp istifa edecekti. 

O bakımdan, CHP'nin gerektiğinde en üst yöneticisinden başlayarak, Kürtlere ve dindarlara eziyet edilen ya da eziyet edilmesine çeşitli nedenlerle ses çıkarılmamış şaibeli dönemlerin özeleştirisini dürüstlükle yapıp, kırgın seçmenlerin gönlünü yeniden alması şarttır. O kırgın gönüller belki bir günde değilse bile, böyle böyle giderek kazanılacaktır. 

Partinin bütün bu kültürel ve ideolojik açılımları yaparken, bunun yalnızca politik bir manevra olmadığı, CHP'nin içten içe büyük bir dönüşüm geçirdiği ve dönüşümünde samimi olduğu mesajı da aynı kitlelere ayrı bir kanaldan akıp durmalıdır.

* * *


Dindar Müslüman bireyin dünya hayatında kendisini konumlandırması gereken yerin hiç tartışmasız bir şekilde büyük sermaye sahiplerinin yanı başı, yani "kapitalist sağcılık" olduğu iddiası, dört büyük halife ve yandaşlarını akla gelebilecek her türlü fırıldakla bertaraf ettikten sonra o koltuğa oturarak İslâm dinini tepeden tırnağa yeniden biçimlendiren Muaviye ve aynı hamurdan oğlu Yezid'in inşâ ettiği yüzlerce yıllık bir illüzyondur. 

Hz. Muhammed'e Hz. Cebrail tarafından Hira mağarasında ilk tebliğin yapılışından, Muaviye adlı o rakipsiz makyavelistin iktidar yolunda önüne çıkanı harcayıp tahtına oturması arasında kabaca bir hesaplamayla 50 yıl var.

Yeryüzündeki en eski toplumcu / sosyalist yönetim modeli olan İslâm adına, İslâm'ın "ben" değil "biz" diyen hakça paylaşım anlayışı ve sınıfsal uçurumları iyiden iyiye törpülenmiş bir toplum kurma ülküsü adına ortaya her ne konulduysa, işte, topu topu o 50 yılda konuldu.

Bundan sonrasındaki dönem, İslâm'ın "haddi aştığı, kurulu düzeni bozduğu" düşünülen uygulamalarının güzelce törpülenip, yerine zenginin zenginliğini, yoksulun da yoksulluğunu Hak'tan gelme birer sınav olarak kabul edip hayatını bu yönde bir uslulukla sürdürdüğü, yönetenlerin ehliyet ve liyâkata bakılarak değil babadan oğula geçen kan bağına dayalı olarak seçildiği bir tür "İslâm replikası"nın Sinâ Yarımadası'ndan bütün dünyaya yayılım dönemidir.

Ve tarihsel akışa bakıldığında feraset sahipleri tarafından apaçık görülebilen bu dehşet verici gerçek, nasıl ki vaktiyle Muaviye'nin bütün o yapıp ettiği kötü işler kendilerine sorulduğunda "Ali haklıydı, ama Muaviye'nin bazlaması da pek yağlıydı" diye cevap verenler olmuşsa, günümüzde de her türlü ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, vicdansızlık, adaletsizlik karşısında "Şartlar öyle gerektiriyor. Kafaya takılacak ciddi bir durum yok. İslâm tam olarak budur; büyüme fırsatı yakaladığında ya da tehditlerle karşılaştığında kendi ahlâk ve adalet ilkelerini esnetebilir" diye cevap veren, iliklerine kadar statükoya teslim olmuş bir Sünnî ilâhiyatçılar silsilesiyle boğuşup duruyoruz. 

İslâm, daha ilk sözcüğünden, ilk tavsiyesinden, ilk eyleminden itibaren eşitliğin, adaletin, aydınlanmanın, ahlâkın, merhametin, toplumdaki ekonomik ve kültürel uçurumların kapatılmasının derdinde olagelmiş bir dindir.

Ne Kur'an'ında, ne sünnetinde, ne ilk dönem idari geleneğinde, ne de Peygamber'in bizlere bıraktığı diğer kültürel mirasta, bir adamın sırf bir halifenin oğlu olduğu için bütün ahlâkî zaafları ve kişisel çapsızlığıyla birlikte otomatik olarak tahta çıkmaya hak kazandığına ilişkin en ufak bir önerme yoktur.

İslâm'ın özellikle de devlet ve emeğe ilişkin felsefesi bütünüyle şu iki yüce değer, adalet ve liyâkat üzerine kuruludur. 

Türkiye'de, özellikle Amerikancı Menderes iktidarının ülkeyi yeniden biçimlendirdiği 1950'ler boyunca, ardından da o politik hareketin mirasçısı Adalet Partisi eliyle, dindar Anadolu'nun kolektif hafızasına "dindarlık=mutlaka sağ tarafta olmak" şeklindeki hastalıklı bir denklem kolay kolay silinemez bir şekilde nakşedildi. Bir önceki İnönü döneminin (haklı ya da haksız, bu bambaşka bir tartışmanın konusu) despotik uygulamaları da CIA ajanlarının Anadolu toprakları için terzi dikimi bir özenle hazırladıkları toplum mühendisliği önerileri eşliğinde palazlanan kapitalist sağcı partilerin işlerini fazlasıyla kolaylaştırdı.

Dinsel özgürlükler itibarıyla travmatik hatıralar içeren bir yakın geçmişten, dinsel değerlerin politik ikbâl adına tepe tepe kullanıldığı DP dönemine geçen Anadolu insanını, ardı ardına iki bomba haber, ezanın yeniden Arapça okunması ve imam-hatip okulları açılması üzerinden avuç içine alabilmek kolaylıkla mümkün olmuştu.

Bu koroya, dönemin yeni yeni yer altından çıkan kimi tarikat ve cemaatleri de katılınca, ortalama bir dindarın dünya hayatında -doğal olarak- benimsemesi gereken yegâne ideolojinin Adam Smith'in din ve milliyetçilikle soslanıp marine edilmiş kapitalist sağcılığı olduğu, olması gerektiği fikri toplumsal bahçede geniş ölçüde kök tuttu.

O günden beri de Türkiye, kendileri arka planda buzlu viskileri yudumlarken balkon konuşmasına her çıkışlarında "Allah'ın izniyle", "Yüce Rabim şahid olsun ki", "İnşaallah"lar, "Maşaallah"larla işi götüren popülist sağcıların ikiyüzlülüğü eşliğinde yuvarlanıp duruyor.

Henüz CHP'ye meyletmemiş, ama her an meyledebilecek kadar özgür ruhlu, "içeriden" bir dindar olarak diyorum ki, CHP çok zaman kaybetti. Bundan sonra kesinlikle daha akıllı olmalı, meydanı din sömürgeni sağcılığa bırakmamalıdır.

Bütün literal karşılaştırma ve tanımlamalardan görüleceği üzere, iyi eğitimli, vicdanlı, ahlâklı, adalet duygusu gelişmiş bir dindarın şu dünyadaki bir nefeslik ömründe kendisini konumlandırması gereken doğru yer, "vatan-millet-Sakarya" edebiyatından geçilmeyen vıcık vıcık Amerikancı bir sağcılık değil, Peygamber'in bizlere en büyük ahlâkî mirası olan hakça paylaşımın samimiyetle savunulduğu, ezenin değil ezilenlerin yanında saf tutulan kararlı bir sosyal demokrasidir, onun kurmaya çabaladığı gerçek bir sosyal devletin gölgesidir.
 

* * *

 

Bir sosyal demokrat için 'biz' ve 'onlar' gibi yapay sınırlar söz konusu olamaz. Dayanışma bölünemez bir bütündür ve öyle kalmalıdır. Buna bağlı olarak, demokrasinin sağladığı haklar da toplum içindeki seçilmiş bir sınıfın imtiyazına dönüştürülemez. Bunlar, o toplumu oluşturan bütün insanların ortak haklarıdır. 

Bizim için demokrasi bir insan onuru meselesidir. İnsan onuru ise en başta politik özgürlüklerle korunur.

Olof Palme (1927-1986)

"Sosyal demokrasi" ideolojisinin kurucu ideologlarından
İsveç Başbakanı (1969-1976) / (1982-1986)
İsveç Sosyal Demokrat Partisi (S/SAP)'nin efsanevî lideri (1969-1986)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU