İki binlerde Latin Amerika'ya egemen olan ilerici yönetimler herkes için farklı anlamlar ifade ediyordu.
Devrimciler için "21'nci yüzyıl Sosyalizmi"nin öncü örnekleriydi bunlar. Antikapitalistler için ise neoliberalizme karşı halkçı alternatiflerdi.
Süreç çatışmalı ve hayli dolambaçlı bir yoldan ilerledi. Hepimiz o liderler ve siyasi hareketlerle bir yerinden ortaklık kurduk.
Kısa sürede o mücadelenin bir parçası haline geldik. Her aşamada içeriden ve dışarıdan süreci değerlendirdik.
Çoğunlukla da bu yapıları kendi projelerimize yaklaştırmaya çaba sarf ettik. Fakat sonuçta tüm projeleri aşkın bir iktisadi temel hepsinin kaderini kesin biçimde belirledi.
Yaşadığımız asrın ilk çeyreğinde egemen olan bu "ilerlemeci" akımın durmasıyla Latin Amerika'da siyasi sahne hızla değişti.
Gelinen noktada bu ilerlemeci hükümetleri birçoğumuz "popülist rejimler" olarak adlandırıyoruz. Ancak bu kabullenmeyi kendi suçlarını örtmek için popülizm kavramını aşağılayıcı bir yafta olarak kullanan Amerikancı sağın söylemiyle bir tutmamak gerek.
Öyleyse Latin Amerika tarzı "ilerlemeci popülizmin" ne olduğunu; siyaset yapma biçimi, ittifakları, hükümet uygulamaları ve karşıtlarıyla beraber ele alıp açıklamalıyız.
Başlarken altını özellikle çizmek isterim ki bu çalışma Latin Amerika haritasıyla sınırlı bir analiz yapma iddiasındadır.
Burada "popülist" sınırlarda gördüğümüz yapıların Avrupa ya da ABD'de küresel finans merkezlerindeki popülizmle ilişkilendirilen sağcı, neoliberal, faşist, yabancı düşmanı, ırkçı parti ve politikacılarla bir bağı yoktur.
Hepimizin bildiği gibi popülizm tartışması 20'nci yüzyıldan bu yana kendini tekrar eden bazı politik süreçlere verilen genel bir adlandırma.
Bu süreçleri incelediğimizde popülizmin kararsız, karmaşık ve çok boyutlu bir karaktere sahip olduğunu görüyoruz.
Popülist yönetimler kendi içinde çokça demokratik ve otokratik unsurları barındıran çelişkili bir siyasi fenomendir.
Yöntem olarak siyaseti basitleştirerek toplumu iki kutba ayırır: "Oligarşi Cephesi"ne karşı bir "Halk Cephesi"ni temsil etme iddiasındadır.
Görünürde asla uzlaşılmayacak olan bu karşı cepheyi sürekli bir reddiye üzerine politikalarını inşa eder.
Aynı şekilde sosyal hareketlerin ve ekonomik aktörlerin devlet vesayeti altında lidere tabi kılınmasıyla toplumsal denetim sağlanır.
Bu yanlarıyla bildiğimiz anlamda çoğulcu demokrasiye aykırıdır.
Popülizmin bu iki özelliğinin en radikal biçimde uygulandığı ülke kuşkusuz Venezuela. Ancak bu Kumandan Chávez'in liderliğiyle ilgili olduğu kadar karşısındaki muhalefetin saldırganlığıyla da ilgili.
Zira muhalefet Chávez'in her hamlesini büyük ayaklanmalar ve sokak çatışmalarıyla karşıladı. Açıkça askeri darbe yaptı ve petrol kuyuları gibi ülkenin ekonomik kaynaklarını yakarak sabote etti.
Popülist yönetimlerin ekonomik politikaları ise kredi oranlarını ve tüketimi artırma yoluyla iç pazarı genişletmeye ve gelir dağılımını yeniden düzenlemeye dayanır.
Bu özellikleriyle Hugo Chávez, Néstor Kirchner ve Cristina Fernández, Rafael Correa, Evo Morales ve Lula da Silva'nın 21'nci yüzyıl Latin Amerika popülizmleri, 1930'lar ve 1950'ler arasında ortaya çıkan popülizmler ile benzerlikler göstermektedir.
Fakat tüm o savaşçı diline karşın popülist yönetimlerin idare şekli esas olarak kutuplaştırdıkları toplumsal kesimlerle ayrı ayrı anlaşmaya varmaya dayanır.
Bir taraftan kaderine terk edilmiş yoksulları sosyal haklar ve tüketim üzerinden sisteme katarken diğer yandan siyasal karar alıcı rolünü yitirmeden büyük sermaye ile uzlaşma yolları arar.
Latin Amerika özgülünde bu sonuncusu topraktan elde edilen(tarım, maden) zenginliklere egemen olan mali oligarşidir.
Son 20 yılın "ilerlemeci popülist"leri de kendi yönetimleri altında ulusal ekonomideki ağırlıklarını artıran transnasyonal şirketlerle çıkar ortaklığına gittiler.
Bu büyük ölçüde dış pazara bağımlı hammadde üreticisi rolü ile sermaye birikimini sürdürebilmek için şarttı.
Örneğin Venezuela, Bolivya ve Ekvador'un gaz ya da madenleri, Brezilya ya da Arjantin'in tarım ve finans sektörünün yüksek gelir sağlaması ancak bu ortaklıklarla mümkün olabildi.
Popülist yönetimlerin ilk yıllarındaki para bolluğu uluslararası pazarda hammadde fiyatlarının yüksekliğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bu bir tür "muhafazakar modernizasyon"dur.
Söz konusu modele Brezilya'da "Lula Paktı" adını vermişlerdi.
Zira İşçi Partisi (PT) aşamalı sosyal reformlar ve tüketimin yaygınlaşması yoluyla hem işçilerin hem de orta sınıfların memnuniyetini sağlamıştı.
Ayrıca devlet teşviklerini artırma yoluyla girişimcileri tatmin ediyorlardı. Tüm bunları yapabilmek için de finans kesimiyle bir "Emtia Mutabakatı"na gitmeleri gerekmişti.
İki binlerin ortasında Latin Amerika'daki popülist yönetim altındaki herhangi bir ülkede manzara olağanüstü tüketim yoluyla sağlanan halk sınıflarındaki rahatlamayı yansıtıyordu.
Fakat bu bolluk aynı zamanda bahsettiğim rejimlerin hızla yolsuzluğa sürüklenmesine yol açtı. Brezilya'da İşçi Partisi için de durum aynıydı.
PT bu emtia mutabakatına sarıldıkça sosyal reformlardan uzaklaştı, bürokratikleşti ve yolsuzluğa battı.
Yapması gereken tarım reformunu unuttu. Bu arada ülkenin tüm tarım arazilerinin yüzde 50'si yüzde 1'lik zengin kesimin eline geçti.
Bugün Lula'nın ülkesinde 6 zenginin mal varlığı 100 milyon Brezilyalının sahip olduğuna eşit.
Böylece "ilerlemeci popülist" yönetimlerin bağırlarında taşıdıkları ikilem ve kararsızlıklar politik olarak sürdürülemez hale geldi.
Genel olarak popülist rejimlerden çıkış travmatik bir süreçtir. Onlar zayıfladığında karşı kutup için yeni siyasi fırsatlar yaratır.
İntikam davulları her yerde çalmaya başlar. Bu da daha muhafazakar ve otoriter talepleri mümkün kılar.
Bu aşamada popülist kanat giderek muhafazakarlaşır ve olup biten her şeyin emperyalizmin ve medyanın saldırısı olduğu savunmasına sarılır.
Hareketin içindeki oportünist kanat en muhafazakar ve gerici sektörleri temsil etmeye başlar. Artık eleştiriye açık olmadığından daha önce ittifak yaptığı kesimlere de kendini kapatır.
Sonuçta ekolojist, yerli ya da daha soldan yapılan muhalefet "sağ cephe" için daha işlevsel hale gelir.
Ekvador'da Rafael Correa'nın son döneminde Amazon yerlilerine karşı polis operasyonları ve yargı takipleri bunun bir örneğidir.
Latin Amerika'daki ilerlemeci yönetimlerin her ülkede kendine özgü popülist bir evrimi vardır.
Çünkü her ülkede bu yönetimlere verilen tepki farklı olay ve kesimlerden yükselmiştir.
Mesela Arjantin'de çatışmanın başlangıcı 2008'de tarım ihraççısı kesime getirilen vergilerdi.
Ülkenin bu ana ihraççısı büyük toprak sahibi kesim medya ve finans kesimiyle de sıkı bağlara sahip olduğundan kentlerdeki orta sınıfı hükümete karşı kolayca örgütledi.
Tangonun başkentinde her kutuplaşma Peronist-anti Peronist, halkçı-halkçılık karşıtı gibi kamplaşmayla tamamlanır.
Ülke Cristina Kirchner (2008-2016) döneminde hızla demokratik halkçı kamp ile liberal cumhuriyetçi kampa bölündü.
Diğer yerlerden farklı olarak Arjantin'de popülist tecrübe daha başından orta sınıfın bölünmesiyle sonuçlandı.
Brezilya'daki dönüm noktası ise 2013 kriziydi.
Ülke bir mali krize girdi ve "Lula Paktı" bozuldu. Daha sonra iktidara karşı toplumsal muhalefet örgütlendi.
Protestoların bileşenleri çevrecilerden liberal-muhafazakar kampa, askeri diktatörlük yanlılarından Evangelistler'e kadar geniş bir yelpazeyi temsil ediyordu.
Brezilya'da İşçi Partisi'ni iktidardan düşüren süreci taşıyan sarsıcı hamleler medya-yargı operasyonlarından geldi. Bunların en ünlüsü ve ilki "Lava Jato" dosyasıydı.
Lula'nın sol kolu Jose Dirceu, PT'nin kurucu başkanı Jose Genoino ve 38 parti yöneticisi yolsuzluktan hapse mahkum oldular. Peşine Petrobras skandalı patladı. Depremler ardı ardına Brezilya'yı kaosa sürükledi.
Dünyanın en büyük inşaat şirketlerinden birinin sahibi Marcelo Odebrecht'in tutuklanması ise sadece Brezilya'da değil tüm kıtada siyaseti alt üst edecekti.
Peru'da iki kere devlet başkanlığı yapmış Alan Garcia "Odebrecht Skandalı" yüzünden canına kıydı. Yine eski Peru devlet başkanlardan Ollanta Humala yolsuzluktan hapsedildi.
Başkan Pablo Kuczynski görevi bırakmak zorunda kaldı. Bir başka Peru eski devlet başkanı Alejandro Toledo kaçtığı ABD'ye kaçtı ve orada ev hapsine alındı.
Olay Brezilya'da Başkan Dilma Rousseff'in parlamenter bir darbe ile düşürülmesine kadar vardı.
2018'de ise Lula'nın hapse atılması ve genel seçimlerde yer almasının engellenmesine sosyal hareket hiçbir şey yapamadı.
Bu İşçi Partisi'yle sosyal hareket arasındaki bağın kopukluğundan değil bizzat emekçi hareketin popülist yönetim altında dinamizmini ve gücünü yitirmiş olmasıyla alakalıydı.
Süreç bir yandan İşçi Partisi'ni diğer yandan sosyal hareketi baskı altına alan operasyonlar şeklinde gelişiyordu.
Yüz binlerce üyeli Topraksızlar Hareketi MST, terör örgütü muamelesi görüyordu. Liderleri hapse atılıyordu.
Brerzilya'da bir parlamento darbesiyle siyasete egemen olan muhafazakar ve neoliberal sağ daha radikal sağın önünü açtı.
Arjantin'in Brezilya'dan farkı bu parlamenter ve yargı darbelerine gerek kalmadan demokratik yollarla da olsa muhafazakar ve neoliberal bir sağa geçiş yapmasıydı.
Aslında 2015'te Mauricio Macri'nin iktidara gelişi Brezilya sağının yükselişine benzemiyordu. Benzer yanı dönemin popülist destanının sona ermesiyle beraber gelişen toplumsal bir bıkkınlık ve ekonomik kriz ortamında kutuplaşmış bir yapıydı.
Toplumun önemli kısmı siyasi açıdan yeni bir soluk sağlayacak ve aynı zamanda ekonomik fırsatlarda iyileşme olasılığını ortaya çıkaracak bir dönüşüm ihtiyacı içindeydi.
Kirchner karşıtı merkez sağ bu değişim talebini ele aldı. Fakat tam da suçladığı popülist söyleme sığınarak seçim cephesinin adını "Cambiemos" yani "Değiştirelim" koydu.
Macri, Arjantin siyasetine ruhunu veren bu popülizmi fazlasıyla kullandı. Sermayeyi temsil ettiği varsayımına dayanarak ülkeye bol para getirecek, patronlarla arası iyi olduğundan yatırım yağacak, zaten zengin olduğundan ekonomiyi iyi yönetecekti.
Ayrıca Kirchner'in sosyal yardımlarına dayanan "sadaka" sistemini sona erdirecekti. Yolsuzluğa sıfır tolerans gösterilecekti.
Sonuç tam bir felaketti. Macri vaadlerinin hiçbirini gerçekleştirmediği gibi ülkeyi büyük bir finansal krize sürükleyen borç politikasına imza attı.
Kirchner'in sermaye denetimlerine son verdiği için alınan 100 milyar dolar borçtan daha fazlası yurt dışına kaçtı.
İşsizlik rakamları 2001 krizini bile aştı. Yoksulluk o kadar arttı ki Kirchner dönemine göre daha çok yurttaş sosyal yardım almaya başladı.
Macri yönetimi "sorumsuz popülizm"e karşı "sermayenin sorumsuzluğunu" temsil ediyordu. Macri güçlü Arjantin orta sınıfı için tam bir hayal kırıklığıydı.
Yolsuzluğa son vermediği gibi ekonomiyi daha berbat hale getirmişti. Onun döneminde enflasyon yüzde 25'ten 60'a çıkmıştı.
Dolar on kat değerlenince Macri'nin liberal reformları (korumacı gümrük vergilerin kaldırılması, dövize ve sermaye hareketlerine serbestlik vb) kabusa dönüşmüştü.
Çünkü tüm bu açılımlar en başta orta sınıfın gelir düzeyini trajik biçimde aşağıya çekmişti.
Arjantin her geçen gün giderek daha fazla sefalet çamuruna batarken Macri ve kabinesi steril zenginliği temsil ediyordu.
Artık onun "enkaz edebiyatı"yla ya da neoliberal hayalleriyle kimse ilgilenmiyordu. Birinin bu duruma müdahale etmesi beklenirken Cristina Kirchner görülmemiş bir hamleyle kendi yerine Alberto Fernandez'i başkan adayı gösterdi.
Merkezden ılımlı Peronist ve diyalogcu Alberto Fernandez'in adaylığı sağın gardını düşürmesini sağladı. İntikam davulları sustu ve herkes derin bir nefes aldı.
Fernandez & Fernandez formülü seçimlerde Macri karşısında ezici bir zafer kazandı. Fakat bu neoliberal sağın gücünü yitirdiği anlamına gelmiyordu.
Çünkü Macri iktidara devletçi yapıyı yıkma misyonuyla gelmiş ve bunu gayet iyi biçimde başarmıştı. Arjantin'de serbest piyasacı bir ekonominin bu koşullarda işleme ihtimali olmadığını onlar da çok iyi biliyorlardı.
Buna karşılık Kirchner'in halkçı projesi toplumda inandırıcılığını yitirmişti.
Bu yüzden aslında Cristina kendisi iktidarda olsa bile fikri muhalefette kalmaya mahkumdu.
Brezilya örneğinde ise popülist dönemin sona erişi çok boyutlu krize yol açtı. Yargı operasyonları neticesinde ortaya büyük bir siyasi kriz çıktı.
Neredeyse hakkında yolsuzluk dosyası olamayan siyasetçi kalmadı. Öyle ki "impeachment"la başkanlıktan düşürülen Dilma Roussef'in yerine getirilen Michel Temer bile Lava Jato dosyasından tutuklandı.
"Odebrecht Skandalı"yla yalnızca rejim krize sürüklemedi aynı zamanda bu kriz ticari sınıfın çöküşüne de yol açtı.
Yaratılan kaos ortamında Jair Bolsonaro'nun geleneksel ahlaki değerleri ve dağılan hiyerarşileri yeniden tesis etmeye yönelik sosyal çağrısı toplumda karşılık buldu.
Böylece açık faşist unsurlarla ortaçağ ideolojisinin harmanlandığı otoriter bir kapitalist düzen özlemi hortladı.
Bu patolojik biçimde köleci gelenekleri içine işlemiş Brezilya aşırı sağ popülizminin hayaletiydi.
Bolsonaro'nun sağ popülizmi belki de halk tarafından içgüdüsel olarak askeri darbeye tercih edilmişti. Fakat bu zaten büyük eşitsizliklerle sakat olan Brezilya demokrasisini daha berbat hale getirdi.
Emekli yüzbaşı Jair Bolsonaro, silahlı kuvvetleri hükümete ortak ederek iktidarını tesis etti. General Hamilton Mourão'yu Devlet Başkan yardımcısı yaptı.
Bolsonaro kabinesindeki 22 bakanın 9'u asker kökenliydi. Şu an Brezilya federal devlet kurumlarında yönetici pozisyonda olan 6 binden fazla asker bulunuyor.
Brezilya Yüksek Mahkeme başkanı Luis Roberto Barroso birkaç ay önce "bu Venezuela'da olan bir şey" diye kaygısını açıkça dile getirdi.
Gerçekten de Brezilya'da olan şey Venezuela'daki "civico-militar" rejimin neoliberal bir versiyonu. Orada da hükümetin bakanları, stratejik kurumların yöneticileri askerlerden oluşuyor.
Fakat en azından kimse Venezuela'daki yönetimin yabancı düşmanı, ırkçı, yerlileri hor gören, kadınları aşağılayan bir cinsiyet ideolojisine sahip olduğu suçlamasında bulunamaz.
Amazonlar yanarken "iki ağaç yansa bir şey olmaz" diyen, LGBTİ bireylere hakaret eden, her fırsatta askeri diktatörlüğü, dahası işkenceyi savunan Maduro değil Bolsonaro.
Brezilya ile karşılaştırıldığında Arjantin sağı çok daha liberal bir görüntü sergiliyor. Buna rağmen Kirchner cephesinin 2010'da LGTB çiftlere hak tanıyan "Eşit Evlilik Yasası" ve kürtajın serbest bırakılması gibi reformları sağın güçlü direnişiyle karşılaştı.
Popülist ilerlemeciliğe karşı sağ cephede yer alan "liberal-demokratik kamp" bir anda buharlaştı.
"Muhafazakar-gerici kamp" sağa tümüyle egemen oldu. Bu gericiliğin karşısında ise yalnızca içinde güçlü bir feminist damar taşıyan "popülist ilerlemeciler" kaldı.
Bugün Latin Amerika'da "anti-patriarkal" olarak tanımlayabileceğimiz hareketin ruhu Kirchnerciliğin, Moralesçiliğin, Lulacılığın hatta Chavezciliğin içinde yaşıyor.
Popülistlere karşı olan neoliberal sağ ise Evangelistler ve Katolik kilisesinin en gerici unsurlarıyla işbirliği yapıyor.
Kısacası muhafazakarlık ile kültürel liberalizm arasına sıkışmış bir Macri yönetimi, açıkça anti demokratik ve hatta faşist bir rezervle harekete geçen Bolsonaro iktidarından farksız biçimde aşırı sağı yükseltmekten başka bir işe yaramıyor.
Latin Amerika'da neoliberal sağın yolsuzlukları sona erdirmek bir tarafa hiçbir reformu gerçekleştirme kapasitesine sahip olmadığı açıkça görülüyor.
Çünkü kıtadaki sosyal ve siyasal dengesizliğin temelinde sınıfsal, ırksal, sosyal ve cinsel eşitsizlik yatıyor. Bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı hedeflemeyen bir anlayış hiçbir reformu gündemine alamaz.
Neoliberal sağ özünde eşitlikçiliğe karşı mücadele ediyor ama o kendini popülizme karşıymış gibi pazarlıyor.
"İlerlemeci Popülizm" ise sistemi idare edeceğim derken hep sağın bataklığına giriyor.
Bürokratizme, elitizme, yolsuzluğa ve piyasa illüzyonuna batıyor. Köklü halkçı çözümler ve kurumsallık yaratmak yerine geçici zaferlerle kendini motive ediyor.
14 yıllık iktidardan sonra bile bir polis teşkilatını demokratikleştirememiş Bolivya'da MAS örneği gözümüzün önünde duruyor.
Venezuela'ya baktığımızda ise neoliberal sağın otoriterlikle bir sorunu olmadığı ortaya çıkıyor. Aksine sendikalaşma, feminizm ve yeşil dalgadan daha çok nefret ediyor.
Çünkü bunları "Kültürel Marksizm" olarak değerlendiriyorlar. Yani günümüzün neoliberal sağı 20'nci yüzyıl anti komünist sağıyla aynı köklerden besleniyor.
Buna karşılık "Popülist ilerlemecilik" eşitlikçi hareketin unsurlarına yaslanıyor.
Antikapitalist, anti neoliberal gençlik hareketleri, sendikalar, kent yoksulları, topraksız köylüler ve yerliler, feminist hareket ve çevrecilik yeni dönemde "popülist ilerlemeciliğe" yeni biçimini verecektir.
Aslında kıtada değişim talebi ve dinamizminde eksilen bir şey yok. Şili'de olduğu gibi sağ bir iktidar altında bile kadınlar, öğrenciler, gençler ve işsizler reform taleplerini ısrarla gündeme sokabiliyorlar.
Bolivya'da yerliler, işçiler ve köylüler anayasal organları savunup darbeyle gelmiş faşist bir kliği serbest seçimlere zorlayıp iktidardan indirebiliyor.
Kolombiya'da kirli savaşa rağmen sosyal hareketin gelişmesi durdurulamıyor.
Önümüzdeki en büyük tehlike ise Brezilya da olduğu gibi post-popülist dönemde toplumun korku ve kaosa sürüklenerek dinci köktenciliğe ve diktatörlük arzularına destek vermesi olabilir.
Bu nedenle Latin Amerika'da olup bitenlerin küresel ölçekte tekrar etmeyeceğinin bir garantisi yok.
Artan toplumsal eşitsizlikler, intikam çağrılarıyla kutuplaşan bir toplum, siyasi partiler krizi ve devletin gerici kanadıyla yeni sağcı akımların birlikte hareket etmesi sonucunda yıkıcı bir dalga ortaya çıkabilir.
Günümüzde toplumların ilerlemesi üzerindeki en büyük tehdit sağcılık, solculuk, popülizm ya da din değil demokratik hakları ve özgürlükleri kitlelerin desteğiyle işlemez hale getirip faşist söylemleri meşrulaştıran yönetimlerdir.
Bu tarz yönetimler kurumsal iflasa, toplumlarda kapanması zor yaralara; ciddi bir siyasi, sosyal ve kültürel gerilemeye yol açabilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish