Ümmet (2)

Ömer Ömeri Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Kaldığımız yerden devam edelim…


Devlet-güvenlik (savunma-saldırı-savaş-barış)

Mekke dönemi boyunca Müslümanlara savaşmaları için izin verilmiyor.

Müşriklerin onca baskılarına, işkencelerine rağmen, eline kılıç alıp savaşmak isteyenlere izin verilmediğini görüyoruz.

Bütün Mekke dönemi olan on üç yıl boyunca, mücadele tamamen silahsız bir şekilde devam ediyor.

On üç yıllık dönemden sonra Müslümanlar, Mekke’den Medine’ye göç ediyor.

Medine’deki ilk yıllarında, mescit kuruluyor, kardeşlik ilan ediliyor, insanlar bir arada yaşamaya başlıyorlar.

Medine’ye gelirken, mallarını, evlerini, eşyalarını Mekke’de bırakıyorlar ve müşrikler, Müslümanların bu eşyalarına el koyuyor.

Hiçbirinde para yok, eşya yok, hiçbir şey yok.

“Mekke’den yola çıkıp, başka yerlere giden müşriklerin kervanlarını basalım, bize ait olan eşyalarımızı geri alalım, bizim mallarımızı götürüp satıyor, zimmetlerine geçiriyorlar” deyip, bunlarla savaşmak gerektiğini, savaşılmadığı takdirde bunların bu işten vazgeçmeyeceğini söylemeye başlıyorlar.

Israrlı savaş taleplerine, bir müddet izin verilmiyor.

"Savaşa izin yok, salâta ve zekâta devam edin, yani, destek ve dayanışmayı, ihtiyaçtan fazlasını vererek, arınmaya devam edin" deniliyor. 

Akabinde gerekçesi ile beraber şu ayet nazil oluyor.

Size ne oluyor da Allah yolunda, yani, o ezilen erkekler, kadınlar, yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz!

Baksanıza! Ey bizim Rabbimiz, halkı zalim olan bu memleketten kurtar, bize bir yiğit gönder diye yalvarıp duruyorlar.


Gördüğümüz gibi bu ayette, "Ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda niçin savaşmıyorsunuz" diyor.

Demek ki savaş, kimin uğrunda, kimin için olacakmış: ezilenler, kadınlar ve çocuklar.

Ve “Rabbimiz bizi bu zalimlerden kurtar” diyerek bir kurtarıcı arayanlar için; onlar için savaşılması gerektiği söyleniyor. 

İslamilik iddiasındaki bir yönetim, durduk yere bir yere fetih ve işgal hareketi düzenleyemez.

Ezilen erkekler, kadınlar, yavrular, çocukların, 'Bizi bu zalimden kurtar' diye yalvarması, imdat çağrısında bulunması ve sizi çağırması lazım.

Böyle bir çağrı olmadıkça, dünyanın hiçbir yerine, fetih hareketi düzenleyemezsiniz. Savaşa izin yoktur. 

Savaşa teşvik ayetlerinin, "İzin verildi" diye başlaması dikkat çekicidir. Önce zorbalık kötü görülüyor, sonra "Savaşmaya izin yok, yardımlaşmaya, dayanışmaya, vererek arınmaya devam" deniliyor, sonra "Niye onlar için savaşmıyorsunuz" deniyor, savaşmaya teşvik ediliyor.

Kendilerine savaş açılan kimselere savaş izni verildi. Çünkü onlar zulme uğratıldılar. Hiç şüpheniz olmasın, Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar, 'Rabbimiz Allah’tır' demelerinden başka hiçbir haklı gerekçeleri olmaksızın, yurtlarında çıkarıldılar. 


Gerekçeye bakar mısınız?.. “Çünkü onlar zulme uğratıldı. 'Rabbimiz Allah', demekten başka hiçbir haklı gerekçeleri olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar.”

Sonra nihai amacın ne olduğu söyleniyor:  

Eğer yeryüzünde onlara imkan verirsek…


Ne yaparlar: destek ve dayanışmayı ayağa kaldırırlar.

Yani, salâtı (yardımlaşma) ikame ederler. İhtiyaçtan fazlasını vererek arınırlar. Zekâtı verirler.

Ortak iyiyi emreder, toplumu ifsat eden kötülükleri yasaklarlar. Onlara imkân verildiği takdirde, marufu (ortak iyi) emreder, mükeri(ortak kötü) yasaklarlar. 

İmkan demek, bir takım emretme, işleri düzenleme, halkın parasını, verdiği vergileri kullanma hakkını elinde bulundurma demektir.

İşte bu ayet, bu üçünü açıklıyor: savaşa resmen izin verildiğini, savaşın gerekçesini, zulüm, zorbalık, sürgün ve bir imkan verildiğinde ne yapılacağı.

Allah insanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı, doğrusu, içinde Allah’ın adı anılan yerler yıkılıp giderdi.


İşte bu savunmayı yapabilmek için, saldıranlara karşı savaşmak gerekiyor; savaş bunun için caiz kılınıyor.

İnsanların evlerine, barklarına, yurtlarına, toplu yaşam alanlara yapılan saldırı olarak da anlayabiliriz. 

Daha ileri aşamada, savaş hükümleri; yani, savaş esnasında nelere dikkat edileceği, savaşı kimin başlatacağı, ne kadar savaşılacağına dair hükümler gelir.

Size savaş açanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın. Sakın haddi aşmayın! Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez. 

Sizi öldürmeye kalkanları, siz de yakaladığınız yerde öldürün. Sizi sürdükleri yerden, siz de onları sürün. 

Baskı ve zorbalık, öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlar size savaş açmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. 

Eğer onlar sizinle savaşırsa, siz de onlarla savaşın. İşte, zorbalara verilecek karşılık budur.

Eğer vazgeçerlerse, artık bırakın; Allah bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır.

Baskı ve zorbalık kalmayıncaya ve din Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse, zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. 

Savaşın haram olduğu aylarda, size saldıranlara karşılığını verin, dokunulmazlıklar karşılıklıdır.

Kim size saldırırsa, siz de ona misilleme yapın, Allah’ı kalkan edinin. Bilin ki Allah kendisini kalkan edinenle beraberdir.


Birinci cümle:

“Size karşı savaş açanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın”: Burada sınırlama getiriliyor. 


İkinci cümle: 

“Sakın haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” 


Üçüncü cümle: 

“Sizi öldürmeye kalkanları, siz de yakaladığınız yerde öldürün”:

Bakın, doğrudan doğruya, saldırın, öldürün denmemektedir. Cümleler hep, şöyle yaparlarsa, böyle yaparlarsa diye başlıyor.

Sizi öldürmeye kalkanları siz de yakaladığınız yerde öldürün diyor. 


Bakın, dördüncü cümle: 

“Sizi sürdükleri yerden siz de onları sürün”: Gidin sürgün yapın, insanları yerlerinden yurtlarından edin diye bir şey yok, hep şartlı.

Bunlar şartlı cümleler; karşı tarafın saldırmasına bağlı, karşı taraf saldırmadıkça hiçbir şey yok. 

Baskı, zorbalık, öldürmekten daha kötüdür. Bakın yine aynı, şartlı cümleler. 


Beşinci cümle: 

“Mescid-i haramda, onlar size savaş açmadıkça, siz de onlara savaş açmayın.” 


Altıncı cümle: 

“Eğer onlar size karşı savaşırlarsa, siz de onlarla savaşın işte zorbalara verilecek karşılık budur”: Yine şartlı. 


Yedinci cümle: 

“Eğer vazgeçerlerse, artık bırakın.” 


Sekizinci cümle:

“Baskı ve zorbalık kalkıncaya, din Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse, zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”


Bir noktaya dikkat etmeliyiz.

Referans gösterdiğimiz ayetlerin bağlamına baktığımızda, şöyle bir manzara var karşımızda:

Müslümanlar yurtlarından sürüldükten sonra bile zorba Mekkeli müşriklerin, Müslümanları Medine’de de rahat bırakmaya niyetleri yoktu.

Mekke-Medine arası mesafe 487 kilometre; Müslümanların yapmak zorunda kaldıkları ilk savaş Bedir. Bedir Kuyuları, Medine’ye 15 kilometre uzaklıkta.

İkinci savaş Uhud. Uhud Tepesi ile Medine arası yaklaşık 8 kilometre.

Üçüncü savaş Hendek. Savaşa adını veren hendekler, Medine’nin etrafına kazılıyor. Müslümanların kendilerini savunmaktan başka çaresi yok…


Suç ve ceza

Kur’an’ın müeyyide öngören kırmızı çizgilerinin hukuku’l-ibad (kul hakları) sınıfına giren konularda olduğunu görüyoruz.

Bu noktada iş ahirete bırakılmayıp dünyevi cezalar öngörülüyor:

Öldürmek, çalmak, yol kesmek, gasp, hırsızlık, vurgun, soygun, iftira, fuhuş, zina gibi can, mal, ırz ve namus güvenliğini tehdit eden, ortak iyiyi (maruf), yani insan (kul) haklarını alenen çiğneyen suçlarda hukuk (şeriat) vazedildiğini görüyoruz.

Dünyanın her yerinde hukuk, özü itibariyle bundan ibarettir.

Bu temel başlıkları  çoğaltmak mümkün. Lakin takdir edersiniz ki bütün meramımızı, kast ve niyetimizi bir yazıya sığdırabilme imkanı yok. 

DAHA FAZLA OKU

En nihayet; demem o ki: “çağdaş-küresel dünya”nın içinde, tamda göbeğinde yaşıyoruz.

Bu dünyanın egemen güçleri olan emperyal düşünce yapıcıları, bütün insanlara bir “din” dayatmakta.

Bu “din” in adı: Kapitalizm.

Asıl maksadı kazanmak, sadece kâr etmek olan bir “din”.

Kazanmayı sadece kazanmak için isteyen bir “din”.  

Bu maksadı gerçekleştirmek için vazgeçemeyeceği hiçbir şeyi olmayan bir “din”.

Hukuksal, siyasal, sosyal, ekonomik altyapısını, bu temel maksada götürecek şekilde tanzim eden bir “din”.

Mabetleri olan, ritüelleri, menasikleri, ibadetleri olan bir “din”.

Müslüm-gayrımüslim herkesin, “tüm yaşam” alanlarını kuşatan bir “din”.


Basit bir örnek verecek olursak; Beytullah ile “beytül ibad”ı içine alan Kabe ve etrafındaki yapıları gösteren fotoğrafa lütfen bir göz atın. 
 

kabe.jpg
Fotoğraf: Twitter


Kaçamak yapmadan, tumturaklı bahaneler ve avuntulara sığınmadan, başkasına değil kendimize dönerek, Yunus’un “Bir ben var benden içeru” dediği benle, bir an baş başa kalmayı ve bir muhasebe yapmayı deneyelim.

Hal-i pürmelalimizi bir temaşa etme cesareti gösterelim.

Bize vaaz edilen İslam ile dayatılan dinin arasındaki sıkışmışlık halini bir hissedelim. 

Ve bir karar verelim!

Evet, evet yenilgimizi ilan edelim. 

İşe yenilmeyi kabul ederek başlayalım. 

Mağlubiyeti iliklerimize kadar hisseden ve yeniden inşa edilmek için kendimizi “kendimize” bırakalım; vahyin şefkatli, merhametli kucağına…

Yüreğimizde vahyin misafirliğine değil ev sahipliğine yer açalım. Bırakalım O bizi değiştirsin. Değiştirmesi için yalvaralım. Dua edelim. 

Önce “kendimiz”, sonra yine “kendimiz” için.

Böyle yapınca kalmaz ayrılık-gayrılık; ben-sen ayrılığının esamesi okunmaz olur. 

Böyle “ben”lerden meydana gelen toplumu “Allah yeryüzünün varisleri kılmak ister” 

O’nun isteği emirdir. 

Mutlak olur. 

Sonrası kolay. 

Nasıl bir sistem kuralım?

Bizi kim yönetsin?

Yönetim şeklimiz ne olsun?

Sorularının tamamı anlamını bulmaya başlar.

Ümmetin değmeyin yeniden dirilişine…


Vesselam.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU