Recep Tayyip Erdoğan’ın Ayasofya müzesinin tekrar camiye dönüştürülmesi kararı, İslam’ın mabetlere bakışını ve tarih içerisindeki uygulamaların mahiyetini tekrar gündeme getirdi.
Bu yazımızda gündelik polemiklere sürüklenmeden İslam’ın inanç özgürlüğüne bakışını, gayrimüslim mabetlerinin Kur’an ve onun uygulaması olan Sünnet ölçülerindeki konumlarını irdelemeye çalışağız.
Hristiyan mabetlerini tanımlama adına kullanılan kelime sadece kilise değildir.
Aynı zamanda Arapça kaynaklarda bia, (çoğulu biyu’), deir, umr, kalaye ve savma (çoğul savami) gibi kelimelerle ifade edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de geçen “Onlar yalnızca; ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden
dolayı haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah’ın
insanları kimini kimiyle yenilgiye uğratması olmasaydı manastırlar, kiliseler,
havralar ve içinde Allah’ın isminin çok anıldığı mescitler, muhakkak yıkılır
giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz
Allah, güçlü olandır, aziz olandır” (Hacc 22/40) ayetindeki “savami” ve “biya” kavramlarının, farklı biçimde yorumlanmış olmakla birlikte genelde “manastır, kilise” anlamları taşıdıkları kabul edilmektedir. (Öztürk, Levent “Kilise md.”, DİA XXVI, s. 14)
İslam, başka din mensuplarını, ibadetlerini rahatça yerine getirmeleri ve inandığı değerleri uygulama konusunda serbest bırakmıştır.
Muhammed Peygamber’den itibaren İslam toplumunda yaşayan gayrimüslimlerin (Yahudi, Hıristiyan, Zerdüşt, Sabii/Mandeans) din ve vicdan özgürlükleri bütün unsurlarıyla Kur’an-ı Kerim’in anlayışına uygun olarak sağlanmıştır. (Köse, Saffet, İslâm Hukuku Açısından Din ve Vicdan
Hürriyeti, İz Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 35.)
Din ve vicdan özgürlüğünü açıkça belirten;
Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a
iman ederse, işte o kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır.(Bakara 2/256) ayeti ve bu anlamı içeren Yunus suresinin 99. ayeti ile (18.)
Kehf Suresi'nin 29'uncu ayeti dinde zorlama anlayışının kabul edilemez olduğunu vurgulamaktadır.
Ayrıca İslam Hukukçuları, gayrimüslimlerin İslâm toplumundaki hürriyetlerini “Onları kendi inançlarıyla baş başa bırakma prensibi” ile ifade etmişlerdir. (Serahsî, Muhammed b. Ahmed Şemsuddin, el-Mebsut, Daru’l-Ma’rife, Beyrut
1989/1409, XI, s. 102.)
Muhammed (sav)’in, Hristiyan olan İbn-i Haris b. Ka’b ve kavmine yönelik ilan ettiği anlaşma metni şöyledir:
Doğuda ve Batıda yaşayan tüm Hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah’ın, Peygamber’in ve tüm müminlerin himayesindedir.
Hıristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslam’ı kabule zorlanmayacaktır. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar.(İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Daru’t Türasi’l- Arabiyle, Beyrut, 1396/1971, II/141-150)
Necrânlı Hristiyanlar, Midras’larının (okul ve mahkeme) başkanı ve piskoposları durumundaki Ebû Hârise İbn Alkame, onun naibi Abdu’l-Mesîh ve kervan başkanı el- Eylem’in idaresinde altmış kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler.
Onların giysileri ve develeri Medinelileri çok etkilemişti; öğleden sonra geç saatlerde, Mescid-i Nebevî’de Muhammed (a.s.)’ın huzuruna çıktılar.
Daha sonra kendilerine has ibâdetlerini yerine getirmek istediler; bu amaçla Resûlullah (a.s.) dışarı çıkıp Mescid’i onlara bıraktı: “İbâdetleri sırasında doğuya yöneldiler.(Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi,
c: 1, s: 619-620, 1022. paragraf)
Yukarıdaki prensipler dolayısıyla Müslüman toplumlarda diğer din mesuplarını zorla Müslümanlaştırma gibi bir zorlama yapılmamıştır.
Oysa Endülüs ve Sicilyalı Müslümanlar ve Yahudiler zorla Hristiyanlaştırılma, katliam ya da sürgün seçenekleriyle karşı karşıya bırakılmışlardı.
Peki, Müslümanlar siyasi bir güç olduklarında ve gayrimüslimlere ait toprakları el geçirdiklerinde Kiliselere nasıl davranmalıdırlar?
Bu sorunun yine Kur’an’ın pratiği olan Sünnet’te ve o pratikleri devam ettiren ilk 4 Halife uygulamalarında cevaplanmıştır.
Müslümanlar Otantik İslami pratikleri Muhammed Peyganber ve sonrasında yönetime seçilen dört halife ile sınırlı tutarlar.
Genel kanaate göre, Şam Valisi iken merkezi yönetime başkaldıran Muaviye b. Ebu Süfyan Hz. Ali ile savaşmış ve sonrasında Ali’nin öldürülmesiyle devam eden kaotik süreçte yönetime darbe yapmıştır.
Dolayısıyla Müslümanlar için örnek ve ölçü alınacak otantik dönem Hz. Ali dönemiyle son bulmuştur.
Bu sebeple Emeviler ile başlayan krallık ve imparatorlukların icraatları esas alınmaz.
Seyyid Kutub, Ebu’l Ala Mevdudi ve Ali Şeriati gibi son dönem İslam düşünürleri bu konuyla ilgili eserler yazmışlardır.
Özellikle Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber (s.a.v) ve ilk 4 halife dönemlerinde bu konudaki uygulamaları belgelerle gün yüzüne çıkaran, İslam Tarihçisi Muhammed Hamidullah, gayrimüslimlere tanınan dini ayin ve ibadet özgürlüğünü icra etme hürriyetinin sağlandığı kilise, havra/sinagog ve benzeri mabetlerin korunmasını kayda değer belgelerle ispat etmiştir.
Bu vesikalardan biri olan ve Necran Hıristiyanlarıyla yapılan antlaşma çerçevesinde onların mabetlerine dokunulmayacağını belgede şu şekilde ifade etmektedir:
Kiliselerin hiç biri yıkılmaz. Kiliseleri camiye ve evleri Müslüman evlerine dönüştürülemez…
(İbn-i Sad, Tabakatu’l Kubra, C.1 sf.291)
Kilise ve manastırlar saygınlık ve dini gereklilikleri için harcama yapmaya ihtiyaç duyarlarsa bu harcama zimmetlerine borç olarak yüklenmez.
Bilakis, İslâm toplumundan onlara bir ihsan ve lütuf olarak devlet hazinesinden “Beytü’l-mal”dan yardım edilir.
Buraya kadar gördüğümüz Kur’an’da ve Sünnet’te kiliselerin camiye çevrilmesine bırakınız cevaz verilmesi böylesi bir davranışın yasaklandığıdır.
Tarih içerisinde yüzyıllar sonra yapılan aksi uygulamaları savunmak adına öne sürülen bir argüman ise Mekke’nin fethi sonrası Kabe’nin putlardan temizlenmesidir.
Oysa öne sürülen bu örnek/kıyas yanlıştır; çünkü Kabe yapılışı/aslı itibarıyla bir müşrik mabedi değildi.
Hz. İbrahim tarafından Tevhidçi bir mabed olarak inşa edilmiş zaman içinde putlar konmuştu.
O halde bile Tevhidi savunanlar ve müşrikler ortak ibadet ediyorlardı.
Hz. Muhammed’in yaptığı işlem başka bir dine ait olan bir mabedi dönüştürmek değil zaten dejenere edilmiş bir mabedi aslına döndürmek/ restore etmek olmuştu.
Resulullah hayatı boyunca hiçbir kiliseyi ya da havrayı ele geçirip cami yapmamıştır.
Aksine bunu yasaklamıştır.
Peki, Resulullah’tan (sav) sonra Halifelerin ve sahabilerin uygulamaları ne yöndedir?
Onların da Kur’an ve Sünnet doğrultusunda hareket ettiklerini okuyoruz kaynaklarda.
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde tek bir kilise ya da havra camiye çevrilmemiştir.
Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethi
“Hz. Ömer’in Güvence İlanı” olarak bilinen tarihi belge ile köklü hale gelmiştir.
Hz. Ömer fethin nişanesi olan bu vesika ile şehre layık olduğu ehemmiyeti vererek şehrin dini, kültürel ve sosyal çeşitliliğini muhafaza etmeyi; temel hak ve özgürlükleri garanti altına almayı amaçlamıştır.
Taberi’ye ait olan en uzun Güvence İlanı metni ise şu şekildedir:
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Bu sözleşme, müminlerin emir ve Allah’ın kulu Ömer tarafından İliya (Kudüs) halkına verilen bir güvencedir.
Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, yerleşik ve göçebe olan bütün fertlerine verilen bir teminattır.
Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir. İçindeki kutsal eşyalara dokunulmayacaktır.
Mallarına el sürülmeyecektir. Kimse dinî inançlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine asla zarar gelmeyecek ve yurtlarına Yahudiler iskân olunmayacaktır.
Bu güvenceye karşılık onlar da cizye vergisi vereceklerdir.
Bunlardan kim yurdunu terk etmek isterse, gideceği yere kadar mal ve can emniyeti sağlanacaktır.
Yurdunda kalmak isteyenler ise, güvende olacaklardır ve cizye vereceklerdir.
Dileyen Romalılarla gidecek, dileyen de toprağına dönecektir. Hasat elde edinceye kadar onlardan bir vergi de istenmeyecektir.
Bu, Allah’ın Resulü’nün, halifenin ve müminlerin Kudüs halkına verdiği güvenlik ahdidir. Cizye vergisi ödedikleri müddetçe geçerlidir.Şahitler: Halid bin Velid, Amr bin As, Abdurrahman bin Avf ve Mu’aviye bin Ebi Süfyan, hicri 15 (Miladi 636) yılında hazırlandı ve yazıldı.
(Eman metni hakkında detaylı bilgi için bkz: Awaisi, Abd Al Fattah
“İslam Fetih Hukukunun Can Verdiği Belge – Ömer Emannamesi”,
Derin Tarih Kudüs Özel Sayısı 10, 2017, s.52-59)
Fethin sembolü olan emanname, hem Müslüman fatihin Kudüs sakinlerine karşı sorumluluklarını ve tebânın kurulan bu düzene karşı görevlerini açıklar.
İslam anlayışının bir yansıması olarak tezahür edecek olan eman (güven) anlayışı 88 yıl süren haçlı işgalinin ardından 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından tekrarlanacaktır.
Hz. Ömer (ra), “Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir” hükmüyle Kur’an’ı ve Resulullah’ın Sünnetini izlemiştir.
Kudüs’ün fethi sırasında Hz. Ömer, Kimame kilisesinin avlusunda oturmuş.
Namaz vakti yaklaşınca kilisenin dışına çıkıp kapının eşiğindeki basamakta tek başına namaz kılmıştır.
Sonra oturup patriğe hitaben; “Şayet kilisede namaz kılsaydım benden
sonra Müslümanlar burada namaz kıldı diye kiliseyi elinizden alabilirlerdi” diye empatik yaklaşımını dile getirmiştir.
Bu konuda ileri sürülen tek örnek Şam’ın fethi’nden sonra inşa edilen camidir.
Şam’ın fethinin ardından (14/635) Jüpiter pagan mabedi kalıntıları üzerinde Hz. Ömer’in temsilcisi Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) tarafında cami inşa edilmiştir.
Yani bir kilise camiye çevrilmemiş zaten atıl olan bir harabe salonu değerlendirilmiştir.
Emevî Kralı Velîd b. Abdülmelik (705-715) tarafından mâbed harabesinin batı tarafında bulunan kilise sadece aradaki duvar yıktırılarak (DİA, VII, 48, 49) bütün bu sahayı kaplayacak olan bugünkü büyük caminin inşası başlatılmıştır.
Yani bugünkü Emevi Camii’yi 4 halife döneminde sahabiler kiliseden camiye çevirmemiştir.
Aksine Ebu Ubeyde Cerrah Humus şehrinin ahalisiyle yaptığı güvence antlaşmasında da mevcut kiliselere dokunulmayacağını camiye dönüştürülmeyeceğini hükme bağlamıştır. (Hamidullah, Vesaiku’s Siyasiyye s. 467-468.)
Emevilerin darbesiyle otantikliğini kaybeden Müslüman yönetim anlayışı aslında karşı-devrimci bir sapmayı ifade etmekteydi.
Döneme göre demokratik ve yatay bir seçim ile iktidara gelen 4 halife toplumun ve yöneticinin karşılıklı sözleşmesi ile siyaseti organize ediyorlardı.
Bu yönetim-halk sözleşmesinin adı Ehlul Hal ve’l Akd adı verilir. Ancak Emevi kralları bu sözleşmeyi hiçe sayarak hiyerarşik despotizmi kurumsallaştırdılar.
Emeviler, Kur’an’ın İslami epistemolojide belirleyen-hakem rolünü etkisizleştirerek kendi resmi ideolojileri çerçevesinde İslam’ı tahrif ettiler.
Ardından iktidara gelen Abbasiler Selçuklular ve Osmanlılar da bu deforme edilmiş kültürü sürdürdüler.
Dolayısıyla Osmanlıların tüm uygulamaları Müslümanlığa ya da İslam’a mal edilemez ve kutsal değildir.
Nasıl ki Siyonizmin politikaları Yahudiliğe, haçlı seferlerinden tüm Hristiyanlar ve Hristiyanlık sorumlu değilse tarih içerisinde siyasi ve kültürel gerekçelerle alınan kararlar da o dinin kendisine mal edilemez.
Bu despotizmin sonuçlarından biri de kiliselerin Müslüman kral isterse zorla camiye çevrilebileceği kararıydı.
Bu sapmayı da şayet düşman barışa yanaşmaz da savaşırsa o kente zorla girildiğinde kiliselerin işgal edilebileceği gibi bir gerekçeye dayandırdılar.
Oysa ileri sürülen bu gerekçe, Ebu Ubeyde’nin Hz. Ömer döneminde Şam ve
Humus’taki icraatları savaşarak girilen şehirler-barış ile teslim alınan şehirler argümanını boşa çıkartmaktadır.
Şayet öyle olsaydı Ebu Ubeyde Şam’da mevcut kiliseyi camiye çevirir ya da Hristiyan Bab Touma mahallesindeki tarihi kiliselerden birini cami yapardı.
Ama bunu yapmak yerine atıl bir alanı cami yaptı ve yan tarafta bulunan kiliseye dokunmadı.
Humus’ta da aynı şekilde kiliselere dokunmadı.
Emeviler ile başlayan bozulma ve bidatlerden/sapmalardan biri de İslam’a aykırı bu mabet dönüştürme uygulamasıdır.
Tarih içerisinde İmparatorluk gövde gösterisi ya da rövanş almak gibi siyasi
sebeplerle pek çok cami kiliseye, havraya ya da Hindu tapınağına dönüştürülmüş; benzer biçimde de pek çok kilise, Hindu tapınağı camiye çevrilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun geri çekilişiyle birlikte Macaristan, Bulgaristan ve Yunanistan başta olmak üzere Cezayir, Ukrayna, Kırım, Gürcistan, Ermenistan, Bosna Hersek, Güney Kıbrıs, Hırvatistan, Kırım, Kosova, Makedonya, Moldova, Romanya, Sırbistan ve Türkiye ile birlikte toplamda 18 ülkede cami, mescit, tekke, türbe çeşitli tarihlerde toplam 329 mimari yapı kiliseye dönüştürüldü.
Bulgaristan'da 117 cami, 7 tekke-türbe ve 1 medrese kiliseye, 3 saat kulesi çan kulesine;
Hırvatistan’da 8 cami, 1 kule kiliseye; Kırım'da 6 cami ve 1 türbe kiliseye, Kosova'da 1 cami kiliseye, 1 saat kulesi çan kulesine, Ukrayna'da 2 cami kiliseye, bir minare çan kulesine;
Makedonya'da 3 cami, 2 türbe, 2 saat kulesi kiliseye; Sırbistan'da 15 cami ve 2 türbe kiliseye, Gürcistan ve Azerbaycan'daki 1'er cami Rus işgalinde kiliseye;
Bosna Hersek'teki 3 cami Avusturya işgali sırasında kiliseye, Cezayir'de 3 cami Fransız işgalinde kiliseye, Ermenistan'da ise 2 cami kiliseye dönüştürüldü.
Güney Kıbrıs'ta 1 çeşme, Moldova'da 4 cami ve Romanya'da da 5 cami kiliseye dönüştürüldü.
Macaristan'da 23 cami, 5 türbe, 1 hamam ve 1 mektep kiliseye dönüştürüldü; ancak Avrupa’da Osmanlı eserlerini kiliseye dönüştürmeyen tek millet Macarlardır.
Orada dönüştürülen eserlerin tamamı Avusturya işgali sırasında gerçekleştirilmişti.
329 yapıdan kiliseye çevrilip 'hala faal olan' en çok İslami yapı, Yunanista'da bulunuyor.
Bu ülkede 74 cami, 19 türbe, 1 imaret ve 2 namazgah/küçük mescit
kiliseye çevrildi.
Bunların yanı sıra 5 minarenin de çan kulesine dönüştürülürken Yunanista'da toplam 101 eser kilise yapıldı.
Müslümanların Endülüs’ten çıkarılmasından sonra, Kurtuba Ulu Camii başta olmak üzere, fiilen olarak bütün camiler kiliseye çevrilmişti.
Üstelik Kurtuba Camii'nin katedrale çevrilmesi büyük bir ayin/törenle yapılmış, Müslümanların girişine de izin verilmemişti.
Ayrıca Granada, Valencia, Toledo, Malaga ve diğer Endülüs şehirlerindeki ulu camiler de yıkılıp yerlerine katedraller yapılmıştı.
IŞİD gibi radikal örgütler de son dönemde pek çok kiliseyi tahrip etmişti.
IŞİD’in işgali sorasında sadece Musul ve Ninova Ovası’ndaki 85 kilise yağmalandı, 3 mezarlık kundaklandı.
Musul’un batısında şimdiye kadar 2 kilise onarıldı. Qerequş’ta 2, Bertıle kasabasında 1, Başik’te de 1 kilise halen onarılmayı bekliyor.
Taliban’ın Buda heykellerini bombalaması, camilere yönelik siyonistlerin ve beyaz ırkçılarının saldırıları da gündemden düşmemekte.
İsrail'in 1967 yılından beri işgal altında tuttuğu Batı Şeria'da bulunan El Halil camisi, 25 Şubat 1994’te sabah namazını kılan Müslümanların üzerine ateş açan Yahudi bir fanatiğin 29 Filistinliyi katlettiği terör eyleminden sonra kapatılmış ve açıldığında yarısından fazlası Yahudilere tahsis edilmiş şekilde bölünmüştü.
Caminin bölünmüş kısımları yılda onar gün karşılıklı olarak Müslüman ve Yahudi ziyaretçilere açılıyor.
Bugün Filistin sorununun en önemli gündem maddelerinden birisi de Kudüs’ün
konumudur.
1967 sonrası Doğu Kudüs’ü işgal edilen İsrail, tüm İslam dünyası için Üçüncü kutsal cami olarak görülen Mescid-i Aksa’yı da kontrolü altına almıştır.
Mescid-i Aksa İslam inancına göre Mekke’deki Kabe ve Medine’deki Mescid-i Nebevi’den sonra en önemli üçüncü dini merkezdir.
Hz. Ömer döneminde Yahudiler tarafından kullanılmayan boş atıl bir arazi olan “Tapınak Dağı” Ömer’in emriyle temizlenmiş ve bu alana bir cami inşa edilmiştir.
Şayet Ömer döneminde orada ibadete açık bir sinagog ya da tapınak olsaydı Ömer diğer mabedlere verdiği güvenceyi o tapınağa da vermiş olacaktı.
Günümüzde ise Siyonist bazı organizasyonlar bu camiyi yıkıp yerine Süleyman Tapınağı’nı inşa etmek istemektedirler.
Müslümanlar ise tarihsel bakışları gereği zaten Hz. Süleyman’ı kendi peygamberleri gördüklerinden Mescid-I Aksa’nın Süleyman Tapınağı’nın devamı olduğunu düşünmektedirler.
Bu çatışma da siyasi-toplumsal çatışmaları alevlendirmeye devam etmektedir.
Örneğin Aksa Camii altında tüneller kazan Siyonist örgütlere tepki gösteren Müslümanlar, caminin bu sebeple yıkılacağından endişelidir.
İran rejimi gibi radikal rejimler "Mescid-i Aksa'yı Yahudilerden kurtarma"yı slogan haline getirmişlerdir.
İsrail tarafının uzlaşmaz baskıcı politikaları bu kurtuluş söylemlerini beslemekte böylece Filistin sorunu bir mabed çevresinde çözümsüzlüğe mahkum olmaktadır.
Aralık 2018-Ocak 2019’da Hindistan'da Uttar Pradeş eyaletinde 1990'ların başında yıkılan, 16'ncı yüzyıldan kalma Babri Camisi'nin bulunduğu tarihi sit alanında Hindu tapınağı inşa edilmesini talep eden aşırı milliyetçi binlerce Hindu, Ayodhya şehrinde toplanmaya başladı.
Tarihi Ayodhya şehrinde geçmişte bir caminin bulunduğu alan, uzun yıllardır Hindularla Müslümanlar arasında tartışma konusu olmayı sürdürüyor.
Aşırılıkçı Hindular, Aralık 1992'de Babür İmparatorluğu döneminde inşa edilen Babri Camisi'ni yıkmıştı.
Caminin yıkılması, ülke çapında 2 bin civarında kişinin ölümüyle sonuçlanan ayaklanmalara neden olmuştu.
Mabetlere saygısızlık ve onların dönüştürülmesi gibi uygulamaların Kur’an’a, Sünnet’e ve ilk 4 halife uygulamalarına aykırı olması bir yana, tebliğ usulü açısından da sakıncaları malumdur.
Karşılıklı saygıya dayanmayan, ahlaki ve adil olmayan bu tarz hareketler farklı din mesupları arasında sadece tarihsel husumetlerin derinleşmesine yol açmaktadır.
Bu yanlış bakış açısının daha vahim sonuçlarından biri de İnsanlığın gıpta ile bakması gereken örnek toplumu olması gereken Müslümanlar fanatik din sabiyesine dönüşmeleridir.
İşte böylece, siz insanlara şahit/örnek olasınız, Resul de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek/mutedil/sağduyulu/adil) bir ümmet/toplum yaptık.
(Bakara 2/143)
Dolayısıyla Müslümanlar yanlış örnekleri gerekçe gösterip onlar gibi davranamaz.
Davrandıklarında vasat/örnek olma insanlığa tutarlı ve adil rehber olma özelliklerini yitirirler ki çoktan yitirdiler.
Başkasının mabedini zorla camiye dönüştürdüğünüzde sizin mabetlerinizin de zorla dönüştürülmesini zımnen/dolaylı olarak onaylamış olursunuz.
Ahlaki üstünlüğün kaybına yol açar.
Ayasofya’nın Ortodoks katedrali olarak inşa edilmiş olması bir yana Latin istilası döneminde Katoliklerce tahrip ve saygısızlık edilmesi, İstanbul’un fethi ile beraber de camiye dönüştürülmesi ve son olarak 1934’de müze yapılması da tüm bunlar siyas stratejik kararlardır.
Kendi dönemsel devletlerarası hukuk bağlamında değerlenirilmelidirler. O değerlendirmenin yeri de burası değil.
Ancak bu siyasi kararlar dini referanslarla en azından İslami referanslarla temellendirilemez.
Siyasi otorite elbette diğer siyasi kararlar gibi kendi politik kararını verebilir.
Ancak burada siyasetin ve kimi halk kesimlerinin samimiyetini tutarlılıkları belirler.
“Osmanlı”, “ecdat”, “muhafazakarlık” üzerinden yükseltilen sosyal-siyasal söylemlerin sahiplerinin Türkiye’deki diğer ecdat yadigarları konusundaki hassasiyetlerine dönüp bakmamız gerekir.
İbnu'l-Ezrak'ın tarihine göre Hasankeyf/Hısn Keyfa, Müslümanlar tarafından Hicri 29 (Milâdi 649-650) tarihinde fethedilmiş.
Böyle eski bir İslam şehri nasıl suya ve betona gömülür?
Nâdide/tarihi bir İslâm beldesini, tarihi eserleriyle suya gömmekte.
Hasankeyf'teki minarelerin İtalya'daki Pisa/Piza Kulesi'nden aşağı kalır ne tarafı vardı?
Sadece o da değil. Osmanlıcı muhafazakarların Türkiye’nin dört bir yanında kaderine terk edilen osmanlı kitabelerinden, restorasyon facialarıyla mahvedilen (Bursa Ayasofya Orhan Camii, Süheyl Bey, Mesnevihane, camiilerin, Mimar Sinan’ın Atik Valide Sultan Külliyesi Battal Gazi K. gibi) külliyelerin İshak Paşa sarayı gibi eserlerin hali ortada.
Bizans vd. dönemlere ait eserlerin talanını saymıyorum bile.
İzmir Bergama'da yapılan Yortanlı Barajı'nın suları altında kalan dünyanın sayıl hidro-terapi merkezlerinden Allianoi Antik Kentini ya da rezil edilen Dipsiz Göl gibi tarih ve doğa mirası ya da Definecilerin tahrip ettiği eserler cabası…
O yüzden siyasetin aldığı son Ayasofya kararı ne dini kutsiyet ne de tarihi, ecdadı gözetmek açısından değerlendirilemez; ancak politik hamle, siyasi karar-kart olarak başka bir zeminde olumlu olumsuz getiri ve götürüleriyle değerlendirilmelidir.
Allah’a emanet olunuz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish