Milliyetçilik ile tanışıyorum
On üç yaşımdaydım. Kuzenim Abdullah ile birlikte kendime bir saat ve fotoğraf makinası alacaktım. Beğendiğim makinayı ve saatleri alamamıştım.
Zira Abdullah'ın fikrini sorduğumda; Abdullah bana "Milliyetçiyim ben, yabancı marka almam" demişti. Ancak ne yazık ki yerli bir fotoğraf makinasını ve saati hiçbir zaman bulamayacaktım.
Bu benim milliyetçilik ile ilk tanışmamdı.
Daha küçükken yaşıma göre ileri seviyede okuduğum Osmanlı tarihi, romanları ve padişahlara duyduğum hayranlığı henüz milliyetçilik ile irtibatlandıramamıştım.
Belki müptelası olduğumuz Tarkan ve Karaoğlan çizgi romanları, Mete Han ve Dede Korkut hikayeleri milliyetçiliğe daha yakın bir çağrışım yaptırıyordu.
İlkokul ve ortaokulda hocalarımızın padişahları önemsememeleri ve özellikle Abdülhamid'i eleştirmeleri beni rahatsız ediyordu.
1974 Kıbrıs harekatının duygu yoğunluğu beni merhum Ecevit sempatizanlığı doğrultusunda halkçı değil, birikimlerim doğrultusunda artık milliyetçi yapmıştı.
Artık huzur içinde coğrafi atlasıma tüm Türklerin birliğine veya Osmanlı coğrafyasının ihyasına yönelik, renkli kalemlerimle siyasi sınırları çizebiliyordum.
Solcular, komünistler bizim için Rus işgali amacının öncü temsilcileriydi.
İronik olarak, arada bir bunları zihin dünyamda teyit edercesine, Haydarpaşa Lisesi'ndeyken devrimci gençlerin bizim ile TRT'de Kırımlı Mustafa Cemiloğlu'nun hapse atılması haberini yayınlamalarından dolayı sert tartışmalara girdiklerine de şahit olmuyor değildim (!)
Milliyetçiliği nasıl anladığımıza dair
Günümüzde ise dünya çapında bilimsel prestiji olan, Türk dilini savunan merhum Oktay Sinanoğlu da, Iphone üzerinde zıplayarak ABD'yi protesto edenler de Batı Anadolu'da Kürt mevsimlik işçilerin anadillerini kullanmasından rahatsız olan bir kısım insanlar da kendilerini Türk milliyetçisi olarak tanımlıyorlar.
Türk milliyetçiliği fikri ve eylemini ortaya koyan başta Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş dahil, birçok insan özellikle, 12 Eylül darbesi de olmak üzere gadre uğramış, ancak fikirleri her zaman devletin güvenlik bürokrasisinde itibar görmüştür.
Bugünkü Türkiye'de Türk milliyetçiliğinin güvenlik-beka doktrini ve kendi çekirdek siyasi kadroları, ekonomi yönetimi dışında temel belirleyicilerdir.
12 Eylül mağduru ülkücü bir yazar arkadaşım Türk milliyetçi siyasi hareketinin kaygıya endeksli olduğunu, bir iç veya dış tehdit algılandığında koruyucu adrenalin hormonu salgılamak gibi koruma refleksli bir duygu durumu olduğunu söylüyordu.
Milliyetçi camianın çok az da olsa İslamcı harekete göre entelektüel yetiştirme kapasitesinin yüksek olduğunu düşünenlerdenim. Tabi ki siyasi bir beklenti olanların dışında.
Buna, İslamcı camianın ötesinde milliyetçi camiada etkin bir mahalle baskısının olduğunu da hatırlatıp ilave etmek isterim.
Merhum Durmuş Hocaoğlu ender entelektüel filozoflardan biriydi. Hocaoğlu Türkiye'nin bekası için demokrasinin ne kadar önemli olduğunu idrak etmiş bir milliyetçi aydındı.
Bize devamlı, "Gece yarısı birileri tarafından kapınız çalıp sorgusuz sualsiz nezarete götürülmüyorsanız, orada demokrasi ve gerçek devlet vardır. Bunun değerini bilmelisiniz" derdi.
Hocaoğlu ayrıca Türklüğün bin yılı aşkın tarihteki öznel önemini ve devlet kurma kapasitesini de sıklıkla belirtirdi.
Ona göre Türkler bugün de dahil olmak üzere her zaman kurucu çekirdek unsur olmuşlardır. Bunun içinde kan ve kılıç bedeli ödemişlerdir.
ABD'nin kurucu unsuru nasıl Beyaz, Anglosakson ve Protestan ise Türkiye'nin kurucu unsuru Türk, Sünni ve Hanefi idi.
Bu arada Kurucu unsurun diğer etnik unsurlara fedakârca hizmet etmesi gerektiğini de dolaylı ifade ederdi.
Hocaoğlu'na göre gemiyi (beka sorunu) hiç terk etmeyip bedeli ödeyecek olan da gene de "kurucu unsurdur".
Durmuş Hocaoğlu, İbn Haldun'un "Asabiye" kavramına nazire yaparcasına, Batı'daki ulusçuluk tanımından farklı olarak Türklerin tarihsel yolculuğunda milliyetçiliğin hep var olduğunu ve olacağını ifade ederdi.
Türklük denince Fuat Köprülü'den başlayıp bugünlere, yani Osman Bostanlara uzanan yorum ve çizgi hep bana daha sıcak gelmiştir.
Türklük bir temiz pınar gibidir. Orta Asya'dan Avrupa ve Afrika içlerine kolonizatör Türk dervişlerin göçünden tutun da düzen kurmaya kadar gerçekleşen bir akarsu ve sel gibidir.
Bir bakıma, geçtiği her kültür ve coğrafyadan minerallerle zenginleşen ve kapsayıcı olan Akdeniz'den, Kızıldeniz'e dökülen bir akarsudur, Türklük.
Türk milliyetçiliğinin inşa edici ve entelektüel karakteri için Kazan Türklerini Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail ve Abdülreşid İbrahim beyleri hatırlamak gerekir.
Bir teze göre, Kazan'daki Türk aydınlar burjuva sınıfına hakimdiler ve ticareti yönetebiliyorlardı. Orta Asya Türklerine ulaşabilmeleri için Rusça'ya karşı Türkçenin hâkim olması gerekiyordu.
Daha kapsayıcıydılar, dil, fikir ve ticaretteki birliği savunuyorlardı.
O zamandan bugünlere Macaristan'a kadar ulaşan ve Lenin'i dahi Sovyetik sistem fikrinde etkilemiş olan "Turan" düşüncesinin temelleri de o zamanlar atılmıştı.
Taşra milliyetçiliği
Neo Marksist bakış açısına göre, tarım üretim tarzı ile örgütlenen Anadolu coğrafyası, sanayi devrimi, iletişim devrimi ve belki de ardından gelecek yapay zekâ devrimi ile dönüşüme ayak uydurmakta zorlanmaktadır.
Çalışan ve bu sebeple açığa çıkan mesleksiz sınıfların batıya karşı öfkeleri artarken rant dağıtan merkez siyaset ve devlete bağımlılıkları artıyor.
Bizdeki etkin olan "Taşra milliyetçiliğinin" kaynağı da bu süreç içerisinde okunabilir.
Taşra milliyetçiliği ise adından da anlaşılacağı gibi, köyde ve gerçek kentte olamayıp, arada taşrada kalan mülksüz ve lümpenlerin sınıfsal olarak da yıkıcı milliyetçiliği olarak gözükmektedir.
Bu arada maalesef hızlı sosyolojik değişimde kentlerin kent olmaktan çıkıp büyük taşra kolonileri haline geldiğini hatırlatmak gerekiyor.
Politik psikoloji açısından
Politik psikoloji açısından da irdelendiğinde; yeni kurulan Cumhuriyetimizde, Osmanlı mirası olan, Anadolu'ya göç eden farklı etnik yapılardan Müslüman mülteciler vardı.
Ayrıca kendi tercihleriyle, zorunlulukla veya güvenlikleri nedeniyle Müslümanlığa geçmiş-kimlik değiştirmiş insanlarımız da mevcuttu.
Tüm bu gruplar, ortak aidiyet Türklüğe, merkeze yani devlete bilinçdışı süreçlerle yaklaşmak için çaba göstermeleri tabi bir şeydi.
İdeolojik ve siyasi manada inşa edilen bugünkü milliyetçilik anlayışımızda bu izleri de ihmal etmememiz gerekiyor.
Bu anlayışın bütünleştirici anlamda problematiği özellikle Kürt sorunun niteliğinin anlaşılmasında karşımıza çıkmaktadır.
Milliyetçilik ve ortak aidiyet ilişkisinin tutarlılığı, büyük grup kimliğinin çadırının ve direğinin güvenilirliğini belirleyecektir.
İçeriden veya dışarıdan üretilen veya gerçek tehdit algıları, bireyleri büyük grup kimliğine yöneltmiştir.
Bu da birey kimliğini anlamsız kılıp, kitleleri tarihsel fantezileri ile gerçeklikten zaman zaman koparıp psikolojik gerilemelerine de -regresyon/zamanın kırılması- neden olmuştur.
Batı'da milliyetçilik
Batı tarihinde ise milliyetçiliği ulus devletlerin oluşumu sürecinden bağımsız düşünemeyiz. Westfalya Anlaşması (1648) ve Fransız İhtilali (1789) bu sürecin yapı taşları oldular.
Gelişen ticaret, ekonomi ve ona bağlı güç paylaşımı nedeniyle, Papalık, imparatorlar ve tüccarlar (burjuva) arasında yeni bir düzenleme gerekiyordu.
Bunun sonucunda din esaslı değil, dil esaslı seküler topluluklar (Nation) uluslar ve devletler tanımlandı. İnsanlık adına yıkıcı ideolojiler ve yeni bir mücadeleler çağı başlamış oldu.
Seküler Batı'da milliyetçilik, ulusçuluk ve vatanseverlik olarak yorumlandı. Uzlaşmacı karakteriyle de bu durum yeni tüccar sınıflarının çoğu zaman işine geldi.
Toplumu oluşturan farklı unsurların varlığına saygı gösteren ABD ve Avrupa, ortak bir ergime noktasında (melting pot) veya aidiyette kısmen başarılı oldular.
Bu oluşan uluslar için Benedic Anderson'un kullandığı "Hayali cemaatler" tabiri akademik dünyada da revaç bulmuştur.
Devletin bekası ve milliyetçilik
Osmanlı Devleti dağılmamak düşüncesi veya beka kaygısından, öncelikle bürokratik reformları ilk sıraya aldı.
Radikal meşruti ve anayasal reformlar belki bugünlerin temelini attı. Ancak imparatorluğun dağılma sürecini yavaşlatamadı.
Osmanlıcılık ortak kimliği, ardından da İslamcılık politikaları, Balkan ve Arap isyanlarıyla artık anlamsızlaşmıştı.
M. Kemal Atatürk ve arkadaşlarının güvenli coğrafya diye tanımladıkları Kürtleri de içeren 1907 taslağı ve 1920'deki Meclis-i Mebusan'ın "Misak-ı Milli" kararını da bir yana aldığımızda, artık Devlet kendi bekası için kurucu çekirdek unsuru, yani Türkçülüğü ciddiye almıştı.
Böylece modern anlamda ulus tanımı Cumhuriyetimizi ve anayasalarımızı şekillendirmiştir. II. Dünya Savaşı ve sonrası, Soğuk savaş ve Sovyetler'in dağılması süreçleri, Devletin Türk milliyetçiliğine yaklaşımının dozajını da belirlemiştir.
Genç Osmanlı subayları, yeni vatan, beka, Türklük kavramlarını ve İttihat Terakki Cemiyeti'nin de eylem modelini oluştururken, İtalyan Carbonari Cemiyeti'nden ve Rus nihilistlerinin örgütlenme modellerinden yararlanmışlardır.
Öyle ki o zamandan Teşkilatı Mahsusa ile başlayan gayri nizami harp anlayışı, Osmanlı eski bürokrasisinde rastlanmamasına karşın, bugünlere kadar bir ara NATO'nun da deneyimleriyle geliştirilmiştir.
Şu beka meselemiz
Türk milliyetçiliğinin bugünkü siyasi ve beka kaygısının anlaşılabilmesi için son 150 yıllık üç temel tarihsel travmaya bakmamız gerekiyor. Bunlar:
- 93 Harbi olarak bildiğimiz 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı. Bu savaşta özellikle Kafkasya'dan Anadolu'ya göç edip özellikle Eskişehir, Kocaeli ve Sakarya bölgesine yerleştirilen Gürcü, Çerkez, Abhaz Müslümanların aidiyet anlayışları.
- 1912 Balkan Savaşı bozgunu, ardından Anadolu'ya göç eden Arnavut, Pomak, Boşnak veya Türkmen Yörükleri gibi Balkan Müslümanlarının etkisi.
- En son ve belki de en belirleyici olanı da Osmanlı Meclisi'nce onaylanmayan ancak hükümetçe onaylandığı tartışmalı 10 Ağustos 1920 Sevr Anlaşması.
93 Harbi ve Balkan bozgununda Anadolu'yu yurt edinen Osmanlı yurttaşı Müslüman topluluklar milyonları bulmuştu.
Bu insanlar artık Anadolu topraklarını yurt kabul etmiş ve ortak Türk kimliğine, içlerinde mikro etnik ve kültürel dayanışmalarıyla sürdürerek, savaşın acılarıyla birlikte tartışmasız sarılmış ve içselleştirmişlerdi.
19'ncu yüzyıldan itibaren hangi etnik unsurdan olursa olsun özellikle Balkan Müslümanlarına yabancılar tarafından da Türk denmesi anlaşılır bir şeydi.
Bilindiği gibi Balkanlar'dan gelenler, Avrupa'ya yakınlığından mı bilinmez ama modern Cumhuriyetimizde başta fikirleri olmak üzere ticaret ve bürokrasi hayatının belirleyici unsurları olmuşlardır.
Ataları Çarlık bürokrasisi ile mücadele etmiş Kafkas kökenli insanlarımızın ise, son 150 yıllık güvenlik-istihbarat bürokrasimizdeki etkinlikleri tartışılmazdır.
Sevr, bir bakıma Fransız Papa II. Urban'dan (1096) bu yana bazı Avrupalı devlet ve fikir adamlarının Türkleri Anadolu'dan söküp Asya'ya geldikleri topraklara sürme tezinin mütecessim bir haliydi.
Sevr'in Osmanlı Hükümeti ve padişahı tarafından imzalanıp imzalanmadığı belirttiğimiz gibi hala tartışma konusudur.
Kürt ve Ermeni milliyetçileri sık sık Batılı devletleri Sevr Anlaşmasının maddelerini ciddiye almamakla suçlarlar.
Sonuç itibarıyla yeni uluslararası sistem Lozan antlaşması ile birlikte (24 Temmuz 1923) Sevr'i geçersiz kılarak devletimizi yeni şekliyle tanımıştır.
Bugün Sevr'in hayaleti dolaşıyor mu?
Lozan'dan sonraki gelişmelerin hepsi Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni uluslararası sistemin güvenilir ve istikrarlı bir parçası olduğunu bize göstermişti.
Öyle ki 21'nci yüzyılın başlarında ülkemizin ekonomik, sosyal refah seviyesi ve askeri gücünün Ortadoğu ülkeleri ve halkları tarafından imrenerek karşılandığının bilfiil şahitlerindeniz.
Ermeni soykırımı tezinin teyidine ilişkin, 24 Nisan'da ABD meclisi ve başkanın resmi deklarasyonuna yönelik, Ermeni lobilerinin baskıları hala başarılı olamadı.
Bölgesel Kürt Yönetimi'nin bağımsızlık ilanını Batı, Türkiye'nin tercihleri doğrultusunda desteklemedi.
Her ne kadar belirli bir entelektüel projeksiyon sıkıntısı yaşansa da Özal'dan, Türkeş'ten, Erdoğan'a kadar atılan Ermeni diasporası ve Kürt sorununa ilişkin adımlar, bir özgüven ve kararlılığın işaretleriydi.
Açılım ve çözüm süreçlerinin sonuçları, tartışmaya açık olmakla beraber, devleti burada frene basmaya zorladı.
Ortadoğu'da kontrolü zor gelişmeler ve PKK'nın siyasi etkisinde olduğu var sayılan HDP hareketini iktidar ortağı yapabilecek seçim sonuçları elde etmesi ve dış lobilere açık karakteri, 15 Temmuz'da yaşananlar, Sevr travmasının yaslarını ve kaygılarını devletin bir kanadında canlandırdı.
Bugünlerde Sevr'in hayaletini değil ama adeta 1914 ve 1915'in gölgesini ve kaygılarını üzerimizde hissediyor gibiyiz.
Batı bizi bölmeye mi çalışıyor?
Eskiden bu yana, yolu ABD'ye düşmüş bazı yazarlarımız Pentagon ve DC'deki bazı think tanklerde bölünmüş Türkiye haritalarını gördüklerini yazar ve bizleri ikaz ederler.
Bendeniz Kürt Bölgesel Yönetimi içindeki Süleymaniye kentinde de bu tip haritaları müşahede etmişimdir. Aynı durum ve fanatizmi belki Yunanistan, Bulgaristan veya Sırbistan'da ki bazı çevrelerde de gözlemleriz de.
Zamanında elin parmaklarını geçmeyecek kadar milyonluk Bulgar Jivkof ve Ermenistan yönetimlerinden bizi korkuturlardı. Bizler de kalabalığız tükürüğümüzle onları boğar geçeriz derdik.
Suriye ve DAEŞ sorunundan sonra özellikle AB ve belki ABD Türkiye'nin istikrarının ne kadar önemli olduğunu idrak etti.
Bırakın parçalanmış bir ülkeyi, siyasi istikrarı bozulmuş bir Türkiye'nin ise göndereceği Suriyelilerin ötesinde siyasi mültecileriyle uzun vadede özellikle AB'nin, kendi bekasını nasıl tehdit edeceğini Almanya merkezli kurumlar farkına varmış durumda.
AB'nin üretim ve yüksek teknolojide Türkiye'yi rakip görmek istemeyeceği çok açıktır. Bu nedenle endüstri 4.0 dünyasında niteliksiz işlerde çalışan ve Pazar olan hamaset dolu bir ülke arzu edebilirler.
Belki de bizler istemeden bu sürece katkıda bulunuyor olabiliriz de. Buna da ayrı bir Beka sorunu tanımı koyulabilir de.
Ancak AB'nin belki en büyük ihracat ve yatırım pazarı Türkiye. Bir tüccar nasıl en büyük istikrarlı, alacağı olan müşterisini neden çökertmek veya bölmek istesin?
Dışarıya mı yoksa kendimize mi kaygılanmalıyız?
Bugün ülkemiz, 1920'lerle kıyaslanmayacak derecede, kendimize yaptığımız tüm kötülüklere rağmen, hala G 20'nin içindedir.
Bu ülkenin yetişmiş insan kaynakları şayet değerlendirildiğinde hala diğer İslam ve Türki ülkelerden farklı olarak, herhangi bir gelişmiş batı ülkesini bile yönetebilecek niteliktedir.
İronik olarak; Polonya'da meşhur atasözü vardır "Türk atları Vistül'den su içmedikçe Polonya kurtulamaz" diye.
Bu bir bakıma Osmanlı'nın adalet ve hakkaniyet anlayışına duyulan bir saygının ifadesidir de. İçeride ve dışarıda mazlum halkların bilinçaltlarında belki hala tarihteki Türk'ü beklediklerini varsayalım.
Bugün "Türk milliyetçisiyim" diyen entelektüel ve siyasi aktörler o beklenen "Türk ben miyim" diye kendilerine hiç sorabilirler miydi acaba?
Veya İbn Rüşt'ü ve İbn Sina'yı baş tacı yapan, ayrıca düşmanı Bizans Kralı Konstantin'in yeğenlerinden ikisinden kahraman vezirler ve diğerinden de Ortodoks ruhban çıkaran koca Fatih kalkıp gelse yüzleşebileceklerine inanıyorlar mı?
Ülkemizin şu ana kadar taşıdığı birikimleri içeride ve dışarıda sürdürebilmesinin yolu düşmanları çoğaltmaktan değil azaltmaktan geçmekte.
Yumuşak gücün, iç-dış uzlaşma diplomasisinin, kutuplaştırmamanın, demokrasi ve rıza imalatının, hukukun, refahın sert güçten daha önem arz ettiğini, "Beka sorunumuz" açısından artık fark etmemiz gerekiyor.
Sonuç yerine
Bugün Beka sorunu duyarlılığına, ülkemizde tüm aydın ve siyaset kesimi aynı şekilde yaklaşmıyorsa ortada bir problem var demektir.
Bu problemin çözümü de doğal olarak farklı düşünenlerin gaflet veya ihanet içinde olduklarına dair betimlemeden vazgeçmek ve onları anlamaya çalışmaktır.
Türk milliyetçiliğini savunduğunu ifade edenler sıklıkla Osmanlı'ya referans verirler. Ancak savundukları 5 kıtada hüküm süren Osmanlı'nın imparatorluk kültürünün, kendi milliyetçilik anlayışlarıyla çelişkide olduğunu görmeleri gerekiyor.
G20 üyesi Türkiye'nin, 1914-1915 Osmanlısına mı yoksa 16'ncı yüzyıl Osmanlısına mı referans vereceğine karar vermesi belki bu çelişkiyi çözebilecektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.