Ayasofya

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter / ayasofyacamii

Ayasofya açıldı ama aklımızda da cevaplanmamış bir yığın soru kaldı: Ayasofya’nın, bir kilise, hem de patrikliğin merkezi olan bir külliye iken neden bir Müslüman mabedi haline getirildiğinden başlayarak, “bir mabede zorla el konulabilir mi?” veya “kapatılıp bir müze haline dönüştürülebilir mi?”, “laik bir devlet mabetleri yönetme hakkına sahip midir?”, “laik bir devlette din devlete bağımlı olabilir mi?..”  

Esasında dinin devletten kurumsal anlamda ayrıştırılması nasıl ki Katolik dünyanın bir usulü ise, devlete bağımlı tutulması da Ortodoks dünyanın bir geleneğidir.

İslam dünyasında ise temelde böyle bir sorun olmadığı, olmaması gerektiği için (tarihsel süreçte böylesi bir sorun ortaya çıkmış olabilir tabi), bu konu pek de tartışılmamıştır.

Ama Abbasiler, Sasanilerin etkisiyle dini (ulemayı) devlete bağımlarken, Osmanlı Devleti de Ortodoks (Bizantinist) bir havzada neşvünema bulduğu için, tıpkı haremlik-selamlık uygulaması gibi, ulemanın devlete tâbi bir biçimde kurumlaştığı bir geleneği de tevarüs etmiştir. 

Mustafa Kemal de, Fatih Sultan Mehmed gibi, “kılıç hakkı” olarak adlandırılan bir “hak” üzerinden giderek, Fatih’in camileştirdiği bu kiliseyi, müzeleştirmiştir.

Ama bunları yaparken her ikisi de, temelde dinin yönetiminin devlete tâbi olduğu Ortodoks geleneği üzerinden hareket etmişlerdir.

Yoksa ne İstanbul’u fetheden II. Mehmed’in İslam’a göre, ne de İstanbul’u işgalden kurtaran Mustafa Kemal’in ihdas etmiş olduğu laikliğe göre, temelde böylesi bir hakları vardır.

Buna rağmen, her iki şahsiyet de kendilerinde böylesi bir hak görebilmişlerdir.


Buna dair olumlu bir örnekliği veren Hz. Ömer’in tavrı ise oldukça inceliklidir. Rivayete göre Hz. Ömer, Kudüs’ün fethi sonrası, patrik Sophronius'un refakatinde şehri dolaşırken, namaz kılmak için bir yer gösterilmesini istemesi üzerine, patrik, halifeyi Kutsal Mezar Kilisesi'ne götürmüş, ancak Hz. Ömer Müslümanların burayı daha sonra Hıristiyanların ellerinden alarak cami yapabilecekleri endişesi ile namazını dışarıda kılmıştır.

Dahası Ömer, Kudüs halkıyla yapılan antlaşmada, mabetlerin yıkılmayacağını ve işgal edilmeyeceğini de antlaşma maddeleri içerisine koymuştur.


Hâl böyleyken, bu incelikleri ve hassasiyetleri umursamayan ve bunlarla da yetinmeyen bir bakışla, devlete tâbi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın başındaki zat, kılıçların ancak müzelerde teşhir edildiği bir dönemde, hutbe vermeye, adeta “kılıç hakkı”nı hatırlatır gibi, elindeki kılıçla çıkmakta.

Geçmişte şayet birileri hutbe okumaya yanında kılıçla çıkmışsa, bu, o tarihlerde zaten kılıç taşımakta olduğu içindir.

Günümüzde artık kılıç diye bir aksesuar, bir silah, bir hükümranlık simgesi yok iken, “laik” bir devletin Diyanet İşleri Başkanının bu davranışı, başka bir nedeni yoksa şayet, açıkçası bir kendini bilmezliktir.


Eğri oturup doğru konuşalım: İslam, temelde laisizmle uyuşamaz. Çünkü İslam’ın kilisesi, Papa’sı yoktur.

O nedenle laikliğe değil, ruhbanlaşmış din adamlarının tahakkümünden kurtulmaya, tefekkür eden akla ve şura sisteminin işletilmesine, yani yönetimin günümüzün lisanıyla demokratikleştirilmesine (katılıma ve şeffaflığa) ihtiyacı bulunmaktadır.

Zira İslam’a göre herkes Allah’a karşı sorumludur ve herkes aklı ve ilmi yettiğince ve vukufiyeti ölçüsünce dinî meselelerde düşünebilir, hükümler çıkarabilir ve konuşabilir.

Teorik anlamda bunu kısıtlayan bir şey yok. Ama hiç kimsenin de Allah adına konuşma, hakikatçilik yapma hakkı da yoktur. Devlet dinî bir kurum olmadığı gibi, toplum da din ve benzeri uygulamalarda devlete karşı özerktir. 


Müslüman bir toplum, devleti elbette ki hakkaniyete, adalete ve aklın ilkelerine göre yönetmelidir ve yönetir. Tarihte buna mugayir uygulamalar olmamış mıdır? Olmuştur elbette.

Ama bunlarla bir yere varılamadığı da görülmüştür. Önemli olan adalete riayetkâr ve zorbalıktan uzak, medeni bir sistemin gerçekleştirilmesidir. 

İslam ülkelerinde uygulanmaya çalışılan ama Bizantinist bir uygulamaya dönüştürülmüş laiklikle, topluma olumlu bir örnekliğin verilemediği, en azından Türkiye Cumhuriyeti tarihiyle ortaya konulmuştur.

Ama bir yanlış başka bir yanlışla düzeltilemez. Gafiller de bizim öğretmenlerimiz olamaz. Bizler her şeye rağmen hakka ve adalete uygun bir örnekliği ortaya koymaya çalışmalıyız.

Aksi ise her zaman tarihin ve insanlığın duvarına toslayacak ve hüsranla sonuçlanacaktır.


Peki, bu noktaya kadar nasıl geldik? Daha düne kadar Sultanahmet’te bir camiye ihtiyaç olmadığını söyleyerek bu yöndeki talepleri reddeden Cumhurbaşkanı, neden böylesi bir girişimde bulundu?

Ayasofya’nın açılması gerçekten de bir yanlışın düzeltilmesi miydi yoksa bununla daha derin bir meselenin üstü mü örtülmekteydi?


Esasına bakılırsa halkı otoriter bir mürebbilik edası içerisinde yöneten veya Osmanlı’dan tevarüs ettiği yönetim geleneğini Cumhuriyet’e tahvil ederek laikleştiren Kemalist ulusalcılık, böylesi bir yönetme alışkanlığı ve töresini de neredeyse cumhuriyetçi bir esas gibi ihdas edecektir.

Zira CHP’nin temel ilkeleri içerisinde bulunan “cumhuriyetçilik” ilkesi, kuramsal olarak halkçı olsa da, demokratik, yani eşitlikçi değildir.

Zira demokrasi, cumhuriyetçiliğin krallık karşıtlığını ifade ettiği Avrupa siyasal geleneğinde, liberalizmin özgürlükçülüğüne karşı eşitlikçi bir dengeleme biçimidir. 


Kemalizm’in bir açıdan iki dünya savaşı arası ikliminde görece faşizme teşne bir iklimde neşvünema bulmasından neşet eden otoriterciliği, ister istemez muhaliflerini de etkileyecektir.

Tersi de olabilirdi kuşkusuz. Ama muhalifler de Osmanlıcı bir izlek üzerinde hareket ettikleri için, bu otoriterlik onlar için oldukça uygun bir siyaset biçimiydi.

Aslına bakılırsa padişahlık karşısında demokrasiyi savunması gereken CHP, sözde “devrimci” stratejisini tahkim için demokrasiyi ağzına bile almayarak ve İdris Küçükömer’i haklı çıkarırcasına, Batılılaşmacılığını otoriter bir cumhuriyetçilikle sürdürecekti.

Küçükömer’e göre cumhuriyetçi CHP’nin durduğu yer, Batı demokrasilerinde “sağcı” bir hüviyete tekabül etmektedir.

Buna karşı “demokrat” DP ve Millî Görüş hareketi, her ne kadar kimi mensuplarına ters gelse de, “sol” bir çizgiyi izlemektedir.


1960 sonrası ikliminin görece özgürlük atmosferinde, dindarlığı temsil eden muhafazakârlar, Kemalizm’e karşı iki farklı strateji ürettiler:

Parlamenter sistem içerisinde mücadele eden ve dindarların tepkilerine dayanan Millî Görüş geleneği ve bürokrasiye yerleşerek devleti ele geçirmeyi hedefleyen, bunun içinse el altından ABD ile işbirliği yapan Fetullahçılık.

İslamcılık” ise bunların dışında ve daha dar bir akımdır; ama zaman zaman  “Millî Görüş”le işbirliğine gitmiştir.

Ne var ki gerek Fetullahçılık, gerekse Millî Görüş, geleneksel siyasal seçkincilik kadar Kemalizm’in de buna katkı sağladığı etkilerle, siyaseti “demokratik” bir yolla değil, güç odaklarıyla iş tutarak yürütmek gibi bir strateji içerisindeydiler.

Demokrasi, sadece Millî Görüş tarafından, o da araçsal olarak bir kıymet taşımaktaydı. Çünkü tevarüs edilen ve savunulan hilafetçilik, bir tür otoriter monarşizmden (padişahlık gibi) başka bir şey değildir.


Bu oluşumların sisteme karşı mücadelesinin zirve noktası 2010’du. 2002 iktidarının bu koalisyon ortakları, güç birliği içerisinde, Cumhuriyet tarihinin en önemli sorunu olan Kemalist bürokrasiyi adım adım gerileterek, 2010 referandumuyla yenilgiye uğrattılar. Tabi İslamcılık kadar demokratik güçlerin de desteğiyle.

Ama demokratik veya “şura”ya dayanan bir geleneğe sahip olmadıkları için, bu kazanımı toplumla paylaşmak ve buradan yola çıkarak hakkaniyete dayanan bir yönetim oluşturmak yerine, bu kazanımı kendi aralarında paylaşma kavgasına giriştiler.

Böylece bu referandumla elde edilen güç, o günün şartları içerisinde AK Parti ve Fetullahçılar arasında paylaşılarak ve HSYK, Kemalist hâkimlerin elinden alınıp sözü edilen örgüte verilerek, bu olumlu kazanım heba edilecektir.

Dolayısıyla bu zirve noktası, her iki gücün de çatışarak birbirlerini hırpaladıkları süreci de başlatacaktır.

Öyle ki o güne değin görece bir olumluluk içerisinde oldukları için hatalarından bile kazançlı çıktıkları bir süreç giderek tersine çevrilerek, bu kez doğruluklarından bile zararlı çıktıkları bir süreç başlayacaktır.  


Suriye meselesi, barış süreci, Gezi olayları, 17/25 restleşmesi ve 15 Temmuz olayı bu çatışmayla dolayımlanan gerileyişin köşe noktalarıdır.

Sonrasında ise ister istemez bu hatalı stratejiyi tahkim edecek yanlışlıklar zincirine devam edildi. 1961 Anayasası'nın güçler ayrılığına dayanan esası, “Başkanlık” sistemine geçildiği o yarım yamalak anayasa değişikliği ile büyük ölçüde bu esastan uzaklaşılarak, otoriterci ve ben-merkezci gidişat taçlandırıldı.

Partide kalan son “akil insanlar” da, çeşitli bahanelerle tasfiye edilerek ve bu fırsatı kollayan MHP ile de işbirliğine gidilerek, iktidar, pürüzsüz bir otoriterliğe teslim edildi.

Ama tüm bunlar, gerileyişi ve çöküşü gizleyemediğinden, özellikle AKP’yi destekleyen muhafazakâr kitlenin tahkimi için, Taksim’e veya Çamlıca’ya cami yapılması, Ayasofya’nın açılması gibi sembolik jestlere gidilecektir.

Tabi adeta çok uluslu markalarla donanmış bir AVM hüviyetindeki İstanbul Havaalanını, üzerinden araç geçmediği halde parası toplum tarafından ödenen köprüleri, cesametinden başka bir hususiyeti olmayan şehir hastanelerini de unutmamak gerekir.


Oysa bu artık çaresizleşen stratejilerle uzatmaları oynamak yerine, 2002’deki başlangıç stratejisi üzerinden ilerlense; ama bu Fetullahçılar, askerler, ABD, çokuluslu şirketler, ihaleler (müteahhitler) gibi güç odaklarıyla değil de, topluma dayanan bir stratejiyle güçlendirilerek sürdürülseydi, günümüzde oldukça önemli sorunlarını aşmış bir Türkiye ile karşılaşabilirdik.

Ama bu yüzyıllık fırsat kaçırıldı maalesef. Tıpkı Kemalistlerin de 1920’lerde kaçırdıkları o büyük fırsat gibi. Bu gidişle sanırım bir sonraki fırsatı görmek ise bize nasip olmayacak.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU