Beyrut yengeç kıskacında. Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde.
Cahit Zarifoğlu
Nizar Kabbâni, Modern Arap Şiiri’nde nevi şahsına münhasır çizgiye sahip bir yazar.
Lübnan İç Savaşı sürecinde yaşadığı acı dolu günlere ait halet-i ruhiyesini, duygularını ve düşüncelerini şiirimsi, çoğu zaman ise ironik bir dille kaleme aldığı eseri Ben Beyrut-Bir Şehrin Günlükleri- 1999 yılında Türkiye’de kitapseverlerin ilgisine sunulmuş edebi-politik bir eserdir. 1
Kabbâni; Mahmud Derviş ve Adonis gibi isimlerle beraber Modern Arap Şiir’inin öncüllerinden bir isim olarak anılır.
Şam doğumlu şairin, daha kolej günlerinde başlayan edebiyat ve kültüre olan tutkusu, 1998 yılında ölümüne kadar mütemadiyen sürer.
İslam ve Arap dünyasında ise, 1967 İsrail-Arap savaşını ele alan Bozgun Kitabından Dipnotlar isimli şiiri ile kült haline geldi denilse abartı olmaz.
Zira bu şiiri yasaklandı, elden ele, gizliden gizliye hatta dilden diledolaşımda kalmayı başardı. Kendisinin yeni bir edebiyat akımı başlattığı bile yazıldı-çizildi edebiyat mahfillerinde.
Acıların, aşkın ve politik şiirin önemli bir şiir atlısı olan Kabbâni’nin bu günlüğü,4 Ağustos 2020’de Beyrut’un yaşadığı korkunç patlama ile birlikte hatırlanır oldu; Beyrutlu dünyaca ünlü sanatçı Feyruz’la birlikte.
Çünkü iç savaşın hayalet kente dönüştürdüğü Beyrut, patlama ile bir daha acı ve ölümle adeta kedere ve kadere dûçar oldu.
Şiirlerinde olduğu gibi bu günlüğünde de Kabbâni’yi kederli, dertli, tepkili, bol mizahlı ve sapına kadar Lübnanlı bir kimlikle görüyoruz.
Bunu kâh kadın imgesi üzerinden, kâh deniz üzerinden zaman zamanda din ve objeler üzerinden ördüğü harf ve seslerle dokurken, karşımıza şiirsel bir günlük mü bir deneme eseri mi yoksa bir şehir izlenim yazısı mı çıkıyor doğrusu kestirmek oldukça zor.
Ama hiç zor olmayan şey, ilk bakışta bile göze çarpan Lübnanlılık kimliği ve bu kimliği aşılayan mısraları ördüğü gerçeği.
Mahmud Derviş, Hanzala, Gassani gibi İslam-Arap dünyasında meşhur sanatçı ve şairlerin yaptığı gibi, Kabbani de harflerden ve seslerden örülü bir vatan (bilinci) inşa eder.
Suriyeli bir baba ve Türkiyeli bir annenin oğlu olan 1923 Şam doğumlu Kabbâni’nin bu günlüğü niçin tuttuğunu ondan dinlerken kitabın neredeyse her sayfasında geçen Ben Beyrut ile kendisini özdeşleştirdiğini görmekteyiz.
Kendini anlattığı sanıldığı yerde aslında Beyrut’u anlattığını burada okuyucuya hatırlatmakta yarar var.
Ben Beyrut. Yakında öleceğim, buna rağmen niçin günlük yazdığımı bana sormak içinizden geçiyor olmalı. Birincisi içimi rahatlatmak için yazıyorum.İkincisi aforoz kapısına karşı itiraf olsun diye; üçüncüsü benim gibi düşünen, benim gibi davranan, benim gibi sığ mı sığ yaşayan öteki kentler okusun diye…
Eserindeki şiirimsi ve gündelik dil anlatımı sizi gondol ile nehirde kıvrım kıvrım ilerletirken, Lübnan İç Savaşı'nın dramına da uğratır, Lübnan’ın siyasal akıl ve elitleriyle de tanıştırır.
Buradan sizleri Lübnan’ın aydınlarına, uluslararası güçlerin sahne savaşlarına, Beyrut’un şatafatlı mekan ve yemekleriyle beraber tarihi şahsiyet ve olaylarına, Beyrut’taki toplumsal ve sınıfsal çarpıklıklara, ABD ve İsrail karşıtlığıyla beraber Arap âleminin iç çekişmelerine, vurdumduymazlıklarına, oradan da dinler ve mezhepler arasındaki sevimsiz rekabet duraklarına gondol ile götürürken, sizde onunla beraber bu nehir yolculuğunda kederi, öfkeyi, üzüntüyü, yabancılaşmayı, umudu ve isyankarlığı birebir yaşıyor gibi oluyorsunuz adeta.
Didem Madak’tan mülhem Ahlar Ağacı’na tırmanıp Lübnan’ın yeni yaşadığı patlamayla oluşan hem dramatik görüntüsüne hem de iç savaşla getirildiği manzaraya Ah’lar da Vah’lar da çekmemeniz ya da kızmamanız için yüreğinizin katı, kulağınızın sağır, gözünüzün kör, duyargalarınızın ise hissizleşmiş olması gerekir.
Duyarga antenlerimizin her daim açık olması için yukarıda temas ettiğimiz sorun ve başlıkları nasıl ele aldığına bakarak, belki kitaba mebni olan faydayı celbetmeye çalışırız sevgili okurlara.
Toplumsal çarpıklık ve yabancılaşmaya ilişkin olarak eserinde geçen şu mısralar dikkat çekicidir:
Sarsak çarşısı yanıyor. Ben orayı bilmiyorum. Ben tüm giysilerimi Clémanceau Caddesi’nin yahut El-Hamra’nın Boutique’lerinden alırım.
Nuriye Pazarı yanıyor. İlk kez işitiyorum. Nuriye Pazarı’nda yoksul kimselere, ucuz fiyatlarla sebze satılırmış. Niçin hüzünleneyim ki Nuriye Pazarı için?
Ben otomobilimi her cumartesi bir süpermarketin önünde durdururum. Arabayı dondurulmuş sebzelerle, Arjantin’den gelme etlerle, Fransız peynirleriyle, İtalyan Konserveleriyle doldururum.
Tüm sebzeler permanganatla korunmuş.
Tüm meyveler selofan torbalara sarılmış. Yoksullar niçin yanan Nuriye Pazarı için ağlıyor ki?
Lübnan İç Savaşı'nı (1975-1990) anlatırken Beyrut’u kadına, Lübnanlıları aile ile simgeleştirdiği mısraları ise oldukça düşündürücüdür:
Bin dokuz yüz yetmiş beş yılıydı.
Akdeniz’in omzuna güzel bir kadın uzanmıştı.
Adı Beyrut’tu.
Ailesi oybirliği ile onu particilik benziniyle yakmaya, benzersiz bir barbarlık ve vahşet töreninde küllerini denize savurmaya karar vermişti.
İç savaşın Lübnan’ı bir bütün olarak nasıl da yıkıma uğrattığını ise Lorca’nın Kanlı Düğün’ü üzerinden şöyle işler Kabbâni:
Beyrut’un kan ve ot piramidinde dokubilimine yer yok. Çünkü mezbaha dolu…
Boğazlananlara yaklaşık her dakikada taze bir kurban katılıyor.
Yitik halk ölüm dehlizlerinde genç çocuğunun parmağında nikâh yüzüğünü, delikanlının parmağında küçük bir Mushaf’ı, kız çocuğunun boynunda ise küçük bir haçı arıyor.
Ya Rab, Lorca’nın yazdığı Kanlı Düğün bu mu? Yoksa bu benim düğünüm mü?
Ardından Beyrut’un iç savaşla dönüştüğü hayalet kenti şu tarihsel olay ve aktörlerle anlatır:
Ben Beyrut. Arkeoloji kitapları beni de Sodom’u, Ammuriye’yi, Pompei’yi, Agadir’i, Hiroşima’yı andığı gibi anacak.
Tarihçiler Yahudi Masadası’ndan2 söz ettikleri gibi gelecekte de Lübnan Masadası’ndan da bahsedecekler.
İç savaşa giren tüm halklar; iki gözlü, iki ayaklı girdiler ama savaştan tek gözlü, tek ayaklı çıktılar.
Lübnan nasıl bir ülkedir? Lübnanlı kimdir? soruları üzerinden Lübnanlılık bilincini vermeye çalıştığı aşağıdaki mısraları okunduğunda, ekonomik ve siyasal elitlerden daha çok bir Lübnanlılık kimliği aşıladığına sanatçıların, şairlerin, edebiyatçıların sizde şahit olacaksınız:
Lübnan değerli resimler, masalsı motifler taşıyan yeşil bir Kâşan seccadesi.
Allah onu tecelli saatlerinden bir saatte ne güzel resmetti. Ama zümrüt renkli seccadenin üzerinde oturanlar, seccadenin değerini bilmiyorlar. Seccadenin üzerinden birbirlerini boğazlıyorlar.
Mülkiyet ve miras konusunda anlaşamıyorlar. Birincisi ortasını istiyor. İkincisi kenarlarını istiyor. Üçüncüsü püsküllerine hayran kalıyor. Dördüncüsü cebinden bir makas çıkarıyor.
Sorunu çözmek için onu bir kalıp peynir gibi eşit parçalara ayırmakla tehdit ediyor. Sormak istiyorum, parçalanmış, makaslanmış ve yakılmış bir seccadeden ne yarar sağlar bize?
Ailenin tüm fertleri, neden otu ve çiçekleri bol, meyveleri sarkan, ırmakları akan bu seccadeye oturmazlar.
Semavi bir sevgi ve dünyevi bir adalet çerçevesinde yaşamazlar ki? Oysa bu seccade herkesi içine alır, herkesi sarmaya ve herkesi mutlu etmeye yeter.
Marks’ın ve ideolojisinin Lübnan İç Savaşı'ndaki tahribatına dikkat çekerken, yine Lübnanlılık kimliğine hatta Lübnan mucizesine olan inancını ironik bir dile getirmekten çekinmediğini de şu satırlarında görürüz:
İşte lanetli Karl Marks… Kim izin verdi Lübnan’a gelmesine. Hangi Lübnan konsolosluğu giriş vizesi verdi ona? Niçin kontrol etmediler çantalarını havaalanı gümrüğünde?
Marks’ı birgün burç meydanında halk lokantalarının birinde fasulye yerken görmüşler. Onlara broşürler ve kitaplar dağıtıyormuş.
Bu lanetli! Karl Marks evimizi yıktı, kadınlarımızı dul bıraktı, çocuklarımızı da yetim. Lübnan toplumunun tarihsel bağlarını kopardı. Bu yüzden asla sevemem onu.
Allah’ın yarattıklarına neden karışıyor Karl Marks. Geceyi ve gündüzü yarattığı gibi yoksulluğu ve varsıllığı yaratan da Allah’tır.
Acıbakla ve sarıleblebi yiyenleri yaratan da O. Havyar ve şatobriyan yiyenleri, Napolyon konyağı içenleri de.
Karl Marks, Beyrut’a gelmeden önce hayat yağ ile bal idi. Yoksullar yoksulluklarına, zenginler zenginliklerine razıydı. Başlar ve ayaklar birbirleriyle geçiniyor ve Lübnan mucizesine inanıyorlardı.
Ekim 2019’dan beri Lübnan’da baş gösteren protestolar, 4 Ağustos’taki patlamayla, haklı olarak tekrar alevlendi.
Hükümetin istifasıyla sonuçlanan bu gösteriler vasıtasıyla da yıllarca aşina olunan yapısal sorunlar yazıldı-çizildi.
Bir türlü işle(til)meyen hükümet sistemi, oturmamış bir devlet bürokrasisi, yolsuzluk ve rant ekonomisi içindeki elitlerin iç çekişmeleri ile beraber bir de toplumun üretmeyen, mütemadiyen tüketen yapısı karşısında bağımsızlığından beri sürgit devam eden ve bir türlü sulha kavuşturulmayan tartışmalar ve olaylar…
Nizar Kabbâni bu günlüğünde de, Lübnan’ın siyasal ve ekonomik aklına, yapısına yönelik haklı ve sert eleştiriler getirmekten çekinmeyen bir tutum içine girdiğini görüyoruz ta 1978’de yazdığı bu eserinde. Şöyle ki:
Lübnan’ın siyaset makinesi dışında her şey elektrikle çalışır. O hala 18'nci yüzyılın trenleri gibi buharla çalışmakta. Motoru urganla çevrilen ilk Ford otomobilleri gibi.
Hizmet ekonomisi canlı, bereketli. Beyrut Uluslararası Havaalanı, liman, gümrükler, borsa, kaldırım kahveleri, güzellik salonları, flippers mekânları, taksitle döşeli daireler, taksitle otomobil, taksitle vicdan satışları.
Honolulu’dan çalınmış bir genç kız, bir silah gemisi, İngiltere’de tarihi bir malikane, İspanya’da mükemmel bir turistik kompleks, eski Cumhurbaşkanının dul eşi, vs vs… ayrıntılar katalogda belirtilmiştir.
Lübnan’ın siyasal aklı ticari aklı gibi olsaydı, Lenin bugün Moskova’da Venicia otelinde müdür olarak çalışıyor olurdu. Stalin Leningrad’da Yıldızlar Lokantasında şef garsonluk yapardı. Ancak Lübnan’ın siyasal aklı, parlamenter hayatın başından beri, Necme Meydanındaki İyi Uykular Oteli’nden dışarı çıkmadı. Masasında rakı şişesi, devlet işleri, kâğıtları, mühürleri…
Allah’ım tek arzular ise, dört yıllığına müşterilerinin ceplerindeki son kuruşa, gözlerindeki son damla yaşa kadar sömürmek.
Kabbâni, kitabında Lübnan siyasetine dönük eleştirilerini sıralarken onun sadece şair kimliğini değil, bir dönem ülkesi için yaptığı diplomatlık görevine ait kimliğinin yansımalarını da görürüz.
Zülfü yâre dokunan bu eleştirileri, bize 1966 yılında diplomatlık görevinden niçin istifa ettiğini de söyletmiş oluyor adeta.
Nizar Kabbâni’nin ülkesinin dış politikasına ve edilgenliğine dair yaptığı eleştirilerde, 1944-1966 yılları arasında Pekin, Beyrut, Ankara, Madrid ve Londra’da yaptığı diplomatlık tecrübesinin izlerini görmek pekala mümkün.
Kabbâni’nin kitabından alıntıladığımız aşağıdaki kısım bile, Lübnan’ın sembol mekânları üzerinden hareketle Lübnan siyasetine, parlamenter hayatına ve kirli ilişkilerine dair esaslı olduğu kadar, ironik dil üzerine bezelidir de.
Ayrıca; aydın ve edebiyatçıların kimliği ve rolü üzerine, onların nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiğine dair bir işaret fişeği de biz fanilere fırlatmış oluyor bu arada.
Bölgenin sorunlarına karışmamaya çalışıyordum; ama tek karışılan ülke ben oldum. Büyük yarışlarda hep izleyici oldum. Atların hepsi finişe vardı, ödüller kazandı da bir ben öfke ve pişmanlıkla tırnaklarımı kemiriyorum.
Artık ne savaşlarımda danışıyorlar bana ne barışlarında. Bağımsızlıktan bugünü kadar Lübnan’ın tarihine baktığımızda Ortadoğu siyaset oyununa Lübnan’ın bir kuruşla bile katılmadığını, hep oyuncuları izlediğini görürüz.
Derler ki, oyun masasına hiçbir şey koymayan, hiçbir şey alamaz. Oyun kızıştı, kumar milyonlar, milyarlar düzeyine çıktı. Oyun salonu havana purosu dumanıyla doldu. Kazananlar fişlerini yığmaya, kaybedenler şanslarını yeniden denemeye başladı, gecenin sonunda ise Lübnan’a bir şey kalmadı.
Kumarcılar Lübnan’a sigaralarının izmaritlerini, kadehlerinin tortularını, sandviçlerinin artıklarını bıraktılar. Yani Lübnan konumsuzluk vergisini böyle ödüyor.
Sen kim olduğuna karar vermezsen, senin kim olduğuna başkaları karar verecektir. Sen kendini yönetemediğin zaman, başkası seni yönetecektir. Sen gemini yürütemediğin zaman, korsanlar ve çapulcular onu yürütecektir.
Aşağıdaki satırlar Lübnan’ın rant ekonomisi ve yolsuzluk bataklığı içindeki halini bugün içinde anlatmıyor mu size de?
Bağımsızlığından bugüne değin neredeyse değişen bir şeyin olmadığını da.
Buradan da halkın aylar süren öfkeli protestoları niçin yaptığı da hemencecik anlaşılıyor zaten.
Çünkü Fransız manda yönetim modeli ülkeyi terkettiğinde, bıraktığı mezhepçi siyasal rejimi ve paylaştırdığı rant ekonomisi bugünde devam etmektedir.
Kabbâni, tuttuğu Ben Beyrut günlüğünde bunu şu şekilde mısralara döker:
Siyasal kültürüm zayıf bir kültür. Bizdeki tanınmış siyaset adamlarını ekranlarda gördüğümde, itiraf etmeliyim ki çizgi filmleri izlemeyi tercih ediyorum.
Onlara şunu demek isterdim. Lübnan bir ağaç olsaydı meyvesini yerdiniz. Lübnan bir inek olsa sütünü içerdiniz. Lübnan bir tavuk olsa, tüyünü yolardınız. Lübnan bir banka olsa, mevduatını da, sermayesini de tüketirdiniz.
Sonra sormak isterdim Lübnan’ın yöneticilerine; niçin Lübnan haritasını rulet masası sayıyorlar. Her biri fişini bir sayıya koyuyor, kendi sayısı kazanmadıysa, milislerine kazinoyu dağıtmalarını, öteki oyuncuları temizlemelerini işaret ediyor.
Nizar Kabbâni’nin bu haklı ve yerinde öfkeyle örülü politik ve ekonomik eleştirilerine karşı önerdiği şey nedir diye kitapların sayfalarında gezindiğimizde karşımıza şu satırların çıktığını görürüz:
Niçin Lübnan’ın gelişmesinin karşısına dikiliyorsunuz? Toplumsal adaleti savaşılması gereken bir sapma, laik bilimsel devlet kurmayı düzeltilmesi gereken bir küfür sayıyorsunuz?
Allah adaletin ve adaletlilerin efendisidir. Yoksulların ve güçsüzlerin yardımcısıdır. İnsafın ve insaflıların emiridir. Allah’ın adının iç savaşınızda reklam sloganı gibi kullanılmasına karşıyım.
Benim düşündüğüm Allah böyledir. Sevdiğim ve seslendiğim Allah budur. Niçin Allah’ı kendi topluluklarına, örgütlerine, milislerine, gizli kuruluşlarına sokmak istiyorlar?Allah’ın bembeyaz ellerini, Lübnan siyasetinin kömürüyle, tozuyla kirletmek istiyorlar?
Bu güzel, değerli, adil, iyilikçi varlığı, Allah’ı kötüleştirmeye kalkışan herkese karşı haykırmak istiyorum. Allah’ın bilgeliği büyüktür, gücü yücedir.
Kabbâni’nin eserlerinde çok belirgin bir Lübnan(lılık) bilinci göze çarpar. Bu bilinç, savaş karşıtlığının da, demokrasi, din ve özgürlük anlayışının da her zaman üstündedir.
Ben Beyrut adlı günlüğünde de bunu rahatlıkla görürüz. Tüm yorumları, eleştirileri ve dili bu amaca hizmet içindir denilebilir. Lübnan aydınlarına dönük çok sert eleştiriler yöneltirken taşıdığı öfkesi, bu kaygıdan ileri gelir.
Lübnanlı aydın ve akademisyenleri, Lübnan için bir şey inşa etmemeye, olumsuzluklar için siyasal ve muhalif bir parti etrafında mevcut düzeni protesto etmemeye dönük oldukça cesurane şekilde eleştirir.
Lübnanlı aydınların şu üç özelliklerini de dile getirmekten hiç çekinmez. Der ki:
Lübnanlı aydınlar korkaktırlar, ilgisizdirler, bencildirler.
Kabbâni; Arap ve Batı dünyasında politik şiirin bir temsilcisi olarak görülmekte ve savaş karşıtlığı ile tanınmaktadır.
Fakat onun Beyrut iç savaşında İsrail’e ve ABD’ye karşı olan net tavrı, bu iç savaşta bir taraf olan Filistinli direnişçilere karşı da görülmekte ve her iki tarafı da Lübnan’ın geleceğine dinamit koymakla eşdeğer saymaktadır.
Emperyalist güç odaklarına karşı savaşan Filistinli direnişçileri, cellâtlarına bıçağı sunmakla ve "cellâtların işlerini yapmasında onlara yardımcı oldular" gibi son derece problemli bir dille eleştirirken, laik ve sosyalist bir aydın olarak duruşuna halel getirdiğini de pekâlâ söylemek mümkün.
Çünkü biliyoruz ki, sol düşünce ezilenden yanadır. Ekonomik kaynakları ve toprakları işgal edilenlerden yana tutum alır.
Dış güçlere karşı oldukça net ve cesur, içerdeki savaşan güçlere karşı da muğlâk ve suçlayıcı, hatta ve hatta Lübnan’ın köklerini kurutan ve Lübnan’ın aklının harap ve bitap etmesine yol açan bir savaşa girişmekle de eleştirir direnişçileri.
Bu boğazlamanın müsebbibi olan emperyal güçler ile bu emperyal güçlere karşı savaşan direnişçileri aynı kefede tutmak ve ikisini de aynı derecede sorumlu tutmak adil bir yaklaşım mıdır?
Lübnan Hizbullah’ının (Suriye savaşındaki vahşi ve zalimane duruşu bahsi diğer bir mevzu olduğu ve bu yazının bağlamı dışında kaldığı için değinmiyoruz) Güney Lübnan’ı işgal eden İsrail’e ve hatta Güneyle kalmayıp Lübnan’ın altyapısını, ekonomisini ve insanlarını yerle bir eden askeri operasyon ve saldırılarına karşı direnen Lübnan Hizbullah’ı ile işgalci İsrail devleti aynı kefeye konulabilir mi? Hakkaniyetle bağdaşır mı?
Saldırı ve ölümleri gerçekleştiren mi kıyasıya eleştirilir yoksa buna maruz kalan Lübnanlılar mı? Cellatların işine yardımcı olunuyor gibi tarafsız ve dışardan bir gazel çalan bu bakış adil bir bakış mıdır?
Üstelik Lübnan(lılık) bilinci oluşturmaya çalışan bir şair, edebiyatçı ve diplomattan bunu beklemek çelişki değil midir?
Mesela 12 Temmuz 2006 tarihinde başlayan Hizbullah-İsrail savaşında bile Lübnan halkı Hristiyanıyla (Devlet Başkanı Emil Lahud bir Hristiyan ve Hizbullah’ı bu savaşta takdir etti), Dürzisiyle (Dürzî lider Sosyalist Velid Canbolat’ın Ben artık Hizbullah taraftarıyım açıklaması yapmıştı), Müslümanıyla, Ermenisiyle (Lübnan Ortodoks Ermenileri liderinin destek demeci), Sünni ve Şiisiyle, Laik ve Komünistiyle (Devrimci Komünistler Birliği 4. Enternasyonal Lübnan Seksiyonu’nun savaş esnasında yayınladığı destek bildirisi) hep beraber Hizbullah’ın İsrail saldırganlığına karşı topyekûn Hizbullah yanlısı demeç ve desteklerini düşündüğümüzde, Kabbâni’nin bu yaklaşımı oldukça sığ ve haksızca kalmış olmuyor mu sizce de?
Kabbâni’nin, Ben Beyrut eserinde Batı'nın modern ve evrensel değerlerine karşı eleştirisini esaslı bir noktadan değil biçimsel bir düzlemde yapmakta olduğunu görmekteyiz.
Kabbâni’ye göre Batılı değerler, Doğu’ya gelince “şalvar” ve “keçe” giyilerek gelmekte, sırıtmakta, iğreti durmakta ve yeni bir biçim alarak topraklarımıza buyur etmektedir.
Demokrasi, liberalizm, özgürlük, insan hakları gibi batılı değerleri İslam ülkelerine karşı Batı'nın bir sömürü aracı kullanarak bir tür çifte standartçı olmasıyla mı eleştirmekte yoksa bu değerlerin öz itibarıyla doğulu beldelere/insanlara da giydirilerek aslında Batı'nın bunu yapmamasından ötürü mü Batı'yı eleştirmektedir acaba?
Bu sorunun cevabını kitabın 68, 73 ve 77'nci sayfalarında Allah’a inanan biri olarak, çok açık bir biçimde cevabını verdiği “laik fikirli/kimlikli” biri olmasına bağlayalım da, sayfamızın sınırlarını zorlamadan ve de dolambaçlı yollara girmeden kestirmeden bir cevap ile işin içinden çıkalım.
Zira İslam dünyasındaki laik elitlerin kahir ekseriyetinin Batı'ya ve Batılı değerlere bakışını bir Doğulu olarak az çok biliyorsak, bunu Doğulu ve laik bir aydın olan Kabbâni’de de görmek şaşırtıcı olmasa gerek?
Ertuğrul Özkök, yakın bir tarihte katıldığı Jülide Ateş’in HaberGlobal’daki programında “Ben Allah’a inancı olan biriyim. Artık kendime Atatürkçüyüm demiyorum. Eskiden diyordum. Kendimi laik/seküler biri olarak tanımlıyorum. Ama iflah olmaz bir Batıcıyım” sözünü burada Batıcı aydın profile ilişkin tipik bir örnek olması açısından dile getirmek konunun anlaşılması açısından faydalı olur sanırım.
Son olarak bu günlüğünde Kabbâni’nin şiir anlayışını dile getiren satırlar ile Lübnan’a ilişkin hayalini, belki de duasını dile getirelim.
Kabbâni, şiir poetikası alanında hala tartışılan şiir-irade meselesine ya da şiir-şair sorunsalına şöyle bakar:
Ben şahsen, şiirin egemenliğine, etkisine karşıyım. Çünkü ben pratik ve güçlü bir kadınım. Şiirin iradem üzerinde Rasputin’in kadın akılları üzerinde kurduğu egemenlik gibi bir egemenlik kurmasını kabul edemem.
Yaralı, kederli, canlı, ışıltılı ama ölüm kokusunun da bir türlü yitmediği, nedense bir türlü bir devlet olma vasfına sahip olamamış Lübnan için Kabbâni, şu dilekte, belki de duada bulunmaktadır:
Ey Allah…
Ey güneşin, ayın, yıldızların ve her şeyin yaratıcısı.
Ey dalganın, rüzgârların, kuşların, gemilerin yaratıcısı.
Zindanımızın kapısını aç.
Dişiliğimize, güçsüzlüğümüze merhamet et, Ey Erhame’r-Râhimin.
Kederli ve derin bir nehir Nizar Kabbâni.
Kuşdilinden ve sütdilinden sesler vermez.
Âsi bir ağızdır O.
Vatan ve Lübnanlılık kimliği; dininden, mezhebinden, ideolojisinden, partisinden, cemaatinden daha baskın ve fevkinde.
Geniş zaman âsisi yalnız bir süvari çoğu zaman. Şiirinin ve günlüğünün vadilerinde dolaşırken, renk paletinde kırmızı (kan ve ateş), siyah (isyan), sarı (kızgınlık) maalesef maviden (umut) daha çok payını alıyor fırça darbelerinden.
Bu fırçalamalar, çoğu zaman Lübnanlılara/Araplara bazen de bu satırın sahibine ve bu satırların okurlarına da sıçramıyor değil doğrusu.
1. Nizar Kabbâni, Ben Beyrut, Bir Şehrin Günlükleri, Ankara: Hece Yayınları, 1.Baskı, 1999.
2. Masada (İbranice'de kale anlamına gelen מצודה, metzuda, sözcüğünün Romalılarca söylenişi), İsrail'in güneyinde Necef Çölü'nde yer alır. Romalılara teslim olmak istemeyen Masada'daki 960 Yahudi intihar etmiştir. ... Dünden bugüne, Yahudi direnişinin imgelerinden biri olan olaydan, Talmud'da bahsedilmez. (Kaynak: Vikipedia)
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish