"Laikler bile bir gün şeriatı isteyecek"

Aydın Tonga Independent Türkçe için yazdı

Fotorğaf: Reuters

Laikler bile bir gün şeriatı isteyecek, bir gün Türkiye'ye şeriat gelecek. Bazı tarikatlar kapatılırsa biz kapatanlara dua ederiz. Çünkü o tarikatlar dine zarar veriyor. Din alimleri de nefsini kontrol edemiyor.


Bu sözler Nakşibendi tarikatına bağlı bir cemaatte çalışmalar yürüten ancak ismini vermek istemeyen bir cemaat hocasına ait. Durun en baştan anlatmaya başlayayım.

Bilindiği üzere tarikatlar ve bunlara bağlı olarak hareket eden cemaatler konusu son dönemde sıkça gündeme gelmeye başladı.

Cemaatlerin artan mal varlığı, şirketleri andıran ekonomik büyüklükleri sonra kimi dini vakıf ve kurslarda ortaya çıkan cinsel taciz vakaları, devletin bazı kurumlarında örgütlenme pratikleri gibi konular gözlerin anılan oluşumlara yani cemaatlere çevrilmesine neden oldu.


Peki, yıllarını bir cemaat içerisinde geçirmiş, akabinde cemaatin hocası olup insanların karşısına çıkmış biri, sözünü ettiğimiz konularla ilgili ne düşünürdü acaba?

Örneğin cemaatlerin zenginleşmesine nasıl bakıyordu, kendisi de zengin miydi mesela?

Cinsel taciz olaylarını nasıl yorumluyordu sonra tarikatlarla ilgili yapılması gereken neydi, içeriden bu durum nasıl değerlendiriliyordu? 


İşte bu ve benzeri soruların yanıtını almak için yukarıda ismini andığım tarikata bağlı bir cemaatin hocası ile görüşmeye karar verdim.

Akabinde bu söyleşi ortaya çıktı. Gelin şimdi o sorular eşliğinde söyleşimize başlayalım. 


"Tarikatlar/cemaatler artık bir şirkete mi dönüştü; artık her şeyh bir işadamı müritler de müşteri mi" diye doğrudan ve hiç dolandırmadan sorduğum soruya hoca yine aynı şekilde "Hayır" diye yanıt verdi.

Ona göre bu söylenenler doğru değildi. Tarikatlar genel olarak ahlakı, aile ilişkilerini düzenleyen temel prensipleri, örneğin edebi, saygıyı temsil ediyordu.

Tarikatların bu iddialarla hedef alınması da aslında kendilerine dönük bir saldırı niteliğindeydi. Ahlakı çökertmek için tarikatlar hedef alınıyordu. 


"Prof. Dr. İsmail Kara tasavvufun kökenini Emevilerin sonuna kadar götürür ve bu hareketi esasında zenginliğe, gösterişe, mal mülk edinimine karşı köye, kıra gidenlerin başlattığını ifade eder" diye sürdürdüm ben sözlerimi.

Ve nihayetinde "Ne oldu o, bir lokma bir hırka düsturu" dedim.

Hoca bu sözler karşısında önce tebessüm etti ve akabinde söyle konuşmaya başladı:

O zamanlar öyleydi. Hatta ulema kendini dine adamak için evlenmez; evlenenler de eşlerine yemek yaptırmaz, evlerindeki buğdayları kaynatıp yermiş. Bugün evden çık para… Her şeyin başında para var… O günün şartları ile bugünün şartları aynı değil.


Hoca, cemaat içerisindeki şirketlerin varlığını da şöyle açıkladı:

Cemaatlere bağlı onca medrese ve bu medreselerde, kurumlarda sürdürülen hizmetler var; cemaatin geliri olmasa bu hizmetler nasıl sürdürülecek, hocaların iaşesi, geçimi nasıl olacak?


Hocanın bana söylediğine göre bir defasında kendisinin de bağlı bulunduğu cemaat sıkıntıya girdiği için yüzden fazla cemaat mensubunun, yani hocaların maaşı kesilmiş ve onlar da tekstil başta olmak üzere farklı çalışma kollarına yönelmiş.

Bununla birlikte isim vermese de kimi cemaatlerde ortaya çıkan muazzam para gücünü de inkar etmiyor kendisi.

Öyle ki iddiasına göre, kendilerine "…. Cemaati" adını veren bir gurup, hocanın bulunduğu bölgede milyonlarca lira para toplamış.

İşte tam bu noktada tarikat; şirket ve zenginleşme gerçekliğini kabul ediyor hoca: "Bazı cemaatler dini bu yönde istismar ediyor, bunları da kabul ediyorum" diyor.

O vakit ben de kendisine "Bu durumun önüne nasıl geçilebilir; din geçim kapısı olmaktan nasıl çıkartılır" diye soruyorum:

Hocanın yanıtı şöyle oluyor: 

Devlet bize sahip çıksın, hoca kimliğimize resmiyet kazandırsın.


İyi ama Devletin Diyanet diye bir kurumu dahi var; İlahiyat fakültelerinde binlerce hoca istihdam ediliyor devlet, daha nasıl "sahip çıksın" diye sürdürdüğüm sözlerim bir süre havada kalıyor.

Sonra "Diyaneti hiç konuşmayalım, bu kurum dine çok zarar verdi" diyor hoca. Kendilerinin durumunu ise yeniden konuşmanın orta yerine bırakıyor:

Benim daha bir sigortam bile yok. Geçimimi bile zor temin ediyorum. İaşemi sağlayan kimselerin söyledikleri altında eziliyorum.


Ben başka bir gündem ile konuşmamıza devam etmek istiyorum ve sözü kimi cemaat ile dini kurumlarda ortaya çıkan taciz-tecavüz vakalarına getiriyorum.

Bursa'daki "Badece şeyh" örneğinden, Fatih Nurullah'a, İstanbul Ümraniye'deki Fıkıh Der'e bağlı Kur'an kursunda yatılı kalan çocuklara yapılan taciz vakalarına dair kimi somut olayları aktarıyorum ve "Nasıl oluyor da dini kurumlarda bu tür korkunç olaylar yaşanabiliyor" diye sorumu yöneltiyorum. 

Hocaya göre dine tam olarak uyulmadığı, tam olarak şeriat prensiplerine riayet edilmediği için bu olaylar ortaya çıkıyormuş.

Diğer bir ifadeyle özellikle tarikat ve cemaatlerde şeriat kurallarının daha sıkı uygulanmasını istiyor kendisi. "Böylelikle sözünü ettiğiniz olaylar yaşanmaz" diyor.

Ayrıca bu vakalarla gündeme gelen şeyh ya da cemaat liderlerinin yüzünde feyz ve nur olmadığını söylüyor ve "Böyle kimseler dinden nasibini almamış insanlardır" diye sürdürüyor sözlerini… 


"İyi ama çocuğunu Kur'an kursuna gönderen bir aile nerden anlasın o kimsenin yüzünde nur var mı yok mu" soruma ise "Araştırsın öyle bilip bilmediği yere çocuğunu göndermesin" diyerek yanıt veriyor hoca.

"Bir araba alırken bile yapılan onca araştırma burada niye yapılmıyor" diyor. Devlete de çağrı yapıyor tabi:

Devlet de bunları sıkı biçimde denetlesin.


Devlet konusuna birazdan döneceğim ama bu noktada Nakşibendi hoca nefs konusuna vurgu yapıyor.

Nefsin bunlara sebebiyet verdiğini, din âlimlerinin de nefsini kontrol edemediği için bu olayların ortaya çıktığını söylüyor.

Çözümü ise daha çok din, daha çok şeriat kuralları olarak ortaya koyuyor. Zaten ona göre "şeriatı yaşamayan şeyh şeytandır."

"Dolayısıyla" diyor hoca, "nefis köreltilmeli, kadın erkek ilişkileri sıkı biçimde denetim altına alınmalı; zaten tarikatlar da bunun için var…" 


Gelelim tarikatlara yönelik yapılacak devlet müdahalesine…Öncelikle kerhen de olsa Diyanet çaresine başvuruyor hoca.

Kerhen diyorum zira "Diyanet tarikatları denetlesin" derken, bunun yine tarikatlardan seçilen alim kimselerle yapılmasını istiyor kendisi.

Zaten daha öncede aktardığım üzere Diyanet yeterli görülmediği gibi, anılan kurumun dine zarar verdiği de söyleniyor.

Bu noktada ben araya girerek soruyorum: Peki "zararlı" görülen tarikatlar için hangi çözüm geliştirilmeli, örneğin bu tarikatlar kapatılmalı mı?

Yanıt aynen şöyle oluyor: 

Tarikatların bir kısmı kapatılırsa biz kapatanlara duacı oluruz. Zira bunlar dine zarar veriyor.


Bir tarikat mensubunun dahası bir cemaatin hocasının ağzından bu sözleri duymak çarpıcı tabi. Az şey değil hani, kısmen de olsa kimi tarikatların kapatılmasını savunuyor hoca!

Peki, bütün tarikatlar kapatılabilir mi?

Bu soruyu da yönelttim kendisine, ilerleyen satırlarda verilen yanıtı da aktaracağım. 


Bu faslı bir kenara bıraktıktan sonra sözü tarikat/cemaat-siyaset ilişkisine getirdim ve hocaya şu soruyu yönelttim:

Dini değerlerle hareket ettiği söylenen yapılar, nasıl olur da kimi zaman yolsuzlukla, haksızlıkla, usulsüzlük ve daha birçok suçla, dini tabirle "günahla" anılan partilere destek açıklamasında bulunabilir?

Bu aynı zamanda günaha ortak olma, diğer bir deyişle topluca günah işleme anlamına gelmiyor mu?

Hocanın yanıtı bu noktada net aslında:

"Ben doğru bulmuyorum" diyor. Dahası kimi kurumlarda işlenen rüşvet gibi bazı günahlar-suçlar kendi kulağına da gelmiş. Haliyle kabul edemiyor bu durumu.

Ayrıca kendisinin bana aktardığına göre onun da hocası olan bir zat "iktidar partisinin dine verdiği zararı kimse vermedi" demiş.

Tabi hal böyle olunca siyasi partilere destek açıklamasının doğrulanabilir bir yanı kalmıyor. Oy meselesine gelince "dinin önünü açan, dini yaşamı rahatlatan partilere oy veriyoruz" diyor. 


Cemaat-siyaset ilişkisi söz konusu olunca, cemaatlerin devletin kimi kurumlarında söz sahibi olmasını, kadrolaşmasını soruyorum.

"Doğru bulmuyorum" diye söze başlıyor hoca. "Çünkü burada da gaye zaten İslami ve dini değil" diyor.

Gayeyi de açıklıyor tabi:

Bahsi geçen kurumları ele geçirenler ya da oralarda kadrolaşanlar, kendi küçük iktidar çıkarları için bunu yapıyorlar; dini ve insani emellerle değil, nefsi çıkarları için böyle davranıyorlar.


Söz buraya gelince Fethullah Gülen örneğinden yola çıkarak soruyorum:

Ya bu tarikatlar da yarın öbür gün böyle bir girişim içerisinde olurlarsa?

Örneğin kendi Şeyhi kendisine "kalkışma" yönünde bir emir verirse?

Her iki soruya da olumsuz yanıt veriyor hoca. "Ne şeyhim benden böyle bir talepte bulunur ne de mevcut tarikatların başında bulunan şeyhler böyle hareket eder" diyor!..


Hocayı bulmuşken tarikatlarla ilgili merak edilen konuların başında gelen şirk meselesini de soruyorum:

Siz şirk (Allah'a ortak koşma) içerisinde misiniz?

"Biz şeyhlerimizi ilahlaştırmıyoruz, fakat öyle yapan kimseler de yok değil" oluyor yanıt.

Kendilerini sadece dini doğru yaşamak adına kurulan hareketler olarak tanımlıyor: "Dinimizi öğrenmek isteyen insanlar tarikatlara gelir biz de buna vesile oluruz" diyor.

Bu noktada oldukça çarpıcı ve bir o kadar da düşündürücü bir söze imza attığını söylüyor ve "Şeyhi olmayan kimsenin şeyhi şeytandır" sözünü onaylıyor Nakşibendi hoca. 


Dolayısıyla burada tarikatların dindeki yeri tartışılmaz ve hatta zorunlu bir noktaya taşınıyor. Yani tarikatlar burada aracı olmanın çok ötesinde bir yere geliyor.

"Şeyh yoksa şeytan var" sözü bile bu durumu açıkça ortaya koymuyor mu? Zaten Nakşibendi hoca, tarikatları olmazsa olmaz kurumlar olarak gördüğünü açıkça beyan ediyor.

İmam Rabbani'nin (16'ncı yüzyılda Hindistan'da yaşamış Nakşibendi tarikatının önemli isimlerinden biri) şu sözlerini de onayladığını benimle paylaşıyor:

Tarikatsiz bir şekilde, tarikat olmadan Allah'a ulaşmak imkansızdır!

Ne diyelim bu düşünceye göre tarikatı olmayan Müslümanların hali hal değil, o derecede bir günah içerisindeler sanki!


Konuşma ilerledikçe konudan konuya geçebiliyoruz bazen. Örneğin ben tarihte Muaviye'ye yönelttiği, zenginlik eleştirileri ile bilinen Ebuzer örneğini anımsatıyorum.

Ve buradan sözü yine şirketleşen tarikatlara getiriyorum. Verdiği yanıt şöyle oluyor:

Ebuzer gibi insanlar kaldıysa gidip ayağının altını öpelim. En dindarımızın bile kırığı çıkığı var bugün.


Konuşmanın bu aşamasında hayli çarpıcı bir iddiayı da paylaşıyor hoca. Söylediğine göre kendi cemaatlerinden bir hocaya bir fetva vermesi karşılığında eski parayla tam 22 trilyon önerilmiş.

Hocaları bu öneriyi şiddetle reddederek masadan kalkmış. Tabi meselenin konuşulacak birçok boyutu var. Misal tabiri caizse "din ya da fetva piyasası!"

Bu nasıl bir pazar ki, bir fetva 22 trilyona eşit olabiliyor?!. Ayrıca söylenen ve bilinen bu ise bilinmeyen hangi rakamlar dönüyordur bu piyasada varın siz düşünün! Bu iddialar doğru değilse orası da ayrı bir vahamet!..


Söyleşinin sonuna doğru Türkiye'de yükseldiği iddia edilen Selefilerden de bahsediyor. Onların din yorumlarını kesin bir dille reddediyor ve onaylamıyor.

Öte yandan "gün geçtikçe büyüyor ve güçleniyorlar" diyor; daha çok kurdukları mescitler etrafında örgütleniyorlarmış.

Suriye işgal sürecinde Türkiye'den Suriye'ye giden yüzlerce Selefi'den bahsediyor. Tanık olduğu öyle olaylar olmuş ki, anlattıkça şaşırıyorsunuz.

Örneğin bir kadın, kocasını 'kafir' görerek bu kafilelere katılmış ve fakat oraya gidince cihatçı askerler onu "cariye" yapmış. Neticede kadın da pişman olarak geri dönmüş. Daha böyle bir sürü anlatı işte..


"Peki ya şeriat talepleri" diyorum... Onları samimi olarak görmediklerini söylüyor, "Zaten din anlayışları da dine zarar veriyor" diye ekliyor.

Sonra kendilerinin şeriata ilişkin düşüncelerini soruyorum: "Türkiye'ye İslam gelecek" diye başlıyor sözlerine.

"Öyle zaman gelecek ki" diyor Nakşibendi hoca;

Laikler bile şeriat isteyecek; öyle ya da böyle yakın bir zamanda Türkiye'ye şeriat gelecek.


Daha önce aktardığım ve yanıtını sonraya bıraktığım "tarikatlar kapatılmalı" mı sorusuna ise "kapatamazlar" diyerek yanıt veriyor kendisi.

"Bunu hukuki anlamda söylemiyorum" diyerek sürdürüyor sözlerini. Ona göre bu anlayışın önüne geçilemez. "Nitekim daha önce denendi ve fakat biz faaliyetlerimize yeniden devam ettik" diyor.


Prof. Dr. Esengül Balcı'nın yaptığı bir çalışmaya göre, Türkiye'de belli başlı 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu bulunmakta.

Sadece İstanbul'da 448 tekke faaliyetlerini açıktan sürdürmekte. Yine Balcı, Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda çocuklarla ilgili şu ifadeleri kullanmakta:

Yaptığımız araştırmaya göre, Türkiye'de bir milyon civarında çocuğun tarikatların elinde olduğu sonucuna ulaştık. Çoğunluğu yoksul ailelerden geliyor. Çaresizler. Özellikle büyük şehirlerin varoşlarında yaşayan, kırsaldan gelen, dinsel ve geleneksel değerlerle çocuklarını koruyabileceğini zanneden ailelerin çocukları.


Yukarıda görüşlerine yer verdiğimiz Nakşibendi hocanın söyledikleri "içeriden" bir ses olarak tarikat-cemaat gerçekliğini bir biçimde yansıtmakta.

Elbette bu ses bütün tarikatların görüşlerini aynı oranda ve aynı şekilde ifade etmez lakin bu sesin önemli bir kitleyi temsil ettiği de muhakkak.

Bu bağlamda söyleşimiz boyunca aktardığımız görüşlerin önemli olduğunu düşünüyoruz. Zira bir tarikat-cemaat hocası doğrudan ve açık bir şekilde görüşlerini bizlerle paylaşmış oluyor; yorumu ise sizlere bırakıyorum.  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU