Takvimler 31 Ekim 1961 tarihini göstermekteydi. Radyolarda ve televizyonlarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Almanya Federal Cumhuriyeti Devleti arasında imzalanan “Türk İşgücü Anlaşması” ilan edilmiş ve Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçü artık resmen başlamıştı.
Türkiyeli işçiler için büyük bir umudun adı olan bu anlaşma ile Almanya’ya göç hızla başlamış, işçiler Almanya’da kazanacakları parayı biriktirerek memleketlerinde yatırım yapma hayalleri ile Haydarpaşa Tren Garı’nın yolunu tutmuşlardı.
Almanya serüvenlerinin başlaması ile Türkiyeli işçiler, uzun saatler boyunca, vardiya ile çalışıyor, ücretlerinin büyük bir kısmını biriktiriyor, yeme, içme, giyinme gibi en temel ihtiyaçları dışında başka herhangi bir şeye para harcamaktan çekiniyor ve biriktirdikleri paraları ile bir an önce ülkelerine dönme hayalleri kuruyorlardı.
Ancak hiçbirinin öngöremediği bir şey olmuş, 1970’li yılların başında Dünya Petrol Krizi patlak vermişti.
Elbette birçokları gibi Türkiyeli işçiler de bu krizden paylarını almışlardı; zira işçiler krizin Türkiye’yi de vurması ile dönme hayallerini bir süre daha rafa kaldırmak zorunda kaldılar.
1973 yılına gelindiğinde ise Almanya yabancı işçi alımını durdurma kararı almıştı.
Türkiyeli işçilerin para biriktirerek ülkelerinde yatırım yapma hayali askıya alınmış olsa da öngöremedikleri başka bir durum daha vardı: geride bıraktıkları ailelerine yakın zamanda kavuşamayacak olmaları...
Türkiyeli işçiler Almanya’da kalacakları sürenin uzamasının da kaçınılmaz oluşu ile ailelerinin yanlarına gelmesi arzusu içerisindeydiler.
Aile birleşimi vizesi ile işçilerin eşleri ve çocuklarının da Almanya’ya gelme serüvenleri başlamış oldu böylece.
Önceleri yalnız başlarına “Heim” adı verilen yurtlarda kalan işçilerin, ailelerinin de gelmesi ile kalabalık nüfuslarıyla yaşayabilecekleri evlere geçme ihtiyaçları hâsıl oldu.
Çocukları okullara başlayacak, yeme içme masrafları ve taşındıkları evlere ödeyecekleri kiralar da artacaktı böylece.
Kaçınılmaz olan bu durum, işçilerin para biriktirerek ülkelerine dönme gayelerinin de önüne geçerek Almanya’ya yerleşme kararlarının ilk tohumlarının atılmasına sebep oldu.
Sürekli olarak ülkelerine geri dönme eğiliminde olan Türkiyeli işçiler artık tedricen misafirlikten yerleşik hayata geçmişler ve Almanya’daki yaşam tarzlarını da bu mecburiyete göre şekillendirmeye başlamışlardı.
Nitekim Almanya’da camilerin kurulması ihtiyacı da bu mecburiyet ile birlikte ortaya çıkmıştı.
Türkiyeli işçiler, artık burada bir yaşam kuracak, kendilerini bu zamana kadar yabancısı hissettikleri bu ülkeyi daha “yaşanılır” hale getireceklerdi.
Kendi cemiyetlerini, sosyal alanlarını, mahallelerini ve pek tabii ibadethanelerini kuracaklardı.
Camilerin inşası ihtiyacının temelinde bir ibadethane kurma isteğinin çok daha fazlası yatmaktaydı elbette.
İslam kültür tarihinde de yaygın olarak rastladığımız cami eksenli sosyal ilişkiler kurma isteği Türkiyeli göçmenlerin bu girişimini perçinlemiş oldu.
Bunlardan en çok öne çıkanı, insanların yabancı bir ülkede kendi din, gelenek ve kültürlerinden kopma kaygıları ve kutsal bir mekân çatısı altında bunu yaşatma içgüdüleri olmuştu.
Özellikle kendilerinden sonra gelecek olan jenerasyonların İslam dinine ve onun öğretilerine uzak yaşayarak içinde bulundukları toplumun doğal yapısı içinde kaybolmalarından çekiniyorlardı.
Böylece camiler bu kendini bulma gayesinin bir durağı olacak, yabancılaşma tehlikesinin de önüne geçecekti.
Bir diğer sebep ise yine Türkiyeli işçilerin kendi insanlarıyla bir sosyalleşme alanı arayışı içerisinde olmalarıydı.
İlerleyen süreçlerde camiler, aynı zamanda bir sosyalleşme alanı fonksiyonu görmeye başlamış, içerisinde barındırdığı gençlik lokalleri ve hanımlar topluluğu gibi birimleri ile sosyal bir kurum haline gelmişti nihayet.
Camiler çoğu zaman Türkler arasında yapılan araba alım satımı gibi ticari faaliyetlerin üssü konumuna gelmiş, ailelerin tanışarak dostluk bağları kurduğu, bazen kız alıp vererek akraba olduğu, bazen de sosyal ve kültürel faaliyetlerin de gerçekleştiği bir merkez olmuştu.
Bu sayede camiler yalnızca bir ibadethane işlevi görmüyor; Türklerin kendi kültürlerinden olan insanlarla yakın ilişki kurma, ülkelerindekine benzer bir sosyal çevreyi yabancı bir ülkede de hissedebilme ihtiyaçlarını karşılamış oluyordu.
Camiler, Türkiye'den gelen göçmenler arasındaki bağları kuvvetlendirmesi bakımından önemli bir işlevi yerine getiriyordu.
Türkiyeli işçiler ve ailelerinden oluşan topluluklar önceleri daha çok şehirlerin dışında, bodrum katlarında ve daha görünmez ve küçük kabul edilebilecek alanlarda kendi imkanları ile camiler kurmaya başladılar.
Bunu yaparken ise çoğunluğu Türkiye’nin kırsal kesimlerinden gelmiş ve imece usulüne vakıf olan insanlar bu camileri de aynı yöntemlerle inşa ettiler.
Camilerin her türlü bakım, tamir, onarım ve diğer ihtiyaçlarını kendileri bizzat gidermeye başladılar.
Bu sayede daha çok içselleştirdikleri, benimsedikleri, her cemaat üyesinin ayrı ayrı kişisel bir bağ kurarak buraları koruma ve yaşatma güdüsü ile hareket ettikleri camilerin mimarları oldular.
Almanya’da süreç bu şekilde devam ederken Türkiye’de 1969 seçimlerinde Konya'dan bağımsız olarak parlamentoya giren Necmettin Erbakan ve 17 arkadaşı tarafından Milli Nizam Partisi (MNP) kuruldu.
Kuruluşundan çok kısa bir süre sonra Anayasa Mahkemesi, 20 Mayıs 1971'de, "laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu" gerekçeleri ile partinin kapatılmasına karar verdi.
Bununla birlikte, MNP yöneticileri hakkında herhangi bir ceza davası açılmadı. Genel Başkan Necmettin Erbakan, MNP'nin kapatılmasından sonra ilk önce bir süre Almanya'da daha sonra da İsviçre'de ikamet etti.
Daha sonraları ise kapatılan MNP'nin kadroları, 11 Ekim 1972'de, Millî Selamet Partisi (MSP) adıyla bir parti kurdular. Partinin Genel Başkanlığı'na Süleyman Arif Emre getirildi.
Türkiye’deki bu siyasi gelişmeler Almanya’da bulunan göçmenler tarafından da dikkatle izlenmekteydi.
Necmettin Erbakan, İsviçre’de bulunduğu dönemlerde Almanya’daki öğrencilik yıllarından tanıdığı Müslüman Kardeşler hareketine mensup birçok isimle görüşmeye devam etti.
Yine bu yıllarda Braunschweig Üniversitesinde Atom Fiziği eğitimi almak üzere Almanya’da bulunan Ahmet Rüştü Banaz ve İslami hassasiyete sahip bazı arkadaşları üniversitenin müslüman öğrenciler için tahsis ettiği bir odayı mescit olarak kullanmaya başladılar.
Banaz, o dönem Almanya’da kendi çevresinde tanıdığı islami hassasiyeti olan Türkiyeli işçileri böyle bir mescidin varlığından haberdar etti.
Ahmet Rüştü Banaz, aynı zamanda farklı ülkelerden Müslüman Kardeşler hareketine mensup üniversite öğrencileri ile de eğitimi sırasında tanışmıştı.
Mescit kısa süre içinde üniversite öğrencisi olmayan ve namaz kılmak üzere gelen işçilerin de uğrak noktası olmaya başladı.
Mescide namaz kılmaya gelen işçilerin sayısı günden güne artınca üniversite yönetimine konuyla ilgili şikayetler gitti ve bunun üzerine yönetim mescidi kapatma kararı aldı.
Bu olay ileride Milli Görüş hareketinin Avrupa’daki ilk camisi sayılacak olan Braunschweig Camisi'nin açılmasının da başlangıcı olacaktır.
Zira mescidin kapatılmasının akabinde Ahmet Rüştü Banaz, Hasan Damar ve diğer bazı gönüllülerin girişimleriyle Braunschweig Rebenring’te bir cami kuruldu.
Fakat o dönem gündemde ne Milli Görüş hareketi ne de başka bir çatı kuruluş bulunmaktaydı.
Söz konusu İslami yapılanma üniversiteli genç entelektüeller tarafından şekillenirken Türkiyeli göçmen işçilerin sırtında büyümüş oldu.
Hareketin bir isim, yapı ya da kurum yönlendirmesi ile ortaya çıkmamış olduğunu bu noktada vurgulamak gerekir.
Bir sonraki yazıda 80’lı yıllara kadar Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerin hangi ideolojiler etrafında kümelendiğini ve darbe sonrası dönemdeki ideolojik şekillenmeleri inceleyeceğiz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish